Öngörü, kısaca; eldeki verilerden hareketle, hadiselerin cereyan şeklini ve varacağı noktayı önceden sezmek, neticeyi önceden tahmin etmek olarak tarif edilebilir. Siyasi anlamda öngörü; eldeki verilerden, bilgilerden, belgelerden, dokümanlardan ve mevcut ilişkiler ağından hareketle, siyasi hadiselerin varacağı noktayı önceden teşhis ve tespit ederek ona göre tedbir ve önlem almaktır.
Bu anlamda tarihimizde öngörü sahibi devlet adamlarımız olabildiği gibi, öngörü sahibi olmayan devlet adamlarımız da pek çoktur bizim. Mesela Bilge Kağan, Tonyukuk, Alparslan, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim, siyasi deha ölçüsünde öngörü sahibi devlet adamlarımızdı. Bu zincirin en son halkası ise Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Siyasi ve askeri anlamda öngörü sahibi olmayan devlet adamlarımız da çoktur bizim. Bunlardan ikisi Yıldırım Bayezit Han ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır. Bu zincirin son halkası ise Enver Paşa ve arkadaşlarıdır. Gününüzdekileri ise saymaya gerek yoktur. Çünkü Atatürk sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tamamıyla siyasi ve askeri bakımdan öngörü sahibi olmayan kişilerce yönetilmektedir.
Atatürk Deha Sahibi Bir Devlet Adamıydı!
Atatürk’ün deha sahibi bir devlet adamı olduğu konusunda asla şüphe yoktur. Onun en büyük öngörüsü, işgal altındaki vatan topraklarını kurtarma konusunda milletine güvenmesidir. Hangi maksatla olursa olsun; bir grup arkadaşıyla, İstanbul’dan hareket ederek Anadolu’ya geçmiş, Erzurum’a varınca, İngilizlerin baskısıyla hareket eden İstanbul hükümetinin hakkında almış olduğu tevkif kararını duyunca devlet memuriyetinden istifa etmiş ve kendisini halkının sinesine bırakmıştır. Çünkü o, iyi biliyordu ki; Türk Milleti o sırada güvenebileceği ve hiç düşünmeden peşinden yürüyebileceği bir lider arıyordu. O lider de kendisiydi. Düşündüğü gibi olmuş; siyasi ve askeri hadiseler, büyük ölçüde onun öngördüğü gibi cereyan etmiş ve sonuçlanmıştır. Yani zaman Mustafa Kemal Paşa’yı haklı çıkarmıştır.
Atatürk’ün özellikle siyasi dehasını ve öngörüsünü göstermesi bakımından onun 1933 yılında yapmış olduğu şu konuşma dikkate şayandır:
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır. Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını beklemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…”(1)
…
Siyasi gelişmeler, gerçekten de Atatürk’ün 1933 yılında öngördüğü gibi cereyan etmiş ve Sovyetler Birliği, Atatürk’ün bu konuşmasından sadece 57 yıl sonra dağılmış ve bu birliğin içinden peş peşe birçok bağımsız devlet, bu arada 5 tane de bağımsız Türk Devleti çıkmıştır; Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan. 1990 yılında demir perdenin yıkılmasıyla ayrıca Sovyetler Birliği içinde birçok özerk ve yarı özerk Türk Devleti’nin daha olduğu ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu, bu devletlerin varlığı bizim bilgimiz dahiline girmiştir; Dağıstan, Kırım, Ahbazya, Çerkezya, Balkarya, Karaçay, Çeçenya, Tataristan, Çuvasistan, Hakasya, Tuva, Yakutistan… vs.
Gelin görün ki; bizim öngörüsüz devlet adamlarımız, Atatürk’ün dehasından yoksun ve habersiz oldukları, ayrıca onun siyasi vasiyetini göz ardı ettikleri için bu duruma hazırlıksız yakalanmışlar ve ne bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ne de özerk ve yarı özerk Türk Devlet ve topluluklarıyla sağlıklı ilişkiler kurabilmişlerdir. 1990’lı yıllarda el yordamıyla kurulan yetersiz ilişkiler ise sonraki yıllarda, özellikle mevcut iktidar döneminde büsbütün zayıflamış bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak, Rusya, kendisinden bağımsız olan bu devletleri (Türkmenistan dışında) eskisi kadar güçlü bağlarla olmasa da “Bağımsız Devletler Topluluğu” adıyla yine kendi yörüngesine almış bulunmaktadır! Ayrıca Rusya, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin, Şangay İşbirliği Örgütü’ne de üye yapılmasını sağlayarak bu ülkeleri ikinci bir bağla daha kendisine bağlamış bulunmaktadır.
