“Yöneticiler, iktidara saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı olan görevlerini kötüye kullandıkları taktirde, şu ya da bu biçimde ulusal iradenin kendi haklarında vereceği kararla karşılaşırlar. Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye yetkili kılınanlar, gerektiğinde ulusa hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidirler.” Mustafa Kemal Atatürk
Demokrasinin temel ilkesi, halkın egemenliğidir. Toplumsal barış ve eşitliktir. Ama ülke yönetiminde doğru tercihlerin yapılabilmesi için de halkın çoğunluğu iyi eğitim görmüş kişilerden oluşması gerekir. Eğer böyle değilse, demokrasi otokrasiye dönüşür.
Türkiye Cumhuriyet Tarihi’ne baktığımızda henüz oldukça genç bir devlettir. Atatürk, hızlı reformlarla büyük değişiklere yol açtı. Yeni savaştan çıkmış, yüzyıllarca kalkındırılmamış, eğitimde geri kalmış ve din korkusuyla yetişmiş halkın bu değişimlere çok çabuk ayak uydurmasını beklemek mucize gibi birşeydi.
Avrupa devletlerinde gelişim süreçlerinde Rönesans ve Reform gibi iki büyük harekât yaşanmış, halkın bilinçlenmesi ile önlerindeki duvarı yıkmış ve bilim ile mantık ışığında eğitilen insanlardan oluşan bir toplum oluşması sağlanmıştır. Bu belirli bir süreç içersinde olmuştur; yani “alıştıra alıştıra.”
Anadolu halkı ise, dogmalar içerisinde kaybolmuş, yüzyıllardır padişahın kulu olarak yaşamış, bir Rönesans aydınlanma süreci bile geçirmemiş, din silahını etkin şekilde kullananlar tarafından sömürülmüş; gerek Şeyh-ül İslam’ın etkisi, gerekse “Halife” ünvanını öne çıkartarak halk kısacası “koyunlaştırılmıştır.” Halifeye karşı gelmek, fetvalara uymamak, sorgusuz sualsiz dinsizlik, kâfirlik olarak halka empoze edilmiştir.
Cumhuriyet rejimiyle beraber ortaya atılan “Milli Eğitim” harekâtı, halkın bu batıl inançlarını kırmak, onları aklın ve bilimin yolunda “düşünebilen” bireyler olarak yetiştirmekti. Çok partili hayata geçiş ve halkın ezelden beri alıştığı din sömürüsünü kullanarak, oldukça fazla rağbet gören partilerin ortaya çıkmasıyla, Türk demokrasisi, Atatürk’ün düşündüğü yoldan sapmıştır. Daha gelişimini tamamlamayan halk, iktidar hırsıyla dini kullanan ve iktidara gelince tam bir baskıcı-despot rejim sergileyen partilerce, Cumhuriyet’e ve onun ilkelerine düşman edilerek bugünlere kadar gelmiştir.
Algılıyabilen, düşünen, eleştiren, sorgulayan, haklarını bilen ve savunan, mücadele kararlığı olan, bilinçli ve cesaretli bireylerden oluşmuyorsa toplum, geçişte zor oluyor demokrasiye haliyle.
On yıllardır düşe kalka, taksit taksit, kör topal demokrasiyi yerleştirmeye çalışıyoruz. Bir türlü “gelişmiş ve demokratik ülke” konumuna oturamadık. Vedat Özdemiroğlu’nun deyimiyle; “Demokrasinin DEMO aşamasındayız!” Sabah kalkıyoruz demokrasi, akşam yatıyoruz yine demokrasi.
Ancak “demokrasi” kavramının bu kadar havada uçuşması, bol keseden konuşulması ne düzeni “demokratik” yapıyor ne de o insanı “demokrat.” Kendisinde olmayan şeyin çok konuşulması kuralıdır bu. Gerçek özgür memleketlerde kimse bize özgür olduğumuzu sürekli vurgulamıyor.
T.C. Anayasası’nın 2. Maddesi’ne göre; “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Fakat gerçek şu ki, ülkemizde ne demokrasi var, ne ekonomik ve sosyal adalet. Laiklik kavramı ise ancak bir sözden ibaret.
Bir ülkede Anayasanın korunması en üst yasadır! Bütün bunlar çiğnenip yok sayılıyorsa, bütün itirazlara rağmen kimi zaman siyasi partilerin “dediğim dedik” kararları ile karşı karşıya kalıyorsak, buna asla demokrasi denilemez! Ayrıca çözüm sandığımız gibi sandıkta da değil, çünkü Türkiye’de sandık bile demokrat değil. Parası olan, düdüğü çalıyor.
