Gâzi Süleyman Şah’ın Ailesi
Gâzi Süleyman Şah, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusudur. Türkiye Selçuklu Devleti’ne gelince, XI. yüzyılın son çeyreğinde, Anadolu’da kurulan Gâzi devletlerin en önemlisidir.
Türkiye Selçuklu Devleti’ni kuran Gâzi Süleyman Şah, ünlü Selçuklu ailesine mensuptur. O’nun büyük babası Arslan Yabgu, aileye adını veren Selçuk’un oğullarından biridir. Selçuk Bey’in vefatından sonra Oğuzların reisi olmuştur. Arslan Yabgu ailenin ve onlara tabi olanların sorumluluğunu üstlendiği zaman, Maverâünnehir’de yeni bir düzen teşkil olunmaktaydı. Maverâünnehir, Türkistan’da, Sir Derya ile Amu Derya nehirlerinin hayat verdiği, eski zamanlardan beri insanlarla meskûn, son derece de verimli araziye deniyordu. Maverâünnehir bu özelliği ile bölge devletleri arasında egemenlik mücadelelerine sahne oluyordu. Arslan Yabgu’nun sorumluluk üstlendiği tarihlerde bölge üzerinde Karahanlı Devleti ile Gazneli Devleti arasında mücadele vardı. Bölgede kurulmuş Sâmanoğulları Devleti son demlerini yaşıyordu. Bu devlet 999 yılında rakip iki devlet tarafından ortadan kaldırılmış, toprakları taksim edilmiştir.
Arslan Yabgu sorumlu bulunduğu toplum adına adı geçen devletler arası ilişkilerde yer almıştır. O’nun amacı bölge devletlerinden herhangi birine hizmetkâr olmak değil, yeni geldikleri bu topraklarda en az zayiatla tutunmayı ve barınmayı gerçekleştirmektir. O ve maiyetindekiler gerçek anlamda vatan garibi idiler. Düşman bir topluma ve vahşi bir tabiata karşı koymak ve meydan okumak denildiğinde Selçuklu Türkleri akla gelmelidir. Arslan Yabgu’nun olağanüstü kuvvet kazanması hem Karahanlıları hem de Gaznelileri endişelendirmiş, ona karşı düşmanca davranmalarına sebep olmuş, nihayet Arslan Yabgu Gazneli Sultanı Mahmud tarafından ele geçirilerek hapsedilmiş, hapis hayatı 1032’de O’nun vefatı ile sonuçlanmıştır. Arslan Yabgu’ya mensup iken vefatı sebebiyle başsız kalan, aynı zamanda Çağrı ve Tuğrul Beylerin emrine girmeyerek Irak-ı Acem’e geçen Oğuzlara “Irak Türkmenleri” adı verilmiştir. Orta zamanlarda Irak kıtası iki kısma ayrılıyordu. Bağdat, Basra, Küfe ve Samarra’nın yer aldığı, Mezopotamya’nın güney kesimine Irak-ı Arap denirken buradan Tahran’a kadar uzanan bölgeye de Irak-ı Acem deniyordu.
Büyük Selçuklu Devleti, 1040’ta kurulduktan kısa bir süre sonra, geniş çaplı bir fütuhat planı hazırlamış, batı istikametindeki fetihler için aileye mensup beyleri görevlendirmiş ve harekâtın üç koldan yapılmasını kararlaştırmıştır.
Selçuklu tarihinde yönetilenlerin çıkardığı bir meselenin bulunmamasına karşılık yönetenlerin sebep olduğu meseleler vardır. Bunlar çoğunlukla siyaset ile ilgilidir ve en önemlisi de taht mücadelesidir. Taht mücadelesi, Türk egemenlik anlayışının doğal bir sonucudur. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu Gâzi Süleyman Şâh’ın babası olan Kutalmış da taht mücadelesinde bulunmuş ve bu uğurda hayatını vermiştir.
Kutalmış’ın, Selçuklu ailesinin müstesna şahsiyetlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Başlıca kuvvet kaynağını Oğuzların-Türkmenlerin teşkil ettiği Kutalmış, her zaman kendisini Büyük Selçuklu Sultanı ile eşit haklara sahip bir hükümdar saymaktadır. O, gayrı meşru telakki ettiği bir yönetimi devirmek için harici bir devletin desteği yerine merkezi yönetimden memnun olmayan Oğuzlara-Türkmenlere güvenmekle yetinmiştir. Amcası Mikâil’in çocukları Çağrı ile Tuğrul’un, babasının Gazneliler elinden kurtarılması için ciddi bir girişimde bulunmadıklarını, hatta onların kendi başlarına hareket ettiklerini görmüştür. Kutalmış, mevcut uygulamadan memnun olmayan Oğuzlar-Türkmenler ile birlikte Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek için önce Tuğrul Bey’e karşı harekete geçmiş ve ordusunu bozmuş, sonra Büyük Selçuklu başkenti Rey’i kuşatmış, ilk başkent olan Nişapur’dan yola çıkan yeni sultan, Çağrı Bey, oğlu Alparslan ile karşılaşmış, şiddetli ve kanlı bir savaşta taraflar ağır kayıplar vermiş, netice itibariyle Kutalmış ve maiyetindekiler bozguna uğramıştır. Savaş meydanında ölümden kurtulan Kutalmış atını sarp dağ yollarına sürmüş, takip sırasında atı sürçmüş, yere düşmüş ve aşırı kan kaybından ölmüştür. Cesedi Rey’de toprağa verilmiştir (1064).
Sultan Alparslan Kutalmış’ın isyanına ve ölümüne çok üzülmüştür. Kutalmış’ın kardeşi Resul-Tekin, çocukları Mansur, Süleyman ve faaliyetleri hakkında fazla bir bilgimizin olmadığı Alp Yülek ve Devlet, Rey’de bir süre esir tutulduktan sonra serbest bırakılmışlar, bir tür sürgün olarak, Anadolu sınırlarında mecburi ikâmete tabi tutulmuşlardır. Vezir Nizamülmülk’ün “öldürülmeleri aileye uğursuzluk getirir…” demesi üzerine Kutalmış’ın çocukları ölümden kurtulmuşlardır.
Bir hadiseye meydan vermemeleri için Kutalmışoğuları, ya gaza yaparak hizmette bulunmaları veya şehit olarak bertaraf edilmeleri için, Bizans sınırlarına sürülmüştür. İlk geldikleri yer Diyarbakır, Urfa ve Birecik çevresidir. İlk faaliyet alanları da Fırat boyları, Urfa-Halep-Antakya üçgenidir.
XI. Yüzyılın İkinci Yarısında Anadolu
Anadolu, erken tarihlerde Bizans-Sasani mücadelelerine sahne olmuştu. Sasani İmparatorluğu son bulduktan sonra Anadolu, bu defa üç yüzyıl devam edecek olan Emevi-Bizans ve Abbasi-Bizans mücadeleleri sonucunda iyice tahrip olmuş ve ıssızlaşmıştı. Selçuklu Türkleri Orta Doğu’ya geldiğinde ve Anadolu kapıları Türklere açıldığında bu ülke gayet tenha idi. Sınır boylarında, garnizonlar ve müstahkem mevkiler dışında kimse yaşamıyordu. İç kesimlerde ise ancak şehirlerin iç kalelerinde ve şehirlere yakın köylerde meskun insanlar vardı. Denilebilir ki bu tarihlerde Anadolu bir kaleler ülkesi idi, yeni varislerini bekliyordu.
Tarım ve hayvancılık orta zamanlar Anadolusunun esas uğraşısı idi. Mevcut şartlar gereği tarım şehirler civarında köylerde ve surların hemen dışında yapılıyordu. Bu yerleşim hali Anadolu’ya yönelik Türk akınlarının başarısını artıran etkenlerden biri idi. Vergilere gelince, normal zamanlarda bile ağırdı. Olağanüstü zamanlarda konan vergiler Bizans tebasını bezdirmiş idi. Sivil ve asker yöneticilerin aşırı vergi alımından kaynaklanan zulümleri sebebiyle Anadolu ahalisi mevcut yönetimden memnun değildi. Bizans tebası, yaşadıkları toprağın sahibi veya mutasarrıfı olmak şöyle dursun aksine toprağa bağlı köle konumunda idi. Anadolu’nun bu durumu ahalinin, fatih Türkleri bir kurtarıcı gibi karşılamasına yardımcı olmuştur. Anadolu’nun nüfusunun azlığı, mevcut nüfusun yoksulluğu ve teşkilatsızlığı Oğuzların-Türkmenlerin az bir kuvvetle ve çok kısa bir zamanda, ciddi bir direnme ile karşılaşmadan Orta ve Batı Anadolu’yu kolayca fethetmelerine sebep olmuştur.
Türklerin Anadolu’ya yerleşmeye başlamaları burada vatan kurma bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Büyük Selçuklu sultanlarının Türkmen kitlelerini Anadolu’ya sevk etmeleri, onların akın ve yağmalarından İslâm ülkelerini korumakla, devletin genel asayişini sürdürmekle, kendilerine yeni bir vatan bulmak, böylece Bizans’a karşı kuvvet kazanmakla ilgilidir. Anadolu, Malazgirt zaferinden 810 yıl sonra bir baştan bir başa fethedilmiştir. Issız Anadolu Oğuzlar-Türkmenler tarafından benimsenmiştir. Adı geçenler bir daha geri dönmedikleri gibi, Türkistan ve İran’da yaşayan soydaşları tarafından sürekli takviye edilmişlerdir.
Kutalmışoğularının tarih sahnesine çıkışları, Anadolu’ya gelişleri veya gönderilişleri ile ilgili tarihi kayıtlar oldukça karışıktır. Bunlardan çıkarılan sonuca göre Kutalmışoğuları Anadolu’ya gelmiş, büyük bir Türkmen kitlesinin başına geçmiş, içlerinden Gâzi Süleyman Şah Anadolu toprakları üzerinde ilk Türk sultanlığını kurmuştur.
Eserini Türkiye Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev adına yazan Ravendî, Kutalmış oğlu Süleyman için “nesebinde ismini Kara Arslan, lakabını Gazi buldum” demektedir. Şu sözler de Ravendî’ye aittir: “Yüce Allah Arslan Yabgu neslinden bir Süleyman gönderdi ki, O’na miras kalmış hükümdarlık, tıpkı Nuşirevan Devri’ne benzer. İnsanlar, şeytan, peri, hayvan ve kuşlar Süleyman gibi, O’nun huzurunda da hizmet ve itaat kuşağını bağlayacaklar ve O’nun maiyyetindekiler cihan zapt etmekte “sabah yürüyüşü bir ay, akşam ilerleyişi bir ay” ayeti ile işaret edilen yürüyüşü meslek edineceklerdir (Ravendî, c.I, s.86). Gerçek odur ki; Türkiye Selçuklu Devleti’ne varis olan Osmanlı Türkleri, muhtemeldir ki Ankara bozgunu ve İran gaileleri olmasaydı, Atlantik sahillerine kadar varmış olacaklardı. “Süleyman Şah” diye zikredilmesi, O’nun Anadolu kale ve şehirlerini fethedip egemenliğini kurduktan sonradır. Yönetimi altındaki Türk kuvvetleri Marmara, Ege ve Akdeniz arasındaki beldelere girerek hakim olmuşlardır.
Kutalmışoğularının Anadolu’daki Faaliyetleri
Kutalmış’ın çocukları üç koldan Anadolu’nun fethine girişmişlerdir. Mansur ve Süleyman ayrı ayrı fethe çıkarken Alp Yülek ile Devlet bir gurup teşkil etmiştir. Mansur ve kumandanları, İç Batı Anadolu’da fütuhatta bulunurken, Birecik’i üs edinen Süleyman, Güneydoğu Anadolu’yu fethe çalışıyordu. Alp Yülek ile Devlet Bizans arazisinde fetihlerle meşgul oldukları sırada Suriye’den bir çağrı mektubu almışlardır. Mektubu gönderen Türkmen beylerinden Şökli’dir. Şökli, mektubunda Suriye hakimi Atsız’ın Selçuklu soyundan olmadığını, kendisine hizmette bulunmak istemediğini, buraya gelecek olurlarsa onların hizmetine gireceğini bildirmiştir. İki kardeş çağrıya uyarak Suriye’ye gitmişler ve Atsız’a karşı yapılan savaşta yenilerek esir düşmüşlerdir. Antakya çevresinde bulunan Süleyman esir kardeşlerinin iade edilmesi için büyük Sultan Melikşah nezdinde teşebbüste bulunmamış veya buna cesaret edememiştir. Antakya kuşatmasını kaldıran Süleyman Anadolu’ya geçmiş, Konya ve çevresini fethetmiştir. Aynı tarihlerde İzmit Körfezi’ne kadar ilerleyen Emir Tutak’ın ve emrindeki yüz bin kişilik kuvvetin Anadolu’da Süleyman’a katıldığı düşünülmektedir.
Büyük bir Türkmen kitlesinin başında olarak Anadolu’da fetihleriyle ünlenmiş Artuk Bey’in, büyük Sultan Melikşah tarafından merkeze alınıp bilahare Irak’a tayin edilmesinden sonra iki kardeşin, Mansur ile Süleyman’ın, Bizans’a karşı ortak hareket ettikleri görülmektedir. Mansur ve Süleyman’ın Bizans’a karşı izledikleri stratejinin esası, meşru otoriteye karşı isyan eden generalleri desteklemek, böylece yürüyüşlerine engel olabilecek kuvvetleri bertaraf etmekti. Bizans’a karşı harekatta iyi sonuçlar alındığı bir sırada kardeşlerin arası açılmıştır. Bunu Süleyman’ın Anadolu’da tek başına hakim olma isteğiyle açıklamak mümkündür. Süleyman, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’a bağlılığını göstermek, Büyük Selçuklu başkentinde şahsına duyulan güveni pekiştirmek maksadıyla kardeşini merkeze karşı isyana hazırlandığı biçiminde büyük Sultan Melikşah’a ihbarda bulunmuştur. Büyük Selçuklu Sultanı konuyu ciddiye almış, Mansur’un cezalandırılması için ordu sevk etmiştir. Mansur, olup bitenlerden habersiz olarak İstanbul’da Bizans İmparatorunun yanında bulunuyordu. Büyük Sultan Melikşah, İmparatordan elçisi marifetiyle Mansur’u ortadan kaldırmasını istemişse de onun bu isteği İmparatorca geri çevrilmiştir. Gelişmelerden haberdar edilen Mansur, Anadolu’ya dönerek kardeşi ile mücadeleye girişmiştir. Meselenin çözümü için Büyük Sultan Melikşah, Emir Porsuk kumandasında büyük bir orduyu Anadolu’ya göndermiş, Süleyman’ın kuvvetleriyle birleşen müttefik ordu Mansur’u yenmiş, ortadan kaldırmış, Süleyman da Anadolu’da tek başına kalmıştır.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, 1077 tarihli bir fermanla Kutalmış oğlu Süleyman’ı Türkiye Selçuklu Devleti’nin başına geçirmiştir. Abbasi halifesinin de tasdik ettiği fermanı hükümdarlık elbisesiyle birlikte alan Süleyman, Anadolu’daki askeri kuvvetlerin başına geçmiş, Batı Anadolu’nun bir çok kale ve şehirlerini almış, bu arada İznik’i de fethederek kendisine başkent yapmış ve Üsküdar’a kadar ilerleyerek İstanbul Boğazı’nı kontrol altına almıştır (1078).
Batı Türklüğünün, Oğuzların-Türkmenlerin, Anadolu’da kurduğu devletler, Sakarya boylarında inkışâf etmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti burada vücut bulmuştur. Diğer taraftan her üç devletin kurucusu “Gâzi” unvanını taşımaktadır. Bu unvanın özelliği, doğrudan veya dolaylı olarak millet tarafından verilmiş olmasıdır.
Gâzi Süleyman Şah
Doğum tarihini tespit edemediğimiz “Rükneddin” Gâzi Süleyman Şah’ın gaza ve cihat faaliyetlerinde Bizans İmparatorluğu’nun önemli bir yeri vardır. Bizans İmparatorluğu, Malazgirt bozgunu sonrasında sürekli iç karışıklıklar içinde idi. Bu durum Gâzi Süleyman Şah’a imparatorluğun iç işlerine karışma fırsat ve imkanını veriyordu. Bizans taht müddeilerinin yardım isteklerini Gâzi Süleyman Şah olumlu karşılıyordu. Buna göre 1078’de, Anadolu soylularının tipik bir temsilcisi olan Nikeforos Botanyates, O’nun yardımını sağladıktan sonra İstanbul üzerine yürümüştür. 1080’de İznik’te kendisini imparator ilan eden Nikeforos Melisenus, Gâzi Süleyman Şah’ın yardımı ile Bizans kuvvetlerini mağlup edebilmiştir. Bizans’taki iç kavgalar Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu kolayca fethine yardımcı olmuştur. Nitekim Çukurova’dan Marmara Denizi’ne kadar uzanan bir sahada hakim olan Gâzi Süleyman Şah, Bizans toprakları üzerinde Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurmuştur. Selçuklu Türklerinin Anadolu’nun her tarafına yayılmaları Bizans İmparatoru Alexi Komnenos’u Gâzi Süleyman Şah ile siyasi bir antlaşma yapmaya mecbur etmiştir. 1081 tarihli antlaşma ile Bizans İmparatoru Alexi Komnenos Gâzi Süleyman Şah’ın Anadolu’daki egemenliğini, Türkiye Selçuklu Devleti’nin siyasi ve hukuki varlığını kabul etmiştir. Daha önce elden çıkmış Bizans arazisi Türkiye Selçuklu Devleti’ne bırakılmış, Bizans’ın Anadolu yakasındaki Drakon suyu, iki ülke arasında sınır kabul edilmiştir. Çağdaş Bizans tarihçisi Anna Komnena’ya göre antlaşmanın imzalandığı tarihte Gâzi Süleyman Şah “Sultan” unvanını taşıyordu. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın “en büyük Sultan” unvanını taşıdığına bakılırsa, tâbi bir devlet olarak Türkiye Selçuklu Devleti’nin hükümdarının Sultan unvanını taşıması doğaldır. Şu halde 1081 tarihli antlaşma iki bağımsız devlet arasında imzalanmıştır. Önemine gelince, her şeyden önce Gâzi Süleyman Şah’ın Anadolu’ya hakyeti tasdik edilmekte, diğer taraftan hukuken Bizans İmparatorluğu’na ait bulunan Sinop ve Antakya’nın fethine bu imparatorluk tarafından itiraz edilmemektedir.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin başlangıçta bağımsız olup olmadığı konusu netlik kazanmış değildir. Hakim olan düşünceye göre Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın, İslam dünyasının yegane sultanı olmasından dolayı, Gâzi Süleyman Şah’ı kendisine denk ve ortak bir rütbeye eriştirmesi düşünülemez. Öte yandan Kutalmışoğuları ile Mikâil oğulları arasındaki, bazen aleni, bazen gizli olmak üzere, iktidar mücadelesinin devam etmekte olduğunu da unutmamak lazımdır. Dolayısıyla Büyük Sultan Melikşah’ın Gâzi Süleyman Şah’a “Melik” unvanını vermesi varit olabilir. Başka bir düşünceye göre de Büyük Selçuklu Devleti bir devletler topluluğundan ibarettir. Merkezinde “Metbu Devlet” olarak Büyük Selçuklu Devleti bulunmaktadır. Tâbi devletlere gelince, bunların en kıymetlisi, başlarında Selçuk’un soyundan hükümdarların bulunanıdır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin başlangıçta, doğal olarak, Büyük Selçuklu Devleti’ne Tâbi olduğunu, bu devletin yıkılmasından itibaren, Sultan II. Kılıçarslan Devri’nde müstakil hüviyetine kavuştuğunu söyleyebiliriz.
Kutalmışoğularının Anadolu’da, büyük Oğuz-Türkmen topluluklarına dayanarak saltanat davası ile ortaya çıkıp bir devlet kurmaya çalışmaları büyük Sultan Melikşah’ı daima endişelendirmiştir. O’nun, Anadolu’nun doğusunda, Saltuk oğulları, Mengücekoğulları, Danışmend oğulları ve Artukoğulları gibi, Türk soylu tabi devletlerin kurulmasına izin vermesi, Kutalmışoğularından gelebilecek tehditlere karşı aldığı ihtiyat tedbirleriyle ilgilidir.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulduğu Anadolu, İslâm medeniyetinin parlak beldeleri değil, tam aksine medeni ve iktisadi bakımdan çökmüş, sürekli savaşlarla yıkıma uğramış bir ülke idi. Anadolu’ya yeni bir yurt edinmek için gelen Türkler burada Kutalmışoğularının önderliğinde devletli oldular, yüksek bir kültür ve medeniyet kurarak dünya tarihinde de büyük izler bırakmışlardır.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin dayandığı askeri kuvvet, ailenin de mensubu bulunduğu Türkmenler idi. Oğuzlar-Türkmenler, Anadolu’ya geldikten sonra tedricen yerleşik hayata geçmeye başlamışlardır. Devletin kurucusu Gâzi Süleyman Şah’ın, bu konuda çok dikkatli olduğu anlaşılmaktadır. Türkmenler, hem yeni kurulan hem de daha önceden terk edilmiş olan köylerde iskan ediliyorlardı. Oğuzlar- Türkmenlere, yerleşik hayata geçtikten sonradır ki “Türk” denilmeye başlanmıştır. Yerleşik hayata geçişin, fethedilen arazinin vatan edinilişinin en önemli sonucu ise, birbiri ardınca Orta Doğu’ya musallat olan “Haçlı Seferlerinden” sonra Türkiye Selçuklu Devleti’nin, bu ülkede varlığını devam ettirmesi ve bölgenin en kuvvetli devleti konumuna yükselmiş olmasıdır.
Anadolu’da Türklerin menşei meselesi üzerine de birkaç söz söylemek gerekirse, denilebilir ki Anadolu Türklüğü, Oğuzlar-Türkmenler ile yerli halkların kaynaşmasından meydana gelmiş melez bir toplum değildir. Ayrıca geniş çaplı bir ihtida hareketinin olmadığı, Müslüman olmayan toplulukların varlıklarını zamanımıza kadar devam ettirmiş olmalarından anlaşılıyor. Öte yandan Türkler geldikleri zaman burada Etiler, Sümerler, Urartular, Galatyalılar vs. gibi milat öncesi kavimler de yoktu. Buna karşılık Anadolu’da Rumların, Süryanilerin, Ermenilerin ve kısmen Yahudilerin mevcudiyeti bir gerçektir. Bunların çok az bir kısmının İslamlaşarak Türkler ile karıştıklarını, önemli bir bölümünün Balkanlar’a gittiklerini, nihayet kalanlarının da cumhuriyete kadar milli hüviyetleriyle Anadolu’da varlıklarını sürdürdüklerini bilmekteyiz. Mübadeleden sonra bile Türkiye’de Rum, Süryani ve Ermeni asıllı Hıristiyan vatandaşlarımız vardır.
Çağdaş kaynaklar Gâzi Süleyman Şah’ın Anadolu’ya hakim olduğunu bildirmelerine mukabil Türkiye Selçuklu Devleti’nin sınırlarının nerelere kadar uzandığını belirtmemektedirler. Gâzi Süleyman Şah’ın, Antakya ve Suriye seferine çıkarken tayin ettiği valilerden ve valilik merkezlerinden ülkenin sınırlarını belirlemek mümkün görünmektedir. Ebu’l Gâzi Hasan Buldacı Kapadokya’ya, Çaka Bey İzmir’e, Kara Tekin Bey Çankırı, Kastamonu ve Sinop Yöresine vali atanmışlardır.
