“ÖLÜ ORDUNUN GENERALİ”

OLU-ORDUNUN-GENERALI-Ismail-KADARE__41049010_0

 

“ÖLÜ ORDUNUN GENERALİ”

HÜSEYİN MÜMTAZ

               

18 Mart günü memleketin batısında 100’üncü yılında Çanakkale şehitleri anılırken doğusunda Newroz ateşi yakılmış. Ağrı’da “ateşin yakılmasından sonra” konuşan Belediye başkanı Sırrı Sakık, batıda ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diyenlere mesaj yollamış ve; “Demiştim ki ey oradaki çeteler. Siz Mustafa Kemal’in askeri değil generali olsanız ne yazar. İt sürüleri. Bundan dolayı ve 30 Mart, 1 Haziran seçimlerindeki o yenilgiden dolayı Adalet Bakanı bizzat talimat veriyor ve hakkımda dava açılıyor. 1 Nisan’da adliyede olacağız. Buradaki polisler, çekim yapanlar, not tutanlara aynı şeyi tekrarlıyorum. Onlar it sürüsüdür, onlar bu halka düşmandırlar” demiş.

Benzer ağız bozukluğunu bir yerlerden hatırlıyor musunuz?

“Meşe ağacının dalı nerenize battı sayın hükümet? Bizi şahin ve güvercin diye ayırmayın. Hass…tir diyorum. Hass…tir”.

Bu da Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in 2009’daki laflarıydı.

Sakık’ın, devletin kurumlarına, devlet görevlilerine ettiği bu hakaretlerden sonra bırakın görevden alınacağını, üç gün hapis yatacağını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

Baydemir’e bile “çerçeveyi daha geniş tuttuğu halde” ancak para cezası uygun görülmüştü.

Mütareke İstanbul’unu çeşitli yönleriyle yazan Kemal Tahir’in, ömrü vefa etseydi “Esir Şehrin Generali”ni yazma düşüncesi var mıydı bilmiyorum ama “Ölü Ordu’nun Generali”, Arnavut yazar İsmail Kadare’nin 1964 yılında yazdığı ve sonradan tiyatro eseri haline de getirilen romanının adıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra uluslararası bir anlaşmayla ölü askerlerin kemiklerinin ülkelerine geri götürülebileceği kararlaştırılır. Roman işte bu amaçla görevlendirilen bir “Alman” generali ile rahibinin Arnavutluk’ta başlarından geçenleri konu edinmektedir.

Bunca yoğun ve karmaşık bir gündemde İstanbul Şehir Tiyatroları’nın güzel bir rastlantı ile bu oyunu repertuarına alarak Üsküdar Musahipzade Celal Sahnesi’nde sahnelemekte olması bizi gündemin iç karartıcı karmaşasından bir nebze uzaklaştırmakta, sanat ufkumuzun zenginleşmesine de hayli katkıda bulunmaktadır.

Dönüyoruz “Karaköse”ye, Sırrı Sakık’ın söylediklerine..

1.Mustafa Kemal’in askeri/generali olmak ne demektir, bunu düşünen hiç kimse mi yok?

2.Memleketin batısında yahut herhangi bir yerinde Mustafa Kemal’in hiçbir askeri/generali yok mudur da bu laflardan etkilenmedi, üzülmedi, “muazzep” olmadı?

3.Sakık; konuşurken çekim yapıp, not tutarak görevini yapan Türk polisine nasıl, nereden aldığı hangi güçle küfür edebilmekte, hakaret edebilmektedir? Yaptırımı yok mudur? Meydan böylesine boş mudur?

“Mustafa Kemal’in askeri/generali” lâfına dönelim..

Demek ki yoktur, kalmamıştır Mustafa Kemal’in askerleri/generalleri.

Doğrudur.

Mustafa Kemal’in askerleri/generalleri yoktu, “Zabit”leri ve “Kumandanları” vardı.

“Kuvvet ordudur. Ordunun menba-ı hayatı ve saadeti, istiklâli takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan iman-ı vicdanîsidir.

Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci hedef-i taarruzu oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka zabitini mahvetmek, zelil etmek lâzımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta mevani ve müşkülât kalmaz.

Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre zabitan heyetimize teveccüh eden vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.

Binaenaleyh kuvvetin, ordunun vücudu için lâzım olduğunu söylediğim menba -ki milletin iman-ı vicdanîsidir- mevcuttur. Ordu ise arkadaşlar ancak zabitan heyeti sayesinde vücutpezir olur. Malûm bir hakikat-i askeriye hakikat-i felsefiyedir ‘ordunun ruhu zabitandadır’. O halde zabitanımız düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir ve ihya edecek ve ordu ve milletimizin istiklâlini muhafaza edecektir.

Millet, istiklâlinin mahfuziyetinden ibaret olan gaye-i hayatiyesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden zabitandan bekler, işte zabitanın âli olan vazifesi budur.

