(Türkler’in Anası Zübeyde Hanım’ı Ölümünün 92. Yılı Nedeniyle Minnet ve Rahmetle
Anıyoruz)
ZÜBEYDE HANIM VE SARI PAŞASI
(-“Aman anne gitme; kulağımı sıçan ısırır, korkarım!”)
Gün, ha ağardı, ha ağaracaktı.
Anadolu bozkırı, ocak ayının karı ve buzu altında, sert rüzgar ve soğuklarla sanki
kavruluyor gibiydi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa Ankara’dan trenle Eskişehir’e gelmişti. Oradan İzmit’e
gitmek ve ülke sorunları üzerine dönemin basınının ileri gelenleriyle bir toplantı yapmak
istiyordu.
Ancak kulağı her an İzmir’de annesiyle ilgili gelecek habere kilitlenmişti.
Üzüntülü ve kaygılı olduğu her halinden belli oluyordu.
Annesinin yanından son haberleri kendine ileten Ali Çavuş yanındaydı.
Sordu:
“Annemden haber var mı?”
Annesi, yani Zübeyde Hanım…
Onu var eden, tarihe ve ulusa en büyük armağan olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı
kazandıran Türk Anası…
Ali Çavuş, Gazi’nin sesindeki sıra dışılığı fark etmişti.
Durumun ne olduğunu o da bilmiyordu.
İzmir’den bir şifreli telgraf gelmişti.
Ancak henüz çözülememişti. Her an telgrafın ellerine ulaşmasını bekliyorlardı.
Derken telgraf geldi.
Gazi yerinde zor duruyor, saniyelerin geçmesine katlanamıyor gibiydi.
Bir an hüzünlendi.
Acı bir sesle:
– “Annemin öldüğünü biliyorum!” dedi.
İç dünyası onu böyle bir hisse götürmüş olmalıydı.
Anne ve oğlu…
Zübeyde Hanım ve Sarı Paşası, Mustafa’sı…
Yaşanmış koskoca bir geçmiş!
Ve hep sevgi, muhabbet ve özlemle geçen yıllar…
O zamana dek dört çocuğunu yitirmişti Zübeyde Hanım… Ölen her çocuğuyla bir kez
daha ölmüş; ancak yaşayabilenler, onu hayata bağlamıştı…
Anne, bir çocuğun en önemli kutsalıdır.
Mustafa Kemal Paşa için de annesi kutsaldı.
Kendini var eden o fedakar kadını, kendi üzerine titreyen sevgisiyle, şefkatiyle,
özverisiyle, sabrıyla ve hep dualar ederek bir yere uğurlayışı ile anımsıyordu.
Annesine o gece rüyasında görmüş ve gördüğü rüyadan çok etkilenmişti:
Rüyasında annesiyle birlikteydi.
Birden yeşil tarlalar açılmıştı önlerinde. Annesiyle birlikte, sanki deniz gibi yatıp kalkan
buğday başaklarının ortasında dolaşıyorlardı. O yeşillik, anne ve oğlunu değişik sevinçlere,
hazlara götürüyor; gülerek anne ve oğlu sanki o yeşil denizin içinde yüzüyorlardı.
Kim bilir; belki de bu izlerde, geçmişten kalan nice anılar, levhalar, manzaralar ve hiç
akıldan atılamayacak görüntüler dile gelmişti…
Her kopuş, aynı zamanda bir yitişi de yanında getirebilir.
Bu rüyaların genel özelliklerinden biridir.
Gazi’nin gördüğü rüya da bu çokça karşılaşılan rüyalardan farksız değildi.
O, annesiyle, bir çocuk kalbinin ve heyecanının tazeliği ve saflığı içinde sanki
dünyanın en mutlu insanlarından biriydi.
Anne ve çocuk, bir rüya aleminde yüzüp duruyorlardı.
Her şey çok güzel gidiyor diye düşünülürken, bir anda bir fırtına ortaya çıktı.
Hızla her şey alt üst oldu.
Gazi, annesinin yanında ve bir soluk ötesindeyken, birden elinden kopmuş; o fırtına
Zübeyde Hanım’ı alarak, koca bir karanlığın içine savuruvermişti.
Şimdi yüreğinin üzerinde sanki koca bir taş vardı.
Hüzün, acı, kaygı ve hatta konu annesi olunca korku yüreğini sarmıştı.
Duygular karmakarışıktı.