Gâzi Süleyman Şah’ın, Doğu siyasetinde Büyük Selçuklu Devleti ve vasalleri ile ilgili ilişkiler önemli yer tutmaktadır. Fırat boylarında bir Ermeni Prensliğinin kurularak büyük Sultan Melikşah’ın desteğini alması Gâzi Süleyman Şah’ın birinci kez doğuya bir sefere çıkmasına sebep olmuştur.
1082’de Çukurova’ya giren Gâzi Süleyman Şah, bölgenin önemli kenti olan Tarsus’u fethetmiştir. Daha önce Arap-İslam orduları tarafından fethedilmiş iken, Bizans İmparatorluğu tarafından istirdad edilen Çukurova bir yıl zarfında, bu defa Müslüman Türkler tarafından fethedilmiş, yeniden İslam beldesi haline getirilmiştir.
Gâzi Süleyman Şah, Büyük Selçuklularla karşılaşma ihtimalini daima göz önünde bulundurmuştur. Böyle bir ihtimalin gerçekleşebileceğinden hareketle, gerekli tedbirleri almak ve hazırlıklarda bulunmak için başkent İznik’e dönmüştür. Gâzi Süleyman Şah, ülkesi ile İslam ülkeleri arasında bir perde oluşturan, başında Flaretos’un bulunduğu, Harput’tan Çukurova’ya kadar uzanan bir bölgede yer alan Ermeni Prensliğini ortadan kaldırmak ve Anadolu’da Türk bütünlüğünü sağlamak amacıyla, 1084’te yeniden Çukurova’ya hareket etmiştir. Bu, Onun son hareketidir. Büyük Selçuklularla çatışmaktan ne kadar uzak durmaya çalışmışsa, olayların akışı kendisini Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Tutuş ile karşılaşmasına engel olamamıştır.
Gâzi Süleyman Şah, yakın adamlarından Ebu’l-Kasım’ı İznik’te, hükümdar naibi olarak, bırakmış tayin ettiği valilerden bölgelerini korumalarını istemiştir. Türkiye Selçuklu hükümdarının Çukurova harekâtı geniş çaplı olmuştur. Dayısı ve aynı zamanda Danışmendli Beyliği’nin de kurucusu Gümüş Tekin Ahmet Gâzi Malatya’yı, adı geçen valilerden Kara Tekin Bey Sinop’u fethe girişiyorlardı. Ebu’l Gâzi Hasan Buldacı, Muncuk oğlu ve Arslantaş gibi kumandanlar da Gâzi Süleyman Şah’ın Çukurova harekâtına katılmışlardır.
Çukurova Harekâtı ve Antakya’nın Fethi
Hazreti Ömer’in devlet başkanlığı sırasında fethedilen Antakya, 968 yılında yeniden Bizans imparatorluğunun eline geçmiş idi. “Hıristiyanlık” adının ilk defa ortaya çıktığı ve Hıristiyanlarca önemli bir merkez kabul edilen Antakya, bu tarihlerde Ermeni Prensliği’nin elinde bulunuyordu. Flaretos, daima iki yüzlü bir politika takip etmiş, muhalif Hıristiyanları öldürmüş, Ermenilerin bile nefretini kazanmıştı. O’nun kötü muamelesinden askerler ve oğlu da nasibini almıştı. Antakya’da mevcut yönetime karşı genel bir memnuniyetsizlik vardı. Nitekim Flaretos’un oğlu ile bu şehrin güvenlik sorumlusu aralarında anlaşarak, Antakya’yı teslim etmek üzere Gâzi Süleyman Şah’ı buraya davet etmişlerdir. Gâzi Süleyman Şah, 300 süvari ve çok sayıda piyade ile başkenti İznik’ten yola çıkmış, harekâtını gizlemek amacıyla, gece yürüyüşü yaparak on iki gün zarfında Antakya’ya varmıştır. O’nun, askerlerini Çukurova kıyılarında gemiye bindirdiği ve Saman Dağı yakınında, Âsi nehrinin mansabında karaya çıkartarak Antakya üzerine yürüdüğü bildirilmektedir. Kurulan merdivenlerle şehrin surlarına çıkılmış, Halep kapısından şehre girilmiş, Dış kale 13 Aralık 1084’te, İç kale de 12 Ocak 1085’te ele geçirilerek 117 yıldır Bizans elinde bulunan Antakya’nın fethi tekrarlanmıştır. Gâzi Süleyman Şah, bir fetihname ile Antakya’nın fethini büyük Sultan Melikşah’a müjdelemiş, fethi büyük Sultan adına gerçekleştirdiğini bildirmiştir. Antakya’nın fethine çok sevinen büyük Sultan Melikşah, bu kutlu haberi her tarafta duyurmuş, müjde davulları çalınmış, Isfahan halkı fethi kutlamış, büyük Sultan da halkın tebriklerini kabul etmiştir.
Antakya’nın fethinden hemen sonra Gâzi Süleyman Şah’ın şehirdeki tutum ve davranışları, yayınladığı buyrukları, savaş esnasında ve sonrasında Türk ve İslam teamülleri bakımından önemlidir. O’nun tutum ve davranışları, buyrukları “Gâzi” ve “Şah”lığının, dolayısıyla yüksek şahsiyetinin benzersiz örnekleridir. Antakya’da yaptığı ilk iş, geleneğin icabı olarak, Kavasyana adlı kiliseyi açtırarak ve içindeki değerli eşyayı toplattırarak Camiye çevirmiş olmasıdır. 17 Aralık 1084 Cuma günü, 110 müezzin tarafından okunan ezandan sonra, oldukça kalabalık bir cemaatle burada Cuma namazı kılınmıştır. Şehrin Hıristiyan halkına inanç ve ibadet hürriyeti tanınmış, Meryem Ana ve Aziz Circis adlı kiliseleri inşa etmelerine izin verilmiştir. Gâzi Süleyman Şah, yerli halktan kimseye kötülük yapmamış, onları hür teba yapmış, esirleri azat etmiş, askerlerine Hıristiyanlara ilişmemelerini, mallarına el koymamalarını, evlerine girmemelerini ve kızları ile evlenmemelerini emretmiş, şehir halkına oldukça müşfik davranmış, gönüllerini kazanmıştır. Türkiye Selçuklu Sultanı, Antakya’da ele geçirilen ganimetlerin şehir içinde satılmasını istemiş, kuşatma sırasında şehrin yıkılan kısımlarını onartmış, Antakya’nın fethinde kolaylaştırıcı olan şehrin Şahnesi ile kale kumandanını görevlerine iade etmiştir.
Gâzi Süleyman Şah’ın Çukurova harekâtı ve bu arada Antakya’nın fethi sonucunda genişleyen hâkimiyeti kendisini Büyük Selçuklu Devleti ile rekabet ve çatışmaya sürüklemiştir. İlk çatışmaya girdiği devlet, Büyük Selçuklu Devleti’nin bir vasali olan Ukayloğulları emirliğidir. Emir Şerefü’d-Devle Müslim, Musul hâkimi idi. Fetih öncesinde Antakya hâkimi Flaretos, ona yıllık haraç ödüyordu. Emir Şerefü’d-devle Müslim, fetih sonrasında Gâzi Süleyman Şah’dan söz konusu haracı ödemeye devam etmesini istemiş, aksi halde büyük Sultan Melikşah’a karşı gelmiş olacağını bildirerek kendisini tehdit etmiştir. Emir Şerefü’d-devle Müslim’in teklifini reddeden Gâzi Süleyman Şah, ona şu cevabı göndermiştir:
“Antakya’nın önceki hâkimi bir Hıristiyan idi. Bu sebeple kendisinin ve adamlarının cizyesini gönderiyordu. Bana gelince, Allah’a şükür ki Müslümanım ve sana hiçbir şey gönderemem. Büyük Sultan’a itaat meselesine gelince, ona itaatim başlangıçtan beri uygulaya geldiğim bir harekettir. Antakya ve diğer kafir şehirlerinin fethini büyük Sultan Melikşah adına ve Allah’ın izni ile gerçekleştirdiğimi kendisine bildirdim. Ülkemde hutbeyi onun adına okutuyor, sikkeyi onun adına kestiriyorum”.
Gâzi Süleyman Şah’ın bu cevabına Emir Şerefü’d-devle Müslim, Antakya’yı yağmalatmakla karşılık vermiştir. Türkiye Selçuklu Sultanına gelince, mukabele-i bi’l-misilde bulunarak Halep’i yağmalatmıştır. Şehir halkının Selçuklu askerlerinin yağmacılığından şikayet etmeleri üzerine Gâzi Süleyman Şah: “Bu tür işlerden nefret ederim. Benim dinin yasakladığı bir malı almak, bir Müslümanın malını yağmalamak gibi geleneğim yoktur. Beni böyle davranmaya sizin emiriniz zorlamıştır”. Askerlerine köylülerden aldıkları malları iade etmelerini emretmiş, bu emir askerleri tarafından yerine getirilmiştir.
Karşılıklı iddialar tarafların savaşmasına sebep olmuştur. Türkiye Selçuklu ordusu ile Ukayloğulları ordusu 23 Haziran 1085’te Amik ovasında Kurzahil mevkiinde karşılaşmıştır. Emir Şerefü’d-Devle’nin safında bulunan Emir Çubuk ve maiyetindeki Türkmenler savaş başlar başlamaz Gâzi Süleyman Şah’ın tarafına geçmiştir. Emir Çubuk’un saf değiştirmesi savaşın sonucunu belirlemiş, Ukayloğulları ordusu ağır bir yenilgiye uğramış, Emir Şerefü’d-Devle Müslim savaş meydanını terk edip kaçarken kendi askerleri tarafından öldürülmüştür. Gâzi Süleyman Şah, Halep’i kuşatmış, mağlup Emir Şerefü’d-devle Müslim’in cesedini Halep kapısında defnetmiştir.
Büyük Selçuklu-Türkiye Selçuklu Rekabeti ve Sonucu
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın, Gâzi Süleyman Şah’ın, Antakya seferine çıkmasından yararlanarak, ortada meşru bir saltanat halefi kalmadığı için, Türkiye Selçuklu Devleti’nin egemenliğine son vermek üzere bir teşebbüste bulunduğu anlaşılmaktadır. Gâzi Süleyman Şah’ı Antakya ve Suriye seferine çıkarken, yakın adamlarından Ebu’l-Kasım’ı İznik’te hükümdar naibi olarak bıraktığını biliyoruz. Ebu’l-Kasım, Gâzi Süleyman Şah ve çocukları İznik’e dönünceye kadar kardeşi ile birlikte Türkiye Selçuklu Devleti’ni yönetecektir. İznik naibi Ebu’l-Kasım, sorumluluğunu üstlendiği ülkesini hem Bizans İmparatorluğu’na, hem de Büyük Selçuklu Devletine karşı korumak zorunda kalmıştır. Bizans İmparatorluğu’na karşı başlangıçta aktif bir politika izleyen Ebu’l-Kasım, Türkiye Selçuklu Devleti’nde ilk denizcilik faaliyetlerini de başlatan kimsedir. O, Bizans’tan sağladığı teknik elemanlar vasıtası ile küçük bir donanma kurmuş ve Marmara Denizi’ndeki adalardan bazılarını ele geçirmiştir. Bizans İmparatorluğu’na yönelik gaza faaliyetleri sürekli olamamıştır. Çünkü Bizans ile Büyük Selçuklu Devleti arasında kendisi aleyhine bir gizli antlaşmanın olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Kutalmışoğularına mutlak anlamda bağlı olan ve aynı zamanda bağımsızca hareket eden Ebu’l-Kasım’ı hizaya getirmek için üzerine kuvvetler sevk etmiş, bu arada Büyük Sultan Melikşah’ın girişiminden haberdar olan Ebu’l-Kasım, Bizans İmparatorluğu ile bir ittifak antlaşması yapmaya mecbur kalmış, ancak “kurnaz ve entrikacı Bizans” kuvvetli olan tarafla yani büyük Sultan Melikşah ile işbirliği yapmıştır.
Büyük Sultan Melikşah, Kafkasya-Suriye hattında ciddi tedbirler almış, bu cümleden olmak üzere Emir Bozan’ı, Urfa merkez olmak üzere, hudut valisi tayin etmiştir. Emir Bozan vasıtası ile Ebu’l- Kasım’ı itaat altına almaya çalışmıştır. Bu maksatla Emir Bozan komutasında bir orduyu İznik üzerine göndermiştir. Emir Bozan’ın İznik’e yönelik iki seferi olmuştur. İznik naibi Ebu’l-Kasım, birincisinde sağladığı başarıyı ikincisinde gösterememiştir. Ebu’l-Kasım, Emir Bozan’a karşı İznik’i korumuş, boğazlara kadar ileri harekâtta bulunmuştur. Yalnız kalan Ebu’l Kasım Gâzi Süleyman Şah adına itaatini yenilemek üzere büyük Sultanın nezdine, Isfahan’a giderek kendisini affettirmek istemiş, büyük Sultan Melikşah’ın vefatı sebebiyle buna fırsat bulamamış, muhtemeldir ki kendisini takip eden Emir Bozan’ın eline geçmiş ve öldürülmüştür.
Halep’e sahip olma isteği Türkiye Selçuklu Sultanı ile Suriye ve Filistin Selçuklu Sultanını karşı karşıya getirmiştir. Selçuklu ailesinden iki hükümdarın karşı karşıya gelmesinde Halep hâkimi İbn Hutaytî’nin rolü vardır. İbn Hutaytî, şehrin kendisine teslim edilmesini isteyen Gâzi Süleyman Şah’a, konuyu Büyük Selçuklu Sultanına ilettiğini, cevap gelinceye kadar beklemesini söylerken diğer taraftan Suriye ve Filistin Selçuklu hükümdarı Tutuş’a haber göndererek, Halep’i kendisine teslim edeceğini bildirmiştir. İki Selçuklu hükümdarının İbn Hutaytî’nin, iki taraflı oynamasından habersiz oldukları anlaşılıyor. Tutuş, şehri teslim almak üzere harekete geçtiğinde Gâzi Süleyman Şah, süratle onun üzerine yürümüştür. Vaktiyle Anadolu kuvvetlerinin büyük bir bölümüne komuta ederken, Kutalmışoğularının isteği üzerine, bu görevinden alınarak Irak bölgesine tayin edilen Artuk Bey, Tutuş ile beraber idi.
İki Selçuklu ordusu Halep’e 5-6 km uzaklıktaki Ayn Saylam’da 5 Haziran 1086’da karşılaşmıştır. Çok şiddetli gerçekleşen bu savaşta taraflar birbirlerini acımasızca kırmışlar ve yok etmişlerdir. Daha önce Ukayloğulları ile Kurzahil’de yapılan savaşta Gâzi Süleyman Şah’ın safına geçtiğini belirttiğimiz Emir Çubuk ve maiyetindeki Türkmenler, Ayn Saylam’da Suriye ve Filistin Selçuklu hükümdarı Tutuş’un yanında yer almıştır. Emir Çubuk ve daha başka Beyler burada Büyük Selçuklu Devleti’ni tercih etmek suretiyle Gâzi Süleyman Şah’ın ordusunun bozulmasına sebep olmuştur. Merkez kuvvetlerinin başında bulunduğu halde Gâzi Süleyman Şah, sabırla savaşmış, üstün gayretler göstermişse de ordusunun mağlubiyetini önleyememiş, askerlerinin çekildiğini görünce de savaş meydanından ayrılmış, atından inerek kalkanını yere koymuş, oturmuş ve beklemiştir. Tutuş’un askerleri kendisini götürmek için geldiklerinde, bir rivayete göre üzerinde bulundurduğu bıçağı ile hayatına son vermiş, ikinci bir rivayete göre ise kendisini alıp götürmek isteyenlerce öldürülmüştür. Başta veziri Hasan bin Tahir olmak üzere askerlerinin önemli bir kısmı esir edilmiştir.
Gâzi Süleyman Şah’ın, babası Kutalmış gibi, Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek isteyip istemediğini kesin olarak bilmiyoruz. Anadolu’ya gelip, Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurup, Anadolu’daki Oğuzlar-Türkmenler üzerinde hâkim ve müessir olan Gâzi Süleyman Şah’ın başlangıçtan beri bundan çekindiğini ancak kaderin bir cilvesi olarak Büyük Selçuklularla çatışmaya sürüklendiğini, bunun bir hâkimiyet mücadelesi olarak algılanabileceğini söyleyebiliriz. Eski Türk devlet geleneği ve egemenlik anlayışı, çatışmanın bu biçimde yorumlanmasını gerektirmektedir. Çünkü gelenek, devlet ve toplumu, hanedanın ortak malı saymakta ve hanedan üyelerinden her birinin tahta geçmeye hakkı olduğunu uygun görmektedir. Kutalmışoğularının, Selçuklu ailesinin en çileli mensupları olduğu anlaşılmaktadır. Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti hükümdarı Tutuş’un, Gâzi Süleyman Şah’ın cenazesinde yaptığı konuşma bunu doğrulamaktadır: “Biz, sizlere çok çektirdik, sizleri kendimizden uzaklaştırdık, şimdi de böyle öldürüyoruz”. Tutuş, Gâzi Süleyman Şah’ın ölümünden son derece elem duymuş, ağlamış cesedini değerli kefenle sardırmış, Halep’e götürerek Şerefü’d-devle Müslim’in mezarı yanında defnetmiştir. Tutuş, veziri Hasan bin Tahir’i, eşini ve çocuklarını Antakya’ya, o sırada buraya gelmiş olan büyük Sultan Melikşah’ın yanına göndermiştir. Anadolu’da Kutalmışoğularının egemenliğine fırsat vermek istemeyen Büyük Selçuklu Sultanı, Gâzi Süleyman Şah’ın aile bireylerini İsfahan’a götürmüş ve ölünceye değin onları serbest bırakmamıştır.
Sonuç
Kara Arslan Gâzi Süleyman Şah’ın en büyük eseri kurucusu bulunduğu Türkiye Selçuklu Devleti’dir. 1086’da tirajik bir şekilde vefatından sonra Türkiye Selçuklu Devleti çok kısa bir süre hükümdarsız kalması dışında gittikçe inkışaf etmiş ve bu ülkeye “Türkiye Mührü” bu devlet sayesinde vurulmuştur. O’nun, en övgüye değer taraflarından biri de Kılıçarslan gibi bir mükemmel oğula sahip olmasıdır. Çünkü Onun kurduğu devleti en buhranlı bir zamanda yönetmiş, Anadolu’da Türk birliğinin sağlanması yolunda büyük gayretler sarfetmiştir. Kılıçarslan, Hıristiyan batının yüz karası olan, birbiri ardınca Anadolu’ya gelen Haçlı orduları ile yapılan çetin savaşların muzaffer komutanıdır.
1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun, bazı sahil bölgeleri hariç, her tarafı Oğuzlarla-Türkmenlerle dolmuştur. Çok sayıda Türkmen Beyi, Anadolu fütuhatına katılmış olmakla beraber, belki de dağınık olmalarındandır, kalıcı bir hâkimiyet kuramamışlardır. Esasen o tarihlerde Anadolu’da Selçuklu hanedanına mensup bulunmadıkça bütün Oğuzlara-Türkmenlere şamil kalıcı bir devletin kurulması imkansız idi. Gâzi Süleyman Şah’ın kurduğu Türkiye Selçuklu Devleti’dir ki Anadolu’da fethedilmiş yerlerdeki Türkmenleri birleştirerek istikametlerini tayin etmiş ve bu ülkenin tarihinde yepyeni bir devir açmıştır.
Türkiye Selçuklu Devleti, Anadolu’da bir yandan Türk nüfusunun artmasına, iktisaden, fikren ve siyaseten kuvvetlenerek hâkim unsur olmasına çalışırken öte yandan Bizans hâkimiyetinde iken sürekli savaşlar, sivil ve askerî ayaklanmalar ve ağır vergiler yüzünden perişan olan yerli halkın da huzur ve istikrara kavuşmasına imkan sağlıyordu. Böylece Türkiye Selçuklu Devleti, sağlam bir beşeri ve fiziki temele oturtulmuş oluyordu. Osmanlı Devleti’nin dış politikasında önemli bir yeri olan “İstimalet Siyaseti” nin başlangıcını Türkiye Selçuklu kültür ve medeniyetinde aramak lazımdır. Gâzi Süleyman Şah’ın tesis ettiği bu siyaset sayesinde, Bizans İmparatorluğu’nun bir devlet politikası haline getirdiği cebrî Ortodokslaştırma ve Rumlaştırma uygulamalarından memnun olmayan, baskı ve takibe maruz kalan, farklı inanç ve öğretilere sahip olan Ermeniler, Süryaniler vs. cemaatler Selçuklulara yaklaşmışlardır, fütuhatın kolay gerçekleşmesine yardımcı olmuşlardır. Kendi dini inanç ve kanaatlerinde dinlerinin gereklerini uygulamada tam bir serbestliğe kavuşturulan bilcümle Hıristiyan ahali, can, mal ve namus emniyet vergisi diye tanımlayabileceğimiz “Cizye” vergisini ödemek şartı ile ülkede barış ve huzur içinde yaşamaya başlamıştır.
Anadolu’da büyük arazi sahipleri elinde esir veya topraksız bulunan köylüler de Türkiye Selçuklu Devleti ile birlikte hem toprağa hem de hürriyete kavuşmuştur. Gâzi Süleyman Şah ve halefleri, eski Türk göçebe geleneğinin bir yansıması olarak, toprağı köylülere dağıtmışlar, devlet mülkiyeti altında üzerinde yaşayanların tasarrufuna imkan veren “Mirî Toprak Rejimi”ni kurmuşlardır. Türkiye Selçuklu Devleti tarafından yürürlüğe konan ve bilahare Osmanlı Devleti’ne intikal eden bu toprak rejimi, mülkiyeti devlete ve tasarrufu köylülere ait olan arazi sistemi Gâzi Süleyman Şah zamanında kurulmuştur. Yurt tutmak üzere üç kol halinde Anadolu’ya gelen sayısız Türkmen, Gâzi Süleyman Şah tarafından sistemli olarak iskana tâbi tutulmuş, yeni yerleşim yerleri teşekkül etmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin ordusunun kaynağını ve dayanağını söz konusu Türkmenler teşkil edecektir.
Anadolu’daki milli tarihimizin ilk merhalesi olarak niteleyebileceğimiz Türkiye Selçuklu Devleti’nin çok sağlam temeller üzerine kurulmuş olduğunu söyleyebiliriz. Selçuklu kültür ve medeniyetinde parlak sayfalar açan Selçuklu Türklerinin, devlet ve toplum hayatında derinlik boyutuna çok önem verdikleri, tabiatın ve istilaların yıkım ve aşımına rağmen, çok sayıda tarihî, iktisadî ve medenî eserin zamanımıza kadar gelmesinden anlaşılıyor. Bu eserler, Türkiye Selçuklu Devleti’nin egemen olduğu yerlerde ziyaretçilerini hayran bırakmaya devam ediyor.
Prof. Dr. Mustafa KESKİN
Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 6 (Pdf. Formatından Aktarılmıştır)
KAYNAKLAR:
Bir yanıt yazın