Bizim siyasi dehadan yoksun ve öngörüsüz devlet adamlarımızın yanlış ve yanlı kararları sebebiyle Özbekistan bugün Türkiye’den oldukça uzaklaşmış, Türkmenistan ile olan ilişkilerimiz ise sanki ikide bir bizimkilere hediye edilen meşhur Ahılteke atlarının sırtına sarılmış durumdadır! Çünkü bizim siyasi dehadan yoksun politikacılarımız, merhum Sapar Murat Türkmenbaşı’nın adeta yalvarırcasına yapmış olduğu talebe rağmen, ucuz Türkmen gazını almak yerine, tarih boyunca bölgede en büyük siyasi rakibimiz ve zaman zaman da en büyük düşmanımız olan Rusya’dan ve yine tarih boyunca bu bölgede en büyük siyasi rakiplerimizden birisi olan İran’dan doğal gaz almayı tercih etmişlerdir. Üstelik İran’dan aldığımız doğalgaz dünyanın en pahalı doğalgazıdır. Bunu biz değil, daha geçenlerde İran’a resmi ziyarette bulunan C.Başkanı R.Tayyip Erdoğan söyledi. Hem de Tahran’da ve İranlı mevkidaşının huzurunda! 1996 yılında “Ya al, ya öde” şeklinde İran’la ahmakça doğal gaz anlaşması yapan da bunların meşhur hocalarıydı yanılmıyorsam. Tahmin edileceği gibi Erbakan’dan bahsediyorum!
Atatürk’ün siyasi dehasını gösteren bir başka örneği ise dönemin Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi olan Aralov’un hatıratından öğreniyoruz. Tarih 02 Nisan 1922. Yer Konya ve Milli Mücadele son hızıyla devam ediyor. Mustafa Kemal Paşa, bir grup yerli ve aralarında Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Semyon İvanoviç Aralov ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilov’un da bulunduğu bir grup yabancı diplomatla ve askeri teftiş maksadıyla Ankara’dan Konya’ya gitmiştir. Malum; o tarihlerde Batı Cephesi Karargâhı Konya’nın Akşehir ilçesindedir ve o sırada Büyük Taarruzun hazırlıkları yapılmaktadır(2).
Şöyle diyor Sovyet Büyükelçi:
“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalarda yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşayı selamladılar. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, Medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.
Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini zor tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmaması söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek sesle, sertçe:
-‘Ne o’ dedi.
-‘Yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!…’
Mustafa Kemal konuşurken gözleri daha korkunç bir hal alıyordu.
-‘Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!’
Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden (utançlarından) kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında Hükümet Başkanı onları paylamıştı.
Mustafa Kemal Paşa bize dönerek;
-‘Hadi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı.’
Ve şöyle, isteksizce selam vererek oradan ayrıldı. Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun süre yatışmadı:
-‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onların mali kaynaklarından, vakıflardan yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşam kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.’
Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine, Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan bir konusu haline gelmişti.”(3).
…
Bilmem Farkında mısınız? Mustafa Kemal Paşa, bu günleri ta 1922 yılından görmüş gibidir. Yani bundan tam 93 yıl önce demek istiyorum. Bugünün Türkiye’si de tıpkı 1920’li yıllar gibi. O tarihlerde de bir sürü vakıf ve bu vakıflara bağlı bir sürü kıytırık medrese vardı ve bir kısım asalak ve türedi tipler, bu miskin yuvalarını kendilerine mesken ve geçim vasıtası yapmışlardı, bugün de her taraf mantar gibi Vakıf ve Vakıflara bağlı üniversite kaynıyor. Fakir fukaranın çocukları PKK ile çatışarak dağlarda can verirken, zenginlerin mirasyedi çocukları, elbette babalarının ve bu vakıfların, din ve inanç hortumculuğu yaparak halktan topladıkları yardımlarla, kerameti ve eğitim kalitesi kendinden menkul bu vakıf üniversitelerine kapağı atıyorlar, sonra da buralarda yan gelip yatıyorlar! Askerliklerini ise elbette mevcut iktidarın zırt pırt çıkarmış olduğu bedelli askerlik kanunu çerçevesinde bedelli olarak yapıyor bu besili mahluklar!
Son yıllarda mantar gibi biten bu Vakıfların, devlet imkânlarını alabildiğine kullandığı, hükümet tarafından verilen teşvik ve imtiyazlarla birçok mükellefiyetten muaf tutuldukları, birçoğunun gelirinin vergiden muaf olduğu biliniyor. Elbette bu vakıflardan pek çoğuna bağış kabul etme ve yardım toplama yetkisi verildiği de. Tıpkı bugün (17 Nisan 2015 Cuma) Türkiye sathındaki camilerden yine yardım toplayan Türkiye Diyanet Vakfı’nda olduğu gibi! Bana ulaşan bilgiye göre; bu vakıf sahibi olduğu, Ankara ve İstanbul’da kurulu bulunan ve toplam yatak sayısı 300 civarında olan üç ayrı hastanesini de satmış bulunuyor. Bu vakıf, buralardan gelen trilyonluk paralarla hangi kara deliği kapatıyor da, bunlarla yetinmeyip yine cami kapılarında halkın dini duygularını sömürerek yardım topluyor, bir türlü aklım ve havsalam almıyor efendiler!