Bir süre sonra şifreli telgraf çözüldü.
Koşarak gelen bir zabit elindeki telgraf metnini Gazi’nin yanında bulunan Ali Çavuş’a
uzattı.
Ali Çavuş’un yüzünde derin bir acı belirdi.
Dudakları gerildi, yürek atışları hızlandı.
Gözleri nemlendi.
Kendisine bakan Gazi’nin gözlerine sanki bakamayarak, mırıldanır gibi:
“Valideniz Zübeyde Hanımefendi, vefat etmiş efendim!” dedi…
İşte o an, zaman durdu.
Gazi derin bir iç çekti.
Telgraf metnini eline aldı.
Sanki duyduğu habere inanmak istemiyormuş gibi, sözcükleri tek tek okuyarak,
telgrafta yazanları kendi belleğine adeta kazıdı.
Ancak hayır!
Duyduğu ve şimdi de bizzat kendisinin okuduğu bilgi doğruydu.
Annesi Zübeyde Hanım İzmir’de vefat etmişti.
Bu acının etkisiyle Gazinin gözlerinden iki damla yaş düştü.
Bir an düşünceye daldı.
Çevresindekiler herhalde Gazi, annesinin na’şına, İzmir’e koşar diye düşünüyorlardı.
Ancak O, herkesi bir anda şaşırtacak kararını kesin olarak verdi:
“Hayır, İzmir’e gitmeyeceğiz. Treni İzmit’e çevirsinler…!”.
O günlerde Türkiye, ardı ardına derin siyasi sarsıntılar yaşıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, düşünüp kurguladığı büyük devrimsel dönüşümü sürdürebilmek
ve dönemi sarsıntısız biçimde atlatabilmek için İstanbul basınından destek isteyecekti.
Gazi Eskişehir’den kalkıp, İzmit’e doğru ilerlerken, annesi Zübeyde Hanım’ın naşı,
İzmir’de Latife Hanımlar’ın Karşıyaka’daki konağında bulunuyordu.
Başkumandan Başyaveri Salih Bey bir süredir İzmir’deydi. Zübeyde Hanım’ın
durumunu öğrenmek için İzmir’e gitmişti.
Ancak şimdi Zübeyde Hanım’ın cenaze ve defin işlemleriyle ilgilenmek durumundaydı.
Salih Bey’e çektiği bir telgrafta Gazi şunları söylüyordu:
-“Verdiğiniz elim haber, beni çok üzdü. Merhumeye uygun bir biçimde defin
merasimini yaptırınız. Cenabı Hak millete hayat ve selamet versin!”
Her ölüm, geçmişe ilişkin yaşanmışlıkları ve anıları diriltir.
Bu durum elbette Gazi için de öyleydi.
Artık geçmiş ve geçmişe ilişkin anılar ve yaşananlar; her bir izde, renkte, nefeste,
ışıkta çığlık çığlığa her biri bir köşeden çıkıyor ve onun iç dünyası kaplıyordu.
Annesi Gazi Mustafa Kemal Paşa ile hep övünürdü.
-“Annem, annem; ah canım annem!”
O anne, çocuğunun bu günlere gelmesi için nelere katlanmamıştı ki!
Babası Ali Rıza Bey’in Selanik’te ölümünden sonra büyük bir darlık içine düşmüşlerdi.
Ancak Zübeyde Hanım’ın özverisi ve kararlı kişiliği, pek çok zorlukları aşmada onlar
için en büyük güçtü.
Mustafa babası öldüğünde yedi yaşına yeni girmişti.
Zübeyde Hanım şimdi üç çocuğuna hem anne, hem babaydı.
Makbule ortancası, Naciye en küçüğüydü.
Mustafa’nın büyük bir adam tavrıyla olgun konuşmalarına çok seviniyordu. Farklı bir
çocuktu.
Olgundu.
Ellerini pantolonlarının cebine koyuyor; başını yukarı dikiyor; bu durumu herkesin
dikkatini çekiyordu.
Nazik, ancak sıkılgan bir çocuktu.
Odasına çekilip yalnız başına kalmayı ve derslerine çalışmayı pek seviyordu.
Kimi zaman bir konu üzerinde durması gerektiğinde daha o zamanlar bile günlerce
odasından çıkmadan kafa yoruyordu.
Komşuları bu zeki, çalışkan ve kişilikli çocuğu çok seviyorlardı.
