TBMM’de milletvekilleri, yeni kolluk yasası için birbirleriyle savaş verip, birlerini meclisin merdiven boşluklarına ata dursunlar; Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa, Genel Kurmay Başkanlığı’ndaki “Harekât Merkezi”nde haritanın başına geçerek, muhteşem bir ricat (geri çekilme) harekâtına daha imza attı geçen akşam! Komutanların tekmili birden, üniformalar fora şekilde sadrazamın çevresinde halkalanmışlar, sadrazam da ceketini çıkartarak, beyaz gömlek üzere kırmızı kravatıyla masadaki haritanın üstüne öyle bir abanmış ki; o biçim! Kâh, parmağıyla haritanın üzerinde bir yerleri işaret ediyor; kâh duvardaki ekranda bir yerleri gösteriyor; sağında mevcut Erkan-ı Harbiye Reisi Necdet Paşa, solunda müstakbel Erkan-ı Harbiye Reisi Hulusi Paşa oturmuşlar. Her ikisi birden, Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa’nın askeri dehasına hayran bir şekilde onun haritada ve ekranda gösterdiği noktalara gözlerini dikmişler. Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri Komutanları da var orada ama onlara pek iş düşmemiş olacak ki; onlar boş gözlerle öylesine bakıyorlar kenardan. İşte bu ahval ve şerait içinde, muhteşem bir ricat harekatı izledik milletçe, iki gece önce!
Eğer ortalıkta düşman taraf filan olsaydı, bu harekata “Yarma” veya “Huruç” harekatı diyebilirdik. Ancak ortada böyle bir manzara da yoktu harekât sırasında. Dolayısıyla, önceki gece(21-22 Şubat gecesi) icra edilen harekat, en azından bizim Türkçe bilgimizle ancak “kaçma”, “tüyme” veya “sıvışma” kavramlarıyla izah edilebilir bir harekat olarak geçmiştir tarihe.
Bunu nereden çıkarıyoruz? Elbette yine Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa’nın kendi sözlerinden. Dedi ki kudretli Ahmet Paşamız: “Bu mekan üçüncü kez yer değiştirmiş. Yine Suriye sınırları içinde kalmıştır. Bu da geçici bir nakildir. Suriye’de şartlar düzeltildiğinde ümit ederiz ki asıl yerine nakli kubur yapılabilir…”(1).
Gördünüz mü bir kere? Ahmet Paşa, bu konuda son derece kararsız. Çünkü “Orası bizim kutsal vatan toprağımızdır. Mutlaka tekrar döneceğiz” diyemiyor. Ya ne diyor? “Suriye’de şartlar düzeltildiğinde ümit ederiz ki asıl yerine nakli kubur yapılabilir…” diyor. Ne demektir bu? Bu şu demektir; “bu konudaki inisiyatifimizi tamamen kaybettik. İnisiyatif başkalarının eline geçti. Eğer başkaları himmet buyurup izin verirse, kabri tekrar aynı yerine nakledebiliriz!”
Eğer bu konudaki inisiyatif Türkiye’de olsaydı, Sadrazam Ahmet Paşa’nın bizzat sevk ve idare ettiği harekat sırasında askerlerimiz, orada bulunan ve tekrar döndüklerinde kullanılacak olan yapılara dokunmazlar, olduğu gibi yerinde bırakırlardı. Ancak hayır; ricat harekatını gerçekleştiren askerler, bizzat Sadrazam Ahmet Paşa’dan aldıkları emirlerle, orada bulunan türbenin ana yapısını ve karakol binasını Türk yapımı bombalarla havaya uçurmuşlardır! Bu durumu bizzat Ahmet Paşa açıklamıştır ve şu sözler kendisine aittir: “Herhangi bir istismara yol açmamak için geride kalan yapılar kullanılamaz hale getirilmiştir.”(2).
Peh, peh, peh. Osmanlı bile yamamıştır bunların yaptıklarını. Eğer yapmış olsaydı, şu anda Ne Balkanlarda, Ne Orta Doğuda Türk Eseri diyebileceğimiz hiçbir şey kalmazdı. Ancak hayır; Osmanlı, belki de bir gün torunlarının buralara tekrar geri döneceğini hesap ederek, vücuda getirmiş olduğu hiç bir esere dokunmamış, böylece buralarda bir anlamda kendi mührünü, kendi damgasını ve kendi tapu senetlerini bırakmayı tercih etmiştir. Eğer aksini, yani tıpkı Davutoğlu Ahmet Paşa ve adamlarının yaptığını yapmış olsaydı, şimdi ne Mostar Köprüsü kalırdı ortada, ne Üsküp İsa Bey Camii ve ne de Kâbe’yi çevreleyen Revaklar…
Milletçe öğrendik ki; Türkiye bu harekâtı, PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin egemen olduğu Kobani bölgesini kullanarak gerçekleştirmiştir. İşte bu sebeple BDP’li milletvekilleri, “Bu operasyon, Kobani Kantonu yetkilileriyle, PYD-YPG’nin bilgisi dahilinde yapılan ortak bir operasyondur” diye hava atıyorlar ötede beride(3). Yani TSK, IŞİD’in hakim olduğu bölgeden değil, PYD’nin hakim olduğu bölgeden gidip gelmiştir. Bu sebeple geçtiğimiz gece gerçekleştirilen ricat harekatında; TSK’nin caydırıcılığı ve savaş kabiliyeti test edilmiş değildir!
Öte yandan harekat sırasında herhangi bir çatışma söz konusu olmadığına göre; Süleyman Şah Türbesi’nin IŞİD kuşatmasında olduğu iddiası da koca bir yalan demektir! Yok eğer, bu bölgenin IŞİD kuşatmasında olduğu doğru ise ve buna rağmen terör örgütü, harekâtı gerçekleştiren TSK unsurlarına saldırmadıysa, o zaman geriye tek ihtimal kalıyor. O da, Türk tarafı ile IŞİD terör örgütünün bu konuda pazarlık yaptıkları ve anlaştıklarıdır! Bizi böyle düşünmeye sevk eden ise Musul Başkonsolosluğu mensuplarının da böyle bir pazarlık ve takas yöntemiyle kurtarıldıklarının daha sonra ortaya çıkmış olmasıdır. Ak Saray’daki zat ve adamları, başlarda “şöyle başardık”, “böyle hallettik” şeklinde böbürlenirlerken, Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa, Başkonsolos’u hava alanında alnından öperek karşılarken, sonradan gerçek ortaya çıkınca, “Nasıl olduysa oldu, siz sonuca bakın” diyerek kesip attılar konuyu!
Bakınız ne diyor maiyetiyle birlikte tam 101 gün boyunca IŞİD’in elinde esir kalan Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz: “Bize diz çöktürdüler ve bizi prangaya vurdular!”(4). Bu diz çöktürme ve prangaya vurmanın muhatabının, Musul Başkonsolosluğu personelinin şahsında Türkiye Cumhuriyeti olduğunu söylememize sanırım gerek yoktur. Anlaşılan Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa ve yönetimi, ikinci kez diz çökmemek ve prangaya vurulmamak için, kutsal vatan toprağı olan (Halep yakınlarında) Karakoz Köyü mevkiindeki Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu alanı düşmana terk etmeyi yeğlediler.
Eskiden Olsa Kelle Giderdi!
Bizim kültürümüzde vatan toprağı kutsaldır ve uğruna savaş verilmeden düşmana teslim edilemez. Bunun aksini yapanlar ise eskiden kelleyi kaybetmekle karşı karşıya kalırlardı. Bunun örneği çoktur tarihimizde. Hatta bırakınız, vatan toprağını savaşmadan düşmana terk etmeyi, Sarayın emriyle veya oluruyla düşmanla savaşa tutuşup, ordusu mağlup olarak düşmanın vatan toprağına girmesine sebep oldukları için kelleyi kaybeden çok sayıda sadrazam ve paşa vardır bizim tarihimizde. Bunların başında da ünlü generalimiz Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gelir.
Böyle olmasa bile, en azından bu tür paşalar ve diğer sorumlular, Divan-ı Harbe verilerek yargılanırlardı. Suçlu bulunanlar, kelleyi yağlı urgandan kurtarsa bile en azından ailesiyle birlikte sürgüne gönderilirlerdi. Günün birisinde Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa ve emrindeki paşalar da sırf önceki gece gerçekleştirdikleri ricat harekatı sebebiyle yargılanırlar mı bilmem. Umarım yargılanırlar ve umarım verecekleri bir cevapları vardır bu konuda. Anlaşıldı; oradaki askerlerimizi kurtarmak öncelikli hedefimizdir. Ancak biz, bu kurtarma işinde tek seçeneğin, onları bir gece ansızın kaçırmak ya da tası tarağı toplayıp oradan sıvışmak olmadığını düşünüyoruz. Madem Süleyman Şah Türbesi, kutsal vatan toprağı idi, şu halde bölgeye daha çok asker ve daha çok savaş araç-gereci sevk etmek de düşünülebilirdi. Öyle ya; bir taraftan askerlere ısrarla “Vatan sana canım feda” diye yürüyüş kararı saydıracaksınız, bir taraftan da konu vatan savunması olunca, tabanları yağlayıp kaçacaksınız! Olacak şey değil!
Ancak heyhat; biz sarı öküzü bundan 12 sene önce Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde zaten kurda kaptırmıştık. 4 Temmuz 2003 günü, Süleymaniye’de, Amerikan askerleri, seçme askerlerden oluşan Türk timinin barındığı evi basıp 11 askerimizin başına çuval geçirdiğinde, Millet olarak sarı öküzü kurda kaptırdığımızı zaten anlamıştık biz. Ondan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Bülent Arınç’ın “Bu generaller zamanında iyi ki savaşa filan girmemişiz. Çünkü bunların savaşacak halleri yok. Bunlar askerlikten başka her şeyi yapmışlar “ sözü işte burada anlamını bulmaktadır.
Vatan Toprağı Kutsaldır Öyle Kolayca Terk Edilemez!
Kıytırık bir terör örgütü olan IŞİD’e karşı mücadeleyi ve orada kalıp Süleyman Şah Türbesi’ni kanımızın son damlasına kadar savunmayı göze alamayıp, oradan kaçışımızı görünce uzun süre içten içe ağladım! Belki bir teselli bulurum diye tarihi hayal etmeye ve zihnimdeki tarih sayfalarını birbir çevirmeye başladım. Aklıma gelen ilk savaş Niğbolu Savaşı oldu. 1396 yılında gerçekleşen savaşın arifesinde Haçlı Ordusu Niğbolu Kalesi’ni kuşatmıştır. Kale Kumandanı Doğan Bey, bir avuç askeriyle ölümü göze alarak bu kaleyi günlerce ve kahramanca savunmuştur. Sonunda ne olmuştur; İstanbul’dan yola çıkan Padişah Yıldırım Bayezit komutasındaki Osmanlı Ordusu, imdada yetişmiş ve bu kahraman ordu, Haçlı Ordusu’nu yenerek Türk tarihine bir büyük zafer daha eklemiştir. Aynı şeyi Süleyman Şah Türbesi’nin Türk kumandanı da yapabilirdi. Üstelik Süleyman Şah Türbesi sınırımıza sadece 30 km. derinlikte. Uçaklarımız göz açıp kapayıncaya kadar orada olabilirdi.
Niğbolu’dan sonra aklıma Kanije Savunması geldi. 1601 yılında gerçekleşen bu savunma savaşında yaşlı general kahraman Tiryaki Hasan Paşa, emrindeki 9-10 bin askerle, sayıları 35-100 bin arasında verilen Habsburg ordusuna karşı Kanije Kalesi’ni tam 73 gün boyunca kahramanca savunmuştur. Üstelik savunmakla kalmayıp, Arşidük II.Ferdinand’ın ordusunu perişan etmiş ve bu savunma savaşını zaferle taçlandırmıştır. Çünkü Haçlı ordusu, geride 47 büyük top, 14.000 tüfek, 60.000 çadır, 15.000 kazma kürek, binlerce erzak ve Ferdinand’ın altın tahtı ve otağını bırakarak kaçmak zorunda kalmıştır. Aynı şeyi, Süleyman Şah Türbesi’nin kumandanı da yapabilirdi. Üstelik Süleyman Şah Türbesi sınırımıza sadece 30 km. derinlikte. Uçaklarımız göz açıp kapayıncaya kadar orada olabilirdi.
Kanije’den sonra zihnime Plevne Savunması ve Gazi Osman Paşa geldi. Ünlü 93 harbi sırasında (1877-78), Plevne Kumandanı Gazi Osman Paşa’nın, Rus ordusuna karşı yapmış olduğu dillere destan savunma savaşından bahsediyorum. Aynı şeyi, Süleyman Şah Türbesi’nin kumandanı da yapabilirdi. Üstelik Süleyman Şah Türbesi sınırımıza sadece 30 km. derinlikte. Uçaklarımız göz açıp kapayıncaya kadar orada olabilirdi.
Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu alanın, hiç bir direnç gösterilmeden, adeta tabanları yağlayıp kaçarcasına IŞİD terör örgütüne teslim edilmesi, gerçekten de büyük utançtır milletimiz için. Oysa orası da, tıpkı Ankara ve İstanbul gibi bir vatan toprağıdır. Hunlar döneminde geçtiği söylenen şu rivayet ne güzel anlatır bize, vatan savunmasının önemini:
“Çinliler, Türkleri erken bir savaşa kışkırtmanın faydalarını düşünerek, Türk Hakanı’na bir elçi gönderir ve atını isterler. Hakan, kurultayı toplar, görüşme açılır. Beylerin hepsi bir Türk Hakanı’ndan atını istemenin hakaret manasına geldiğini, savaşmanın daha yerinde bir karşılık olacağını öne sürerler. Ama uzak görüşlü bir adam olan Hakan, kendisine ait bir şey için milleti tehlikeye atmayacağını bildirir ve çok sevdiği atını Çin İmparatoruna yollar. Bir müddet sonra, Çin’den yeni bir elçi gelir. Han’ın eşini ister, verilmezse savaş açacaklarını bildirir. Kurultay bir daha toplanır, bütün beyler, sonsuz bir öfke içinde, derhal savaş kararı alınması gerektiğini söylerler. Hakan yine karşı çıkar; eşini Çin İmparatoruna yollar. Nihayet Çin’den üçüncü bir elçi gelir, Hun Ülkesinin hiçbir işe yaramaz, çorak bir parçasını ister. Kurultay toplanır. Beylerin kararı kesindir. Hakan’ın atı ve eşi verildikten sonra, işe yaramaz bir toprak parçası uğruna savaşa girilemeyeceğini öne sürerler. Fakat Hakan şöyle der: ‘Atımı istediler verdim. Çünkü o benim şahsi malımdı. Eşimi istediler verdim, o da benimdi. Ama yurdumun bir karış toprağını bile veremem. Çünkü o toprak kutsaldır ve benim değil, milletin ortak malıdır. Hazırlanın, savaşacağız’”.
Süleyman Şah’a Karavan Türbe Yapılsın!
Osmanlı Hanedanı’nın atası (Osmangazi’nin dedesi) kabul edilen Süleyman Şah’ın, gerçekte kim olduğu kesin değildir. Zira onun künyesini “Kutalmışoğlu” şeklinde gösteren bazı yayınlar var. Oysa biz biliyoruz ki; Kutalmış Oğlu Süleyman Şah, Alp Arslan’ın kumandanlarından Kutalmış’ın oğlu ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusudur. Ölüm tarihi 1086’dır. Kutalmış Oğlu Süleyman, aynı zamanda Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu’nun da torunudur. Osmanlı Hanedanı’nın atası kabul edilen Süleyman Şah ise başka bir kişidir.
Rivayete göre; Süleyman Şah, yönetimindeki Kayı boyuna yeni bir yurt bulmak amacıyla iki adamıyla birlikte 1236 yılında atlarıyla Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırken boğularak şehit olmuşlar ve yine rivayete göre; iki adamıyla birlikte bugün Suriye Sınırları içinde kalan Ceber Kalesi’nin yamaçlarına defnedilmişlerdir. Türk Ordusu, birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmalar uyarınca Suriye’den çekilince, Suriye sınırımızı belirleyen ve 1921 yılında imzalanan Ankara Antlaşması’na göre; Ceber Kalesi’ne “Türk Toprağı” statüsü verilmiştir.
Atatürk düşmanlarının ve cumhuriyete “90 yıllık reklam arası” nazarıyla bakanların dikkatini çekerim; gerçekte bir Osmanlı Paşası da olan Mustafa Kemal Paşa, sizler gibi “Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu alanın canı cehenneme” anlamına gelen bir tavırla, oradan kolayca vazgeçivermemiş, belki de ileride “Misak-ı Milli” sınırlarını gerçekleştirebiliriz düşüncesiyle orada bir Türk damgası veya bir Türk Tapu Senedi kalmasını düşünerek Türbenin bulunduğu alanın Türk toprağı statüsünde olmasını şart koşmuş ve bunu, ilk olarak 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması (9. madde) ile o dönemin süper güçlerinden birisi olan Fransa’ya, arkasından da 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması (3. madde) ile diğer İtilaf Devletleri’ne kabul ettirmiştir.
1970’li yıllara gelindiğinde Hafız Esat yönetimindeki Suriye, bölgede bir baraj inşaatına başlamış ve Ceber Kalesi’nin bulunduğu alanın sular altıda kalacağını bildirerek türbenin başka bir alana taşınmasını teklif etmiş ve 1973 yılında imzalanan bir antlaşma ile Süleyman Şah Türbesi bugünkü bulunduğu alana, sınırımıza 30 km, Şanlıurfa kent merkezine 92 km., Halep’e 123 km. uzaklıkta ve Fırat’ın doğu yakasında yer alan Karakozak isimli köye, yine Fırat nehri manzaralı yaklaşık 10 dönümlük bir alana nakledilmiştir. 21-22 Şubat akşamı ise, apar topar bir şekilde işte buradan sökülerek sınırımıza 200 m. mesafede bulunan ve PYD güçlerinin egemen olduğu Kobani kantonuna bağlı Eşme köyüne getirilmiştir.
Yani açıkçası Karakeçili Yörüklerinin (Osmanlı hanedanının) atası kabul edilen Süleyman Şah, tıpkı hayatta olduğu gibi öldükten sonra da (elbette bizim yöneticilerin kifayetsizlikleri ve öngörüsüzlükleri yüzünden) konar-göçer bir ahiret hayatı yaşamaya devam etmektedir. Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa’nın, bir taraftan Türkiye’nin menfaat alanlarının Asya ve Afrika içlerine kadar uzatılmasını öngörerek “Stratejik Derinlik” ismiyle kitap yazması, bir taraftan da Süleyman Şah Türbesi’ni, sınırımıza 30 km mesafeden alıp, 200 m. mesafeye taşıyarak, sınır derinliğimizi ve menfaat alanımızı 200 m. ile sınırlandırması anlaşılır gibi değildir. Hele hele bir taraftan, “Ecdadımızın atla gittiği her yere biz de gideceğiz” diye böbürlenen, arkasından da ecdadın yürüyerek gittiği yerdeki bir vatan parçasına uçaklarla bile gitmeyi göze alamayıp, düşmana terk edenleri herhalde bu millet asla affetmeyecektir. Millet affetse bile bu sefer tarih affetmeyecektir.
Yazımızın burasında Sadrazam Davutoğlu Ahmet Paşa kabinesine, Ak Saraydaki zata ve bilumum Yeni Osmanlıcılara bir teklifimiz olacak: Bence Kobani’nin Eşme köyünde yapacağınız yeni Süleyman Şah Türbesi’ni karavan şeklinde yapın. Yani tekerlekler üzerine oturtun. Böylece taşımada kolaylık sağlanır. Nasıl olsa bu gidişle yakında PYD ile kurmuş olduğunuz ittifak da bozulur ve türbeyi tekrar taşımak zorunda kalırsınız. Osmanlının atası Süleyman Şah mı? Vallahi hiç kimseden çekmedi şu Yeni Osmanlıcılardan çektiğini erenler…
_______________
1-http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/218851/Davutoglu_ndan_Suleyman_Sah_operasyonu_aciklamasi.html#
2-http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/davutogludan-suleyman-sah-operasyonu-aciklamasi-750800/
3-http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/219749/HDP_li_Gur__Meclis_te_YPG_nin_aciklamasini_okudu.html#
4-http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/diz-cokturup-silah-cektiler-749974/
Bir yanıt yazın