Nerede okuduğumu unuttum ama o meşhur hikâyeyi hiç unutmadım. Özetle şöyleydi hikaye: “Osmanlı ecnebi devletlerinden birisine elçi gönderir. Elçi, milletini seven ve devletine bağlı birisidir. Elçinin gittiği devletin protokol kuralları gereği, yabancı elçiler mutlaka kralın önünde eğilerek onu selamladıktan sonra durumu arz ederlermiş! Kral, Türk elçiyi kabul edecektir etmesine de o sırada bir Cihan Devleti olan Osmanlı elçilerinin hiç kimsenin önünde eğilmediğini bildiği için bir kendince kurnazlık düşünür ve en azından kendi adamları karşısında zor durumda kalmamak için kabul salonunun kapısını, boyu en az 1.8 m. olan Türk elçinin eğilmeden geçemeyeceği şekilde alçaltılmasını ister ve dediği gibi yapılır.
Ancak Osmanlı elçisi, devletin büyüklüğüyle paralel olarak gün görmüş ve büyük bir devlet adamıdır. Şimdikiler gibi İsrail’in alçak koltuk tuzağına düşecek, Abdülfettah El-Sisi tarafından apar topar kovulmayı hazmedecek türden birisi değildir.
Kabul günü geldiğinde; kral içeride ellerini ovuşturarak Osmanlı elçisinin düşeceği müşkül durumu düşünerek heyecan içinde beklemektedir. Osmanlı Elçisi’nin geldiğini haber alınca yerinden kalkar ve salonun ortasında elçiyi karşılama vaziyeti alır. Ancak Osmanlı elçisi kendisine kurulan tuzağı anlamıştır. Çünkü gireceği kapı, eğilmeksizin geçilemeyecek kadar alçaktır. Bunun üzerine elçi eğilir, ancak ters döner. Başı eğik ve rükû vaziyetinde girmek yerine önce poposunu içeri sokar, arkasından gövdesini, en sonunda da başını! Kral, hatasını anlamıştır. İşi daha fazla büyütüp adamları önünde daha fazla küçük düşmeden elçiyi sakin bir şekilde dinler ve kıvrak zekâsından dolayı da ayrıca tebrik eder…
Gazi Müşir Osman Paşa ve Çar Alexandr
Bilindiği gibi, Gazi Osman Paşa, Plevne’de, sadece Türk Tarihi’nin değil, dünya savaş tarihinin en büyük savunma savaşlarından birisini vermiştir. Tıpkı Tiryaki Hasan Paşa’nın Kanije’de verdiği savunma savaşı gibi.
Gazi Osman Paşa, uzun süreli bir savunma savaşından sonra, durumun vahametini ve kaçınılmaz sonu gören kumandanlarının da telkin ve ricalarıyla savaşı durdurup, göz yaşları içinde teslim olmayı kabul eder.
Plevne dolaylarında ufak bir kulübede, daima şan ve şeref içinde taşıdığı kılıcını, vazifesini hakkıyla yapmış insanların duyduğu huzur içinde, Rus Generali Ganeçki’ye teslim etmeye karır verir ve şöyle der:
“Ne yapalım, kaderde bu da yazılıymış. Kimse bizim askerlik görevimizi yerine getirmediğimizi iddia edemez. Allah şahittir ki, biz vazifemizi yaptık.” O sırada kulübede diğer paşalarla, paşanın doktoru, Albay Hasip Bey de vardır. Kurmay Başkanı Tahir Paşa bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamaz. Osman Paşa, arkadaşının yüzüne sevgi ve minnetle bakar ve “Alın yazısını kimse değiştiremez” der. Sonra yaralı bir aslan gibi, gözlerini düşman generaline çevirir. Doktor Hasip Bey’in kolunu tutarak hafifçe doğrulur ve “Buyur generalim” diyerek kılıcını uzatır. Hayret! Rus Generali Ganeçki, ellerini yüzüne kapamıştır; “Ben, bu kılıcı alamam!” diyerek geri çekilir! Onun da gözleri yaşlıdır! Çünkü hayatında ilk defa böyle büyük bir kahramanla karşılaşmaktadır. Ganeçki de biliyordu ki; mücadele müsavi şartlar altında geçmemişti. Bire karşı ona hücum etmişler, her defasında yenilmişlerdi. Gazi Osman Paşa vazifesini yapmış, dünya askerlik tarihine şan ve şerefle dolu bir destan hediye etmişti. Böyle bir kumandanın kılıcı nasıl alınırdı!
