Ceren Şehirlioğlu iş ve eş durumundan ABD’ye göçmek durumunda kaldı. Şimdi, geçen üç yılın ardından bize gitmek, kalmak ve ülkeye uzaktan bakmak üzerine söyleyecekleri var.
1 Mart 2015
Üç yıl önce evlendim, bir kızım oldu ve Teksas’a taşındım. Aynen bu sırayla. Hatta hepsi birbirinin üstüne geçerek. Uçağa binerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sanki hayatımın aşkından ayırmışlar, biri ölmüş, evim yanmış durup durup, hüngür hüngür… Austin’de kurabiye kalıbından çıkmış gibi sıra sıra evlerin olduğu bir sokakta yaşıyorduk. Hava mütemadiyen 200 derece. Dışarıda çıt yok. Kocaman evde yapayalnız oturuyorum. Günlerce bahçedeki salıncağın paslanmış zincirine baktım. Evdeki bütün nevresimleri ütüledim. Bahçeye domates ektim (2 haftada öldü.) Amazon’dan tüm halı temizleyicilerin yorumlarını okuyup en dandiğini aldım. Halıları yıkadım. Ben salıncağa baktım, salıncak bana bakmadı.
Akşamları kocamla kavga ettim. Neredeyse her gün. “Ben İstanbul’a dönmek istiyorum” diye ağladım. Teksas’ın o uçsuz bucaksız otobanlarına baktıkça sonsuza gidiyorlarmış gibi korkuyordum.
Yurtdışında, ülkesinden uzakta yaşayan insanların birbirlerinin gözlerine bakar bakmaz anladığı, bir his bu: Korku. Alışacak mıyım? Kendimi ifade etmeyi becerebilecek miyim? Tutunabilecek miyim? Kaçırdıklarımı yakalayabilecek miyim?
İlk günler sanki dün doğmuş gibi, market alışverişi, trafik kuralları, banka hesabı açmak, tesisatçı çağırmak, çöp çıkarmak gibi şeyleri baştan öğrenmem gerekti. 33 yaşından sonra 8 yaşına döndüm. Mesela bazı günler evde 6 aylık kızıma bir şey olsa ne yapacağımı bilemeyeceğimi düşünüp panik atak geçiriyordum. Bir yandan da hiçbir şey öğrenmek istemiyordum. Buraya alışmak, gamsız bir expat gibi yaşamayı kabul etmek, “Türkiye de çok iğrenç oldu yieaa” diye konuşan gevrek göçmenlerden olmayacaktım. Amerika ne ya?! Teksas ne??!
BENSİZ DE AKIYOR DÜNYA
İllüstrasyon: Serhat Gürpınar
Bir süre sonra salıncağa bakıp bakıp düşünürken sakinleştiğimi fark etmeye başladım. İstanbul’da bıraktığım bir dolu köhne şeyin ağırlığı yavaş yavaş hafifliyordu. Bomonti’de çatısı akan evim, bir ayağı kırık koltuğum, eski mektupların istif edildiği küflü çekmece, her lokmasını ezberlediğim lokantalar, eski sevgililer, görmek istemediğim bir dolu insan, onlarca hikâye, kötü anı, 2 bin kere yürüdüğüm ve hiçbir zaman da farklı bir halt olmayan sokaklar… Her şey giderek uzaklaştı. Evi özlemek bir yana, evden kopabilmenin özgürlüğü iyi bir şeydi. Domestik sersemlikler peşinde koşmaktansa, mutlu değerlendirmek için tonlarca vaktim vardı. Her şeyi yapabilirdim aslında. İstersem yeniden okula başlardım, bitiremediğim bütün kitapları okurdum, yeni kafeler, yeni barlar, yeni insanlar keşfeder, istersem bütün gün uyur, belki de tüm öğleden sonra cips yiyip Mad Men izlerdim. Öyle de oldu.
Tam Teksas’ı kabul edebileceğimi düşünürken Seattle’a taşınmaya karar verdik. Şimdi evimden çok daha uzakta Pasifik kıyısında ha bire yağmur yağan bir yerdeyim. Kızım bana “mommy” diyor. Perihan diye yataklarımıza işeyen bir kedimiz var. Bahçemizde bir elma ağacı, bodrum katında cins cins örümcek yaşıyor.
Sıla hasreti denilen şey insanın küçükken kırdığı kemik gibi. Ara sıra sızlayarak kendini hatırlatıyor. Ben buradayken anneannem, babaannem ve kedim öldü. Arkadaşlarım evlendi, birinin ikizleri, birinin kızı, ikisinin oğlu oldu. Hiçbirini göremedim. Artık en büyük korku işte bu. Hayatın bensiz akıp gideceğine alışmak. Deliler gibi özlediğim arkadaşlarımla yaz tatilinde rakı sofrasına oturduğumda eskiden sular seller gibi birbirimizi tamamladığımız hikâyelere uzak kalmak.
TÜRKİYE BENİ TERKETTİ
Burada kimse adımı bile söyleyemiyor. “Siirın” diyorlar bana “Siirın”. Düzeltmiyorum da artık. Espri yapamıyorum, ahkâm kesemiyorum, çok acayip bir olayı her türlü minik detayıyla, alayıyla, ağız dolusu anlatamıyorum. Kibar, uysal, uyumlu biriyim.
Başka türlüsünü yapamıyorum. Amerikalılara kapris yapamıyorum, yalan söyleyemiyorum, atlatamıyorum, laf sokamıyorum. Onların evi burası. İyi bir misafir gibi davranıp geçiyorum.
Ben buraya “Türkiye bitmiş oğlum” diye gelmedim. Hiç de kaçasım yoktu o ‘bitmiş Türkiye’den. Her yerini hâlâ, her şeye rağmen çok seviyordum. Ama en son bu yaz geldiğimde anladım ki artık o beni sevmiyor.
Benim gibi birini istemiyor. Kılığımdan kıyafetimden, kızımdan, kocamdan, dinlediğim müzikten, beğendiğim filmden nefret ediyor. Mutlu olmamı da istemiyor. Umurunda değil kalmışım gitmişim. Hatta gitmişim belki daha iyi.
O beni terk etti yani. Yıllar sonra pislik bir herife dönüşen sevgili gibi ayının biri olmuş Türkiye. Amerika da çok matah değil. Ama bazı günler haberleri açtığımda en önemli olayın balinaların Puget Kanalı’ndan geçişi olması biraz tatlı. Hayatın beni hiç zorlamadan inanılmaz kolay akıp gidebilmesine hâlâ alışmaya çalışıyorum. Annemin mücverini, Elif’in balkonunu, her yerde sigara içebilmeyi delice özlüyorum ama ben artık Türkiye’ye neden döneyim? Nostalji çok titrek bir his. Küçücük anlarda usul usul dürtüyor insanı. Bir yerde Sezen Aksu çalsa, patlıcan kızartma koksa, bir pencereden begonvil sarksa, gece kedi miyavlasa, hava işte bir biçim olsa ilk uçağa binip dönesim geliyor. Ama bu artık başka bir macera. Dünyanın her yerinin kapısını açan, köksüz, hür, göçmen değil göçebe olmanın hikâyesi.
Benim hikayem: Bu sayfa sizin, yazın yayımlayalım. benimhikayem@hurriyet.com.tr
Bir yanıt yazın