Mustafa çocuk yaşına karşın, kendine saygı duyulmasını sağlayan bir kişiliğe sahipti.
Güzel, mutlu bir yuvaları vardı.
Babasının öldüğü günü hiç unutamıyordu:
Bir gün okuldan döndüğünde, evlerinin merdivenlerini çıkarken, Langaza’da oturan
dayısı Hüseyin Bey ile karşılaşmıştı.
Dayısı hiç beklenmedik bir zamanda niye evlerindeydi ki!
Evde garip bir sessizlik vardı.
Tam dayısının niçin geldiğini anlamaya çalışırken, annesi Zübeyde Hanım’la
karşılaştı.
Zübeyde Hanım gözleri ağlamaktan kızarmış, yorgun ve bitkin biçimde
merdivenlerden iniyordu. Oğlunu karşısında görünce, bir şeyler demek ister gibi eliyle
işaretler yapmaya başladı.
Mustafa derhal bu garip durumu kavradı ve annesine sordu:
-“Babam öldü mü?”
Oğlunun bu sorusu karşısında Zübeyde Hanım hıçkırıklara boğuldu. Merdivenlere
oturdu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Mustafa’nın ise yüzü sapsarı olmuştu.
Artık o da daha fazla dayanamadı, ağlamaya başladı.
Sonra da koştu, kendisini annesinin kucağına attı.
Anne ve çocuk, şimdi bir ölünün ağırlığı altında bir yumak olmuş, kucak kucağa
sarılmış biçimde ağlıyorlardı.
Mustafa ağlamaları arasında, sanki annesini teselli etmek ister gibi bir sesle şunları
söylüyordu:
-“Sen ağlama anne! Bak ben varım, ben! Ben oğlun Mustafa!”
Annesinin oğlu Mustafa… Sarı Paşa…
Zübeyde Hanım hem ağlıyor, hem oğlunu kokluyor, sarılıyor, öpüyor, öpüyordu.
Anne ve oğlu, bütün bedenlerini dağlayan derin bir acıyı işte bu sarılışla paylaşıyor ve
yüreklerinde öbekleşmiş koyu bir ateşi söndürmeye çalışıyorlardı.
Artık Zübeyde Hanım üç çocuğuyla dul kalmış bir kadın, Mustafa ise babası ölmüş bir
yetimdi.
Ancak, acı açıyı çeker gibi o gün başka bir talihsizlik daha oldu. Ali Rıza Bey’in öldüğü
gün, küçük kardeşi Naciye düşerek bacağını kırdı.
Aile bir yandan ölen babanın defni ile uğraşırken, öte yandan bacağı kırılan küçük
Naciye’nin sargı işleriyle de uğraşmak durumunda kalmıştı.
Ali Rıza Efendi’nin ölümünden sonra Zübeyde Hanım, çocuklarının üzerine daha da
titrer oldu.
Aklı hep onlardaydı. Mustafa Okula gidiyordu. Makbule ile Naciye evde, annelerinin
yanlarındaydı.
Zübeyde Hanım önce Selanik’te yaşamını sürdürebileceğini düşündü. Eşinden ve
babasından kalmış olup kiraya verdiği bir kaç parça emlağı vardı. Onların kirasıyla
çocuklarının geçimini sağlayabileceğini umuyordu.
Mustafa düzenli biçimde okuluna devam etmekteydi.
Ders çalışmak için odasına çekiliyor, geç zamanlara kadar çalışıyor; bu anlarda
annesi sürekli olarak oğlunu göz ucuyla izliyordu.
Zübeyde Hanım oğlunun yemeğini hazırlıyor, tepsiye koyup, odasına dek götürüyor,
yanına bırakıyordu.
Annesinin odasına geldiğini gören Mustafa öyle bir seviniyordu ki!
Annesi kendisi için bir şefkat yumağı, her türlü nazını çekebilecek bir sevgi pınarıydı.
Annesinin geldiği bu anlarda Mustafa annesine karşı şımarırdı.
Annesi odasından ayrılıp gitmek istediğinde, daha çok onun yanında kalmasını ister
-“Aman anne gitme; kulağımı sıçan ısırır, korkarım!”derdi.
Böylece annesinin aklını çelerek, daha çok yanında tutmak isterdi.
Zübeyde Hanım, eşinin ölümünden sonra Selanik’te bir süre daha kaldı.