Allah göstermesin milletin istiklâli ihlâl edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır. Zabitan izah ettiğim âli, mukaddes ve umum nokta-i nazardan uhtelerine terettüp eden vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz istiklâl mücahedesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Hayat-ı şahsiye ve hususiyeleri itibariyle de zabitler fedakâran sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları tezlil ve tahkir ederler. Hayatında bir an olsa bile zabitlik etmiş, zabitlik izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü istihkar etmiş bir insan hayatta iken düşmanın tasmim ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır: şerefini masun bulundurmak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği o şerefi payimal etmektir.

Binaenaleyh zabit için ‘ya istiklâl, ya ölüm’ vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, istiklâlimizi muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima müstakil görmekle bahtiyar olacağız!”

Yukarıdaki metin, “TC Başbakanlık Atatürk, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu”nun resmî internet sitesinden kısaltılarak alınmıştır.

31 Temmuz 1920 günü Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde bu konuşmayı dinleyenlerden hayatta kimse kalmadığına göre, kalmadığı için Sırrı Sakık’ın meydanı böyle boş bulduğu, desteksiz salladığı anlaşılıyor.

Mustafa Kemal’in askerleri ve generalleri yoktu.

“Zabit ve Kumandanları” vardı.

Mülazim, Kolağası, Miralay’ları vardı.

İstanbul’un işgalini Mümin Yıldıztaş, “Yaralı Payitaht İstanbul’un İşgali” adlı çalışmasında “İşgal Başlıyor” başlığı altında şöyle anlatır;

“Galata Rıhtımına yanaşan Adrian Gemisi’nden çıkan iki Fransız subayı İstanbul’a ilk ayak bastığında takvimler 8 Kasım 1918’i gösteriyordu. Bunu 13 Kasım’daki 22’si İngilizler’e, 12’si Fransızlar’a, 17’si İtalyanlar’a ve 4’ü de Yunanlılar’a ait toplam 60 parçalardan oluşan Müttefik donanmasında bulunan askerlerin İstanbul’a çıkışları izledi.

İşgal devletleri sadece İstanbul’u işgal etmekle kalmayıp tüm küstahlıklarını da göstermekten geri kalmadılar. Fransız işgal kumandanının kendisini karşılamak üzere selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçlamasının yanı sıra Dolmabahçe Sarayı’nda da kendisinin oturacağını söyleyerek Osmanlı padişahının derhal boşaltmasını istemesi, Fransız küstahlığının hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından oldukça ilginçtir.

İşgal altındaki İstanbul, kontrol, denetim ve sorumluluk olarak üç bölgeye ayrılmıştı. Galata ve Beyoğlu bölgesinde İngilizler, İstanbul yakasında (Suriçi) Fransızlar, Kadıköy bölgesinde ise İtalyanlar ayrı ayrı denetim mekanizması oluşturmuşlardı. Her işgal komutanlığı kendi karargâhı bünyesinde bir de askeri mahkeme ve hapishane kurmuştu.”

Turgut Özakman “ŞU ÇILGIN TÜRKLER”’de (Sayfa 58) işte o “Esir Şehir”den bir olay anlatır.

“İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile;

– ‘Beyler..’ dedi,- ‘.. İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler. ‘

Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu.

Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi.

Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:

– ‘Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.

– ‘İçeri al.’

Nazır subaylara bilgi verdi:

– ‘Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.’

Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:

– ‘Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz. ‘

Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.

Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle, ‘Oğlum..’ dedi,’.. dün akşam Beyoğlu’nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?’

– ‘Evet efendim, doğru.’

Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi; – ‘Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?’

– ‘Hayır, efendim gördüm.’

Nazırın canı sıkıldı: – ‘Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.’

– ‘Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?’

Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı: – ‘Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım.’

Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:

– ‘Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.’

Nazır bıkkınlıkla, ‘söyle bakalım’ dedi.

‘Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale’de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem.’

Harbiye Nazırı bozuldu: – ‘Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum. ‘

Yüzbaşı sükûnetle, ‘Anladım efendim’ dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı: – ‘Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!’

Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.

Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.

Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular…”

                Padişahın “Nâzır Paşası” öyle, “Kolağası” Faruk da işte böyle bir adamdı.

Önce adam idi, sonra Kolağası idi.

Bir de “Miralay Reşat Bey” vardır hatırlayacaksınız, yine Mustafa Kemal’in “zabitlerinden”..

Çoğu kişi “Miralay” ile “Albay”ın aynı olduğunu zanneder.

Değildir..

Aralarında dağlar kadar…

Tepeler kadar…

“Çiğiltepe” kadar fark vardır.

Modern çağın askerlik/onur/kahramanlık destanını yazan Miralay Reşat Bey 1879’da İstanbul’da doğdu. Harbiye’nin 1896 mezunudur.

Trablusgarp ve Balkan Savaşları’na katıldı, 1915 yılında Çanakkale Cephesi’nde çarpıştı.

Suriye Cephesi’nde 1918’de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, Aralık 1919’da bir yıllık esaretten kurtulduktan sonra İnebolu’dan İstiklal Yolu üzerinden Ankara’ya geçti.