Gerçek demokrasi, ETİĞİN HÜKMÜ ALTINDAKI DEMOKRASİDİR!
Yani sadece seçenleri değil, seçmeyenleride kucaklayan; ne yapacaksa şahsi çıkarları için değil, ülke için yapacak; güç ile hareket etmeyen, gücün halktan geldiğini bir an bile unutmayan; vergi yükü altında halkını ezmeyen, gücü kadar vergi ödeyebilene vergi koyan; devletin gelirlerini adaletli bir şekilde dağıtan; ülkenin bütünlüğünü koruyan; halkın da bu yönde yapılanması için uğraş veren; halkın huzur içinde yaşamasını sağlayan; ülkenin varlığını ve birliğini oluşturan temelleri asla sorgulatmayan; bu konuda taviz vermeyen ve gelecek nesillerin sağlıklı bir düşünce sistemi içinde var olmasını sağlayan; bireyin haklarını koruyan ve zedelemeyen; savaşçı unsurları reddeden ve bir çok saymadığım kriterlerin anlayışıdır ETİĞİN HÜKMÜ ALTINDAKİ DEMOKRASİ!
Dünyada bir çok halk, demokrasiyi kavrayabilmek için vahim sınavlardan geçti. Italya Mussolini ile yüzleşti, Almanya Hitler belasıyla kepaze oldu, Ispanya Franco’nun avuçlarında çürüdü ve niceleri katillerle, diktatörlerle milyonlarca insanın kaderiyle oynadı. Bugün baktığımızda, ismini saydığım bu ülkeler, tarihlerinden ders aldığını, hepsi bu isimleri tarihinde lanetle andığını ve lidere bağımlı ve onun önünde eğilen bir halk olmayı artık reddettiğini görüyoruz. Demokrasi kültürü, yaşamış oldukları bu derin travmaların sonucunda ortaya çıkabildi. Zalimin zulmünü görünce, kudretin önemini kavradılar. Kişileri, ırkları değil, asıl toplumu yüceltmenin önemli olduğunu anladılar.
Mustafa Kemal Atatürk, dünya tarihinde görülmemiş bir şey yaptı. Bağımsızlık savaşından alnı ak çıktıktan sonra Dolmabahçe Sarayı’nda tahtına oturmadı. Akla hayale sığmayacak muhteşem bir gücün tek komutası olmayı elinin tersiyle itti. Dönemde Avrupa’da ülkeler Faşizm dalgasında boğulup giderken, o yine büyük bir cesaret örneği gösterdi. Tek adam olma kudretine sahip olduğu halde, kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan diğer ülkelerdeki diktatörlerin gözünü bürüyen hayvani içgüdülere yenik düşmek yerine demokrasiyi, yani tek başına sahip olabileceği bir şeyi ülkesiyle paylaştı. Bunları anlamayan kısım ona diktatör yakıştırmaları yaptı.
Avrupa’da milyonlarca insanın kanıyla yazılan tarihte, giyotinlerden, idam sehpalarından beslenen bir tarihte biz Türk halkı, bize verilen bu kutsal armağanın farkına varamadık. Kazanmak için hiç kaybetmedik. Kaybettiklerimizden ders alabilseydik eğer, mukayese bilincimizi ayakta tutabilseydik, bugün adli yargısıyla, ordusuyla, sivil toplumuyla, parlamentosuyla böyle dipsiz bir kuyunun içine düşmezdik. Devletin ve Anayasa’mızın enkazı altında kalmazdık.
Ülkemizde değişmesi gereken bir çok algı, uygulama, yasa, adaletsizlik ve hukuksuzluk var. Şu an ülkemizde uygulanan yöntemlerle belki günü kurtarırız, ama yarınları asla!
Haksızlığa, adaletsizliğe, zulme karşı durmak, aynı zamanda ömür boyu süren bir insanlaşma sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Tek umudumuz, halkın bilinçlendirilmesindedir; çünkü demokrasi, eğitilmiş insanların rejimidir! Bilmeden düşünmek her daim tehlikelidir.
“Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğim ilim, hakikatı bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.” Mustafa Kemal Atatürk
Saygılarımla, Arzu Şen
İletişim ve resmi website:
Bir yanıt yazın