Ancak kardeşi Hüseyin Bey’in ısrarına dayanamayarak, çocuklarıyla birlikte
Langaza’ya, kardeşinin kahyalık yaptığı çiftliğe gitmeye karar verdi.
Üç çocuğu ve kardeşiyle birlikte bir yaylı arabaya atladı; yanına aldığı üç beş parça
eşya ile Langaza’daki çiftliğe gitti.
Çitlik oldukça havadar bir yerdeydi
Ancak Zübeyde hanım, Mustafa’nın okulsuz kalmasına çok üzülüyordu.
Kardeşi Hüseyin Bey ile baş başa veriyor; kardeşiyle oğlunun bu sorununun nasıl
çözüleceği üzerine saatlerce konuşuyordu.
Bir ara çiftliğe yakın başka bir çiftlikte, daha çok Hristiyan çocuklarının eğitim gördüğü
bir okula gönderilecek oldu. Bu okulda daha çok Rum Hıristiyan çocuklar okuyordu. Onların
okurken, dini ayin yaptığını da gören Mustafa, bir kaç gün okula devam ettikten sonra bir
daha da gitmedi.
Annesine; “Ben o gavur okuluna gitmem!” diyerek kesin biçimde direndi.
Bu kez Zübeyde kardeşi ile başka bir çözüme yöneldi:
Selanik’te Mustafa’nın bir halası vardı.
Mustafa’yı onun yanına yerleştirip, bir okula gitmesini sağlayabilirlerdi. Makbule ile
Naci’yeyi bu süre içinde, öteki çalışanların yanına bırakmaya karar verdi. Kardeşini ve oğlunu
alacak, Selanik’e gidecek; Mustafa’yı halasının yanına yerleştirdikten sonra yeniden
kızlarının yanına dönecekti.
Dediğini yaptı.
Mustafa’yı halasının yanında bıraktı ve yeniden kardeşinin kahyalık yaptığı çiftliğe
döndü…
Kim bilir, bir anne olarak Zübeyde Hanım’ın küçük oğlundan ayrılmasına yüreği nasıl
kıyılmıştı!
Ancak, hayır!
Bu da çözüm olmadı.
Mustafa’nın halası sert bir kadındı. Daha Mustafa’nın ilk olarak yanına yerleştirildiği
gün tutmuş, onu çarşıya simit almaya göndermişti. Mustafa simitleri alıp gelince bu kez de
simitleri beğenmemiş, değiştirmesi için ikinci kez göndermişti.
Bu Mustafa’nın o denli gururunu kırmıştı ki!
Dayısı Hüseyin Bey’in cuma namazı için Selanik’e geldiği bir gün onu bulmuş ve şu
soruyu sormuştu:
-“Dayı, siz beni halama uşak mı verdiniz?”
Dayısı bu soru üzerine şaşırmıştı.
Mustafa devam etti:
-“Beni gece yarıları çarşılara gönderiyor. Ben onlarla oturamam!”
Dayısı çiftliğe geri dönünce, Mustafa’nın halini Zübeyde Hanım’a anlattı.
Zübeyde Hanım bu duruma çok üzüldü. Ancak oğlunun üzülmesine de
katlanamıyordu.
Kararını verdi:
Böyle olmayacaktı. Selanik’e dönecekti. Çocuklarını yanına alacak, bir eve
yerleşecek; oğlu Mustafa da annesinin ve kardeşlerinin yanında, bir aile ortamı içinde
sıkılmadan okuluna gidip gelecekti.
Dediğini yaptı.
Artık yeniden Selanik’teydiler.
Selanik’e gelindiğine göre Mustafa’nın bir okula kaydının yapılması gerekliydi.
Zübeyde Hanım bunun için de birinin kendisine yardımcı olmasına gereksinim
duyuyordu.
Aklına, eşinin arkadaşlarından Hüseyin Efendi geldi.
Birini göndererek, Beyaz Kule’nin dibindeki kahvelerden birinde Hüseyin Efendi’yi
buldurdu. Hüseyin Efendi’yle karşılaştığında ondan bu konuda kendisine yardımcı olmasını
rica etti. Hüseyin Efendi’nin koşturması ve ön ayak olmasıyla Mustafa Selanik Rüştiye
Mektebi’ne kayıt yaptırdı.
Zübeyde Hanım oğlu okula başlayınca, evinde ona özel bir oda ayırdı.
Oğlunun rahat etmesini, sağlıklı bir ortamda ders çalışmasını istiyordu.