Yarbay rütbesi ile I. ve II. İnönü ve Sakarya muharebelerine de katıldı; 1 Mart 1922’de rütbesi miralaylığa yükseltildi; son olarak 57. Tümen Komutanlığı görevine atandı. “Büyük Taarruz”da 57’nci Tümen Komutanı’ydı.

Miralay Reşat, 27 Ağustos 1922’de, Çiğiltepe’yi Başkomutan Mustafa Kemal’e söz verdiği saatte ele geçirememesinden duyduğu üzüntüden dolayı tabancayı şakağına dayayarak intihar etti.

Tümeni tepeyi yarım saat sonra aldı.

Mustafa Kemal’in Miralay Reşat Bey’i, Reşat Bey’in de bir atı vardır..

Reşat Bey’in cenazesi, muharebeler sürerken alınıp ertesi gün defnedilmek üzere, cephe gerisindeki bir binanın giriş katındaki bir odaya konur. Cenazenin arkasından getirilmekte olan atı da aynı odanın penceresinin demir parmaklıklarına bağlanır.

Bir süre sonra atı oradan almak isterler..

Gitmez.

Çözerler.

Ayrılmaz.

Ertesi sabah atın da o pencerenin önünde ölmüş olduğunu görürler.

Asil hayvandır.

https://www.turkishnews.com/tr/content/2012/09/11/miralay-resat-bey/

Bilmiyorum, günümüzde öyle at var mıdır?

Çanakkale’nin 100’üncü yılını idrak ettik ya..

Çorum’da 18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 100’ncü yıldönümü nedeniyle şehit aileleri için düzenlenen yemekte, Vali Ahmet Kara ile aynı masada oturan bir şehit babası Garip Karaca arasında tartışma çıkmış.

Vali Kara, şehit yakınlarının sorunlarını anlatırken sesini yükselten şehit babası Karaca’ya “Önce kendine gel” dedikten sonra masadan kalkarak başka masaya oturmuş.

İzmir’in Kadifekale Semtindeki Hava Şehitliği’nde de, 18 Mart Şehitler Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 100′üncü yıldönümü nedeniyle tören düzenlenmiş. Dualarla anılan şehitlerin kabirlerine karanfiller bırakılmış. Bu sırada, her yıl şehitliğe geldiğini belirten bir kadın, Vali Mustafa Toprak’a, konuşmasında Atatürk’ün adını kullanmadığı gerekçesiyle tepki göstermiş. Anı defterine Mustafa Kemal Atatürk’ün adını yazdığını dile getirip, “şehitlerle ilgili bir tören” olduğunu hatırlatan Vali Toprak, tepkili kadının kendisini dinlememesi üzerine yanından ayrılmış.

Öyle ya.. Tören şehitlerle ilgili ise Mustafa Kemal de Çanakkale’de veya başka bir yerde şehit olmadığına göre neden bahsedilsin?

Ama bir an düşünün..

Göğsündeki o saate çarpan kurşun iki santim yukarı gitseydi..

Yarbay Mustafa Kemal şehit olsaydı..

O andan sonra Çanakkale’de ne olurdu?

Samsun’a kim çıkardı? Erzurum, Sivas’a kim giderdi?

23 Nisan diye bir tarih olur muydu?

Sakarya Zaferi?

9 Eylül?

29 Ekim?

Kim zaten İngiliz zırhlısı ile vatanını terk eden padişahımız efendimizin şahsında padişahlığı ve..

Hilafeti kaldırırdı?

1923 olmayacağına göre 1923’ün yüzüncü yılı da olmazdı değil mi?

Bir düşünsenize..

Tarih Sevr’de takılıp kalacağına göre Lozan da olmayacaktı.

Lozan olmayınca memleketin bir taraflarındaki kışlalara, cadde ve sokaklara Muğlalı, Karabekir, Fevzi Çakmak isimleri verilmeyecekti.

(Demek ilk mevziiyi, Van’daki kışlanın kapısından Muğlalı’nın ismi kaldırılınca kaybetmiştik.)

Çünkü memleketin o tarafları olmayacaktı; Sevr haritası geçerli olacağına göre İstanbul’a, İzmir’e, Antalya’ya, Diyarbakır’a, Trabzon’a pasaportla, büyük bir ihtimalle Schengen vizesi ile gidecektik; sadece Ankara-Konya civarına sıkışmış kalmış olacaktık.

Sakık’lar, makıklar yolları, sokakları böylesine dolduramayacaklardı.

Mustafa Kemal ve 31 Temmuz 1920 günü Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde hitabettiği “zabitler” ile “kumanda heyetinden” günümüzde ne yazık ki kimse hayatta değildir.. 21 Mart 2015

 

57’İNCİ ALAY HER YERDE

HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ

“ÖLÜ ORDUNUN GENERALİ” - OLU ORDUNUN GENERALI Ismail KADARE 41049010 0

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir