Sevgidir her işin başı.
Sevgidir insanı insan yapan, yücelten.
Sevgi güzelliktir. Doğadır. Acıları, sevinçleri, sevdaları ortaklaşa yaşamaktır. Bölüşmektir.
Sevgi insanlaşmaktır.
Halktan uzakta, mutluluğu sırça köşklerinin duvarları arkasında arayanlar, anlayabilirler mi sevginin derinliğini?
Yüreklerinde öç alma duygusundan başka duyguya yer vermeyen, insanı, insan sağlığını, insan yaşamını hiçe sayan politikacılar bilebilirler mi sevginin sonsuzluğunu?
Anlayabilirler mi sevginin erdemini?
Yokluk, yoksulluk, nedeniyle cinnet geçirip kafasına kurşun sıkanları, maaş kuyruğunda can veren emeklileri görmezden gelenler; “Dinsel bağış” adı altında topladıkları paraları iç edenler; “Gözünü toprak doyursun” bedduası ile “ulusun efendisi” köylüyü lanetleyenler, görebilirler mi sevginin boyutlarını?
“Ananı da al git lan” diyenler çözebilirler mi toplumun sorunlarını?
Ama onlar için ne insanın, ne doğanın ne de hayvanın önemi var… Onlar için önemli olan tek şey han hamam sahibi olmak, mülk üstüne mülk katmak, canlıların ölümü pahasına da olsa ne yapıp edip zenginleşmek…
“Hep bana, rab bana…”
“Daha yok mu? Daha yok mu?” diyorlar…
Gözleri doymuyor…
Sanki kefenin cebi varmış gibi…
Kefende cep bulamayacaklarını anlayınca, bu kez de ayakkabı kutularına koyuyorlar trilyonları… Çelik kasalara dolduruyorlar…
Yine de gözleri doymuyor…
Bu kez ormanları yağmalıyorlar… Yakıyorlar… Bin bir renk cümbüşünün dalgalandığı, zümrüt yeşili ağaç denizinin köküne kibrit suyu dökerek, onları maden ocaklarına, taş ocaklarına dönüştürüyorlar…
İnsan olan insan, orman yakar mı?
İnsan olan insan, milyonlarca börtü böceğin yaşadığı ormanı keser mi?
Hayvan öldürür mü?
Hayvanların yaşam koşullarını bile bile yok eder mi?
İnsan olan insan, İnsanları ormansız, havasız, soluksuz bırakıp, nefesini keser mi?
Ve bütün bu eylemleri de bugüne değin, din maskesinin arkasına gizlenerek yaptılar, yapmaya devam ediyorlar… Toplum alıştı artık… Kanıksadı… Benimsedi… Sadaka ekonomisini…
Daha doğrusu benimsetildi…
Alıştırıldı…
Yoksul halka aşevlerinde bir avuç mercimek çorbası, bir avuç pilav vererek yandaş topluyorlar… İki kilo pirinç, üç kilo makarna ile toplumu uyuşturarak, oy avcılığı, oy dolandırıcılığı yapıyorlar…
Sonra da herkese dindar olduklarını göstermek için, bir medya ordusu ile Cuma namazlarına koşuyorlar… Çıkışta da politik mesajlar vermeyi asla ihmal etmiyorlar…
Ayrıca seçim dönemi gelince, açıyorlar kesenin ağzını, elleriyle yoksullaştırdıkları halka paralar dağıtıyorlar… Bir taşla iki kuş vuruyorlar… Bir taraftan hayırsever olduklarını kanıtlayıp “hayır duası” alıyorlar, bir taraftan oy topluyorlar…
Yine bir Seçim ortamına girdik…
Rezilliğin, kepazeliğin bini beş para… Yaratıklar sarmış dört bir yanımızı…
Yozlaşmış insanlar… Yalaka insanlar… Bir gün önce “AK” dediğine bir gün sonra “KARA” diyenler…
Koltuk, makam, mevkii uğruna haysiyetini, şerefini satılığa çıkaranlar…
Hem iktidar partisinde hem muhalefet partilerinde öyle ayak oyunları oynanıyor, öyle hokkabazlıklar yapılıyor ki, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutuyoruz…
Örneğin, AKP’ye adaylık başvurusu yapmadan önce, partiyi yere göğe sığdıramayan bir adam vardı… Canlı bir TV programında şunları söylüyordu:
“Ecevit, Demirel, Çiller döneminde kuraklık vardı. Şimdi 24 saat yağmur yağıyor…” yağışları bile AKP’nin varlığına bağlayan adam, aday olamayınca partiden istifa edip, bu kez birden ağız değiştirdi… “AKP’yi sildim. AKP yalan parti, torpil var…”
Örneğin, AKP’ye adaylık başvurusu yapmadan önce, partiyi yere göğe sığdıramayan bir adam vardı… Canlı bir TV programında şunları söylüyordu:
“Ecevit, Demirel, Çiller döneminde kuraklık vardı. Şimdi 24 saat yağmur yağıyor…” yağışları bile AKP’nin varlığına bağlayan adam, aday olamayınca partiden istifa edip, bu kez birden ağız değiştirdi… “AKP’yi sildim. AKP yalan parti, torpil var…”
Bu adam yüzlerce örnekten sadece biri…
Seçilme uğruna milyonlar harcanıyor… Paralar dağıtılıyor… Din sömürüsü yapılıyor…
Hırs bürümüş gözlerini…
Aslında onlar, politikaya soyunmadan önce adam olmayı öğrenmeliler…
Sahtekârlık, hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk yaparak ne kendileri insan olabilir, ne de bu toplumu aydınlığa çıkarabilirler…
Atatürk’ün deyişi ile her şeyden önce politikacının görevi, “Hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına yol göstermektir…”
Politikacılar küfretmeyi, bağırıp çağırmayı, ağız dalaşını bir yana bırakıp, işte bu görevi yerine getirmelidirler. Mutluluk yolunda halka kılavuzluk yapmalıdırlar.
Her şeyden önce özgür düşünceli olmalıdırlar… Korku imparatorluğu kurma yerine, sevgi imparatorluğu kurmalı, Ortaçağ kalıntısı kültürden kurtulmalı, bilimsel, aydınlanmacı, akla dayanan kültürü oluşturmalıdırlar.
Herkesi eşit görmelidirler.
Kadını kara çarşaf ve türban içine tutsak edip, dünya ile bağlarını koparan; yaşlılara, hastalara bile zulüm uygulayan bir politikacı, çağdaş insan sayılır mı? Sayılabilir mi?
Onun uygar dünyada yeri var mıdır?
(alieralp37@gmail.com)
Bir yanıt yazın