Bir gün Zübeyde Hanım, tuhaf bir durumla karşılaştı.
Oğlu dört gündür okula gitmiyordu. Ayrıca niçin okula gitmediğine ilişkin kendilerine
hiç bir şey demiyordu.
Dördüncü günün sonunda evin kapısı çalındı:
Koştu, kapıyı açtı. Karşısında ölen eşinin arkadaşı Hüseyin Bey duruyordu.
Zübeyde Hanım’ın hiçbir anlam veremediği bakışlarının karşısında O, bir işin bitmiş
olduğundan söz ediyordu.
Hangi iş?
Ve nasıl bitmişti ki?
Konu sonradan anlaşıldı.
Rüştiye’de okurken, bir fiil çekimini yanlış yaptı diye bir öğretmeni Mustafa’nın
kulağını iyice burmuştu…
Arkadaşlarının önünde bu davranıştan onuru kırılan ve çok rahatsız olan Mustafa;
doğru Hüseyin Efendi’nin yanına koşmuş ve ona kendisini okuldan almasını ve Askeri
Rüştiye’ye yerleştirmesini rica etmişti.
Hüseyin Bey de bu konunun ailenin ortak isteği olduğunu düşünüp aklına bir şey
getirmeden bir görev gibi ilgilenmiş, uğraşmış ve sonuç da almıştı.
Hüseyin Bey bunları anlattığında Zübeyde Hanım o kadar şaşırmıştı ki!
Bir parça da öfkelenmişti.
Oğlunun asla asker olmasını istemiyor; “Ben seni asker yapmam!” diyordu.
O oğlunun, ölen eşi gibi ticaretle ilgilenmesini istiyordu.
Mustafa ise buna karşı çıkıyordu:
-“Ben, kesin olarak asker olacağım. Omzumda basma kumaş topu taşıyamam!”
Zübeyde Hanım daha da öfkelendi, inat etti.
Askeri Rüştiye için hazırlanan belgeleri asla mühürlemeyecekti.
Anne onay vermezse Mustafa nasıl askeri okula gidebilirdi ki?
Bu durum karşısında Mustafa daha da kızıyor ve inatlaşıyordu.
Bu gerilimli ortam artınca; bir anda evden çıktı, kapıyı vurdu ve evi terk ederek doğru
Selanik’in ta öteki ucundaki halasının evine gitti.
Ve akşam da geri dönmedi.
Zübeyde Hanım bu olaya o kadar üzülmüş ve kederlenmişti ki!
Oğlu işte yanında yoktu.
Başına bir şey mi geldi diye derin kaygılar içine düşmüştü.
Yüreği bir anne olarak parça parçaydı.
Korku, kaygı, sıkıntı ve üzüntü yumak olmuş, yüreğinden taşmış, evin her köşesine
yayılmıştı.
O gece son derece güçlükle uyudu.
Uykuya daldığında oğlunu rüyasında gördü.
Mustafa altından bir tepsi içinde, bir minarenin tepesindeydi.
Bir yerlerden, bir takım sesler geliyordu.
– “Mustafa’nın askeri okula gitmesine razı olursan, yeri yanındır. Eğer olmazsan, onu
minareden aşağı atarız!”
Zübeyde Hanım oğlunu bu durumda görünce, dehşet içinde uykusundan uyandı.
Hayır, oğlunun felaketine razı olamazdı.
O an zaten kararını verdi:
Mustafa’nın askeri okula gitmesine izin verecekti…
Ve razı oldu:
Mustafa Askeri Rüştiye’ye gitti.
Sonra da Manastır İdadisi’ne…
Bu günler Zübeyde Hanım için daha da zordu.
Oğlu artık kendinden uzaklardaydı.
Mustafa arada bir Manastır’dan Selanik’e geldiğinde, annesi ve kardeşleri için dolma
şekerler, üzerinde “Armağan” yazan yüzükler, sırma işlemeli terlikler getiriyordu.
Yine bir gelişinde Zübeyde Hanım, oğlunun artık büyümüş olduğunu fark etti.
Tuttu, eşinden kalan saati, oğluna armağan etti.
Anne gözünde Mustafa, anlaşılan artık büyük bir adam olmuştu.
Yalnız Zübeyde Hanım oğluna değil; oğlu da anasına çok düşkündü.
Mustafa bir ara bu okulda hastalandı.