Osman Paşa, bir araba ile Plevne’ye götürülür. Yolda, başkumandan Grandük Nikola ile Romanya prensi Karol tarafından karşılanır. Grandük elini Osman Paşa’ya uzatarak “Siz ne büyük bir askersiniz Mareşalim” der. Prens Karol de büyük bir saygı ile eğilir. Paşa’nın elini sıkmak ister, fakat Osman Paşa elini vermez ve “Ben, koskoca bir imparatorluğun müşiriyim, bir âsiye elimi sıktırmam!” der.
O tarihe kadar Romanya Osmanlı devletine bağlı bir eyaletti. Bu savaşta da Romanya halkı Rusların yanında yer almıştı. Plevne’ye gelirken düşman askerleri yollarda sıralanmışlar, bu yaralı aslanı alkışlıyorlardı. Gazi Osman Paşa, ertesi gün Plevne’ye gelen Rus Çarı I. Alexandr’ın huzuruna çıkarılır. O da bu kahramanın kılıcını almak cesaretinde bulunamaz; “Mareşalim” der “Sizi candan tebrik ederim. Müdafaanız, askerlik tarihinin en güzel hadiselerinden biri olmuştur. Sizin gibi bir kumandanın kılıcı alınmaz. Onu kendi memleketinizdeymiş gibi şerefle taşıyabilirsiniz…”(1).
Mehmet Rauf’tan Bir Hikâye: Halil Hoca
Kahvede en yakın köye ikindi üstü Rus askeri girdiğini haber aldıkları vakit herkeste büyük bir hayret peyda oldu. Demek ki harp ilan edilmiş olacaktı. Oradan kaçan birkaç köylü gece geç vakti kahveye gelerek otuz kırk Rus askerinin akşamüstü köye girdiklerini, imamı, müdürü, çağırıp emirler verdiklerini söylediler. O halde, eğer gece olmazsa, yarın sabah erkenden bu köye de gelmeleri muhakkaktı. O zaman orada oturanlardan birisi ‘E(y) şimdi ne yapacağız?’ diye sordu. İmam ‘Üç Göbek’ lakabıyla tanınmış şişman, patlak gözlü, çiçek hastalığından harap olmuş gayet kırmızı yüzlü bir adam:
– Canım elimizden ne gelir ki ne yapabiliriz? Koca Moskof ordusuna karşı çıkacak değiliz ya! Elbette: ‘Hoş geldiniz, sefa geldiniz!’ diyecek de değiliz, fakat başka çare var mı? Herifler hemen bize dokunmasınlar da…
O zaman, her akşam aynı köşede söze karışmadan sessizce saatlerce nargilesiyle meşgul olan Halil Hoca’nın, keskin sesi işitildi. Bu adam altmışlık zayıf bir ihtiyar, bağımsızlık fikirlerinden dolayı İstanbul’da oturması uygun görülmeyerek istibdat (II.Abdülhamit) devrinde memleketine gönderilmiş yiğit, haşin, güçlü, ağır bir adamdı.
-Allah Allah, dedi, otuz kırk Moskof askerinden mi korkacağız?
-İmam, hayret ile onun yüzüne bakarak: E(y) ne yapabiliriz? diye sordu.
-Ne yapacağız canım, dedi, herifleri köye sokmayız vesselam. Bu o kadar güç bir şey mi? Köyde bu kadar adamız, elbette hepimizin evimizde silah da var, cephane de. Koca, bir köy halkına karşı, otuz, elli, hatta yüz Moskof’un ne tesiri olur?
Üç Göbek, bu fikri pek çocukça bulduğunu gösterir bir alaylı gülümseme ile karşılık verdi:
-İlahi Halil Hoca… Seni makul bir adamsın zannederdim. Bu otuz askerin arkasından otuz bin asker daha olduğunu unutursun. Bunlar karakol gibi ehemmiyetsiz köyleri işgal için gönderilen askerlerdir. Biz şimdi bunlara karşı durursak, zararla başımıza belayı davet etmiş oluruz. Heriflerin fena maksatları yokken lüzumsuz direnişle azdırmakta ne mana var?
Halil Hoca şiddetle cevap verdi:
-Memlekete tecavüz eden düşmanın fena maksadı olmadığını düşünmek pek tuhaf şey! Şimdi tabii her sefer olduğu gibi evvela malın, canın, namusun muhafaza edileceğine dair vaatler verilecek. Fakat bir iki gün sonra, gasp edilmedik mal, tecavüz edilmedik can, mahvedilmedik namus kalmayacağını sen benden daha iyi bilirsin…Hiçbir şey için olmasa bile, beş on düşman askeri öldürmek de bir kâr değil mi? Bütün köyler eli bağlı bir koyun gibi teslim oldukları halde, bizim köy, ecdadımıza layık bir şekilde şan ve şerefle kendini müdafaa etse daha iyi olmaz mı? Ama aramızda beş on kişi telef olacak, belki köy yakılıp yıkılacakmış.. Zaten nasıl olsa herifler çoğumuzu gebertip köyü de yıkacak olduktan sonra, müdafaa edilerek yıkılsa daha iyi değil mi?
Üç köylü, bu kargaşa esnasında belki köpeklerinin birinden veya ikisinden mahrum kalmak korkusuyla olacaktı ki, hiç bu fikirde değildi. Köy bir kale, köylüler devletin düzenli bir askeri olmadığı için böyle müdafaaya o hiç lüzum ve mana bulmuyordu.
O vakit Halil Hoca, büyük bir kızgınlıkla yerinden fırlarcasına silkinerek:
– Zaten biz bütün bu olanlara layık herifleriz.. diye haykırdı. Başka memleketlerde savaş başlayınca papazlara, kadınlara varıncaya kadar bütün millet ayağa kalkıp silahlanır. Sınıra koşar… Herkes memleketini karış karış müdafaa için insan asker olmak lazım değildir ki! Benim bildiğim şey, bir memleket düşman tarafından tecavüze uğrayınca eli silah tutan herkes ayağa kalkmalıdır. Şimdi oturmak, uyumak zamanında değiliz; bakın bütün dünya birbiriyle gırtlaklaşıyor… Harp zamanında herkes vatanını müdafaa etmelidir… Biz böyle bu kadar bencil olduktan sonra, herifler sarıklarımızı boynumuza geçirip karımızı, kızımızı, anamızı, evladımızı berbat ederlerse çok bir şey değildir ki…Ecdadımız böyle mi yaparlardı? Bizi bütün bütün mahvetmediklerine bin şükür etmeli… Dini, şerefi olan bir adam, geberir, bu rezalete tahammül etmez…Ben bunu bilirim…
Halil Hoca, nargilenin marpucunu bir tarafa fırlatarak, fırlayıp kalktı, kahveden çıktı. İmam efendi göbeğinin üçü de sarsıla sarsıla kahkaha ile gülerek:
-Halil Hoca çıldırdı… dedi.
***
Öbür sabah erkenden yirmi beş Rus askeri köye gelerek cami meydanında durdular. Çavuşları imamı, muhtarı hemen yanına çağırtarak bir tercüman vasıtasıyla bunlara kumandanından aldığı emir üzerine köyü işgal ettiğini ve uslu dururlarsa mal ve canlarının korunacağını bildirdi ve aldığı onay üzerine askerlerine emir verdi. Askerler üçer beşer öteye beriye dağıldılar. Biraz sonra, minarenin şerefesine dikilen bir gönder üzerine bir Moskof bandırası çekiliyordu.
Çavuş kendine bırakılan büyük bir vilayetin düzgün idaresine dikkatini yoğunlaştırmış çalışkan bir vali ciddiyetiyle cami avlusunda bir iskemleye oturmuş, verdiği emirlerin düzgün yapılmasına dikkat ediyordu. O esnada iki asker gelerek minareye bandırayı çektiklerini haber verdiler. Aynı zamanda bir asker koşarak geldi, karşıda küçük bir evin damında da hemen şimdi bir Osmanlı sancağı çekildiğini söyledi. Çavuş oturduğu yerden sıçradı, “Nerede, nerede bakayım” diye öfkeyle cami kapısının önüne kadar ilerledi.
– Bu ne bu? dedi. Daha şimdi bana ne vaat etmiştiniz?…Hepinizin birden derilerinizi yüzdürtmek mi istiyorsunuz be herifler?
İmam bayrağı görünce korkusundan sapsarı oldu. Fakat büyük bir iyimserlikle:
-Vallahi benim hiç haberim yok. O, aksi, deli herifin birisidir. Kendi kendine çekmiş olacak…Halil Hoca derler, divanenin biridir, dedi.