Ayrıca bu vakıflardan birçoğunun, mevcut siyasi otoritenin himayesi altında olduğu biliniyor.Tıpkı Erdoğan ailesinin adeta aile vakfı haline getirilen TÜRGEV’de olduğu gibi…
R.Tayyip Erdoğan’ın Öngörüsüzlüğü!
Siyasi deha ve öngörü dedim de aklıma geldi. Hatırlanacağı gibi; Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz yıl Başbakan sıfatıyla 1915 olayları hakkında yayınlamış olduğu resmi mesajda “…Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.” diyerek, adeta sözde Ermeni soykırımını tanımış ve bu sebeple Ermenilerden özür dilemişti(4).
Tayyip Bey’in, bu siyasi öngörüden ve diplomatik dehadan yoksun çıkışının faturası gerçekten de çok ağır oldu. Önce, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, adeta kendisiyle dalga geçti, arkasından Katolik Alemi’nin ruhani lideri Papa Françesko Ermeni Soykırımı’nı tanıdı ve cümle aleme ilan etti, arkasından da Avrupa Parlamentosu Ermeni Soykırımı’nı kabul eden bir yasayı onayladı. Şimdi sırada ABD Başkanı H.Barack Obama var. Türkiye’de ve Dünyada bütün gözler ABD Başkanı’nın her sene 24 Nisan’da yapmış olduğu geleneksel konuşmaya çevrilmiş bulunuyor. Bekleyin lütfen; her sene İngilizcede “Büyük Felâket” anlamına gelen bir kavramla, ne şiş yansın ne kebap türü bir açıklamayla konuyu geçiştiren Obama, bu sene Papa ve Avrupa Parlamentosu’ndan esinlenmek ve olayların 100. yılı münasebetiyle Ermeni Diyasporası’nın yoğun baskısını da dikkate alarak kesinlikle “Soykırım” diyecektir. Yerli işbirlikçiler ve dahili bedhahlar artık uygun bir yerlerine kına yakabilirler!(5).
Ecdat, “Keskin sirke küpüne zarar” diye boşuna dememiştir. Tayyip Bey, sertleştikçe ve diktatörlük emareleri gösterdikçe, hem yurtiçindeki sempatisi düşüyor ve kendisine karşı nefret duyguları kabarıyor, hem de uluslararası arenadaki saygınlığı ve etkisi azalıyor. Eğer böyle olmasaydı, hiç Ak Saray’ın ilk konuğu olma şerefini bahşettiğimiz Papa Françesko, ayağının tozuyla “20. Yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı” şeklinde açıklama yapar mıydı? Eğer böyle olmasaydı hiç Etyen Mahçupyan Efendi, Başbakanlık Başdanışmanlığından kovulma pahasına “Bosna ve Afrika’da yaşananların soykırım olduğu kabul edilirken 1915’te Ermenilere yapılanlara soykırım dememek imkânsız”(6) ve “Türk siyasetinde en nefret edilen şahıs Tayyip Erdoğan’dır”(7) diyebilir miydi sanıyorsunuz?
Yaklaşık bir asır öncesinden bugünleri gören Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurmuş olduğu bir ülkenin, bir yıl sonrasını bile hesap edemeyen ve bunu sürekli olarak “Aldatıldık” kavramıyla açıklayıp, işin içinden sıyrılmaya çalışanlarca yönetilmesi, milletimiz adına ne hazin bir durumdur.
Türk Milleti, titre ve kendine dön artık…
_______________
1-http://turan.org.tr/ataturk%C2%B4ten/,
2-Karşılaştırma için bkz. . Ayrıca bk. Yard. Doç.Dr. Osman Akandere, “Atatürk’ün Konya’ya İkinci Defa Teşrifleri (1-4 Nisan 1922)” başlıklı bilimsel makalesi, sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/download/106/101
3- bkz. “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” isimli kitaptan naklen
‘e-dil-uzatanlar.html. Karşılaştırma için bkz. .
4- ,
5-Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’a göre Obama her sene Ermeni dilinde “Soykırım” anlamına gelen “metz yeghern” kavramını zaten kullanmaktadır. Bu sene de muhtemelen bu kavramın İngilizcesini, hatta bizimkiler iyice anlasınlar diye belki Türkçesini de kullanacaktır. Şükrü Elekdağ’ın Obama’ya yazdığı mektup için bkz.
6-http://www.haber3.com/mahcupyanin-soykirim-sozune-mhpden-tepki-3315717h.htm,
7-