Çavuş gizli bir hazırlıktan, bir saldırıdan korkuyordu. Fakat imamın sözü üzerine biraz ferahladı, hemen askerlere emir verdi. Üç asker koşa koşa, bayırı çıkmaya başladılar. Bayır evvela biraz dik gittikten sonra, düzeliyor, Halil Hoca’nın evine kadar hafif ve düz bir meyil ile devam ediyordu. Askerler dik kısmı çıkıp da düz yere ulaştıkları anda birbiri arkası sıra atılan üç el silah üzerine üçü de sendeleyerek yere yuvarlandılar.
Çavuş bunu görünce yanı başında ayakta durmakta olan Üç Göbek’in çenesine fena bir yumruk sallayıp müthiş bir küfürle:
-Ulan bu ne? diye haykırdı.
İmam, ağzından akan kanı silmeye cesaret edemeyerek; “Canım ben ne bileyim? Benim ne kabahatim var?” diye şikâyet edecek oldu ise de alt göbeğine yediği pek zorlu bir tekme üzerine fena halde sendeleyerek titremeye başladı. Silah sesi işitilmiş, kahvede oturanların bazısı korku ve heyecanla sokağa fırlamışlardı. Çavuş haykırarak:
-Hepinizin derinizi yüzeceğim, bütün köyü yakacağım, yıkacağım, köpoğlu köpekler… Belanızı bulacaksınız; evvela kandırmak için koyun gibi teslim olun, sonra da el altından evlere adam ve silah doldurun öyle mi?
Şimdi, şimdi bakınız nasıl mahvedeceğim: İmam temin ediyordu:
-Canım vallahi değil, bizim haberimiz yok… Bu adam aksi herifin biridir; kendi kendine yaptığına yemin ederim. Bizim günahımıza giriyorsun.
Çavuş askerlerin hepsini çağırdı. İçlerinden on tanesini ayırdı. Onlara talimat vererek yeniden sevk etti. Halil Hoca’nın evine gitmek için bir yol vardı, ev ise tamamıyla o yola hakim bulunuyordu. Bunun için sevk olunan askerler bayırın düz kısmına gelince avcı gibi sürüne sürüne ilerlemeye çalıştılar. O anda evden ateş de başladı. Her ateşte çavuş burada vurulmuş gibi burkuluyor, ağzından başka bir küfür hırlıyordu.
Ev, bayırın üstünde olduktan başka, birkaç ayak merdivenle çıkılır bir set üzerine inşa edilmiş olduğundan, ateşlerin ekserisi tesirini gösteriyor, askerlerin birer birer kıvranarak, bükülüp çırpınarak oldukları yerde hareketsiz kaldıkları görülüyordu. Öyle ki bayırın dörtte üçü çıkılmamıştı ki, son Moskofun (da) kıvrıldığı görüldü.
O zaman çavuş, kudurmuş gibi oldu ve bu acının cezasını çıkarmak için, tıpkı dün gece Halil Hoca’nın tahmini veçhile Üç Göbek’in sarığını boynuna dolayıp boğacak gibi sarsıp savurarak, anlaşılmaz küfürlerle gürledikten sonra:
-Bana bak bre melun, diye haykırdı. Bana şimdi, hemen şimdi doğruyu söyleyeceksin bre hain… Bu evde kaç kişi var? Doğru söylemezsen seni hemen şimdi şuracıkta gebertirim!
Üç Göbek, on dakika içinde sıkıntıdan göbeğinin ikisini birden kaybetmiş, harap ve perişan bir halde çavuşun ayaklarına kapanıp yalvararak:
– Canım benim bildiğim şimdiye kadar karısıyla beraber otururdu. Eğer yanına başka adam almışsa bundan hiç haberim yok…
Çavuş tekrar gürledi:
– Ulan çakal suratlı herif, bu kadar ateşi bir kişi nasıl edebilir be? Aynı anda kaç ses çıkıyor, işitmiyor musun bre melun?
Bu işkence az daha devam etse imam muhakkak göbeksiz kalacaktı. Fakat çavuş, telef olan on üç Rus’tan başka şimdi ancak on iki kişi kaldıklarını, köylüler taarruza başlamış denilecek bir zamanda şiddetle devamın uygun olmayacağını düşünerek imamı def etti. Böyle küçük bir köyde on üç asker yitirdiği halde hâlâ hiçbir şey yapamamış olduğu aklına geldikçe âmirlerince azarlanmaktan korkuyordu. Yeniden asker çağırmak lazımdı, bunun için ise, yalan ve mübalağadan başka bir çare yoktu.
Oturdu, işin ehemmiyetini gözünde büyütüp evi bütün köylülerin sığınmış olduğu kuvvetli bir siper, mevki ve şekil cihetiyle korkunç bir kale, çekilen bayrağı açıktan açığa Rus askerine karşı bir saldırı şeklinde göstererek, bu kalenin zaptı için çok askere ve hatta topa bile ihtiyaç olduğunu bildiren bir rapor yazdı ve bir askerle hemen sevk etti.
***
Rapora cevaben, öğleden iki saat sonra, âsi kalenin zaptı için yeniden bir bölük asker geldi. Binbaşı, askerin birer birer hücum ettirileceğine toptan ettirilmesini uygun bulmuştu. Gelen yüzbaşı, imamın ve diğer köylülerin sorgulanmasıyla hadiseyi bütün boyutlarıyla öğrendikten sonra, kalede en çok otuz kişi bulunsa bile yüz kişinin süratli adımıyla hücumlarıyla, beş nihayet yedi dakika zarfında en çok otuz, otuz beş kişi olacağını tekrar ederek, mütecavizleri diri veya ölü olarak getirmek üzere, emri altında seksen asker sevk etti.
Bütün gün halk, merak ve heyecanla sokaklarda, pencerelerde bekleşiyor, acının kendilerinden çıkarılmak ihtimalinden titreyerek Halil Hoca’ya inat ediyorlardı.
Askerler aldıkları emre uyarak bayırın düz kısmına varır varmaz, jimnastik adımlarla koşmaya başladılar; adi yürüyüşle tahminen on beş, koşmak şartıyla, altı yedi dakikalık bir yol vardı. Demek ki, en az beş dakikalık tehlikeli bir mıntıkada hareket edilecekti. Yüzbaşı caminin önünde bakışıyla onları takip ediyor, yavaş yavaş ilerliyordu. Askerlerin safı arasından neferler birer birer devriliyor, fakat diğerleri inat ve ısrarla devam ediyorlardı.
Altı dakika zarfında eve varıncaya kadar, on dört on beş asker daha yuvarlanmıştı. Fakat nihayet altmış kadar asker soluk soluğa, sağ olarak kapıya varmışlar, ellerinde baltalarla kapıyı kırmaya uğraşıyorlardı. Kapı çabuk kırıldı, hemen içeri daldılar. Yüzbaşı bu esnada bayırın düz kısmına kadar çıkmıştı. Askerin bir kısmının içeri girdiğini, geri kalanının evin arka tarafına koşup (evdekilerin) kaçmalarına engel olmaya çalıştıklarını anladı. Fakat o anda, küçük evin bir ateş bulutu içinde müthiş bir patlamayla havaya uçtuğunu gördü.
Hadiseden on ikisi ağır yaralı olmak üzere otuz iki asker kurtulabilmişti. Diğerlerinin naaşları enkaz altında bulundu. Evin altında, yer altı gibi bir mutfakta da ellerinde bir(er) martin (tek kurşun atan bir tüfek çeşidi) olduğu halde, Halil Hoca ile ihtiyar karısının naaşı bulundu.
Moskof yüzbaşısı, Üç Göbek İmam’dan daha insaflı davranarak, onların yanına girdiği vakit, vatan ve milletleri için tek başlarına elli, elli beş düşmanı yok ettikten sonra, bu kadar şan ve şerefle, bu kadar kahramancasına ölen bu iki büyük ölüyü şapkasını çıkararak selamladı.(2)
…
Sözün özü: Milletine saygısı, vatanına sevgisi ve devletine sadakati olan kişi, düşmanından bile saygı görür. 7 Haziran 2015 seçimlerinde, düşmanından bile saygı gören bir milletin fertleri olacak bir neticenin alınması dileğiyle…
___________
1-http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Menkibeler/Osmanli-Hikayeleri/Detay/SANI-BUYUK-OSMAN-PASA/141(internet adresinde bulunan “Osmanlı Hikâyeleri” başlıklı yazıdan istifade edilmiştir)
2- Mehmet Rauf’un “Seçme Hikâyeler” isimli eserinden alıntı ile Prof. Dr. Nurullah Çetin, Mankurtluk Külahı, s, 54-63, Berikan Yayınevi, Ankara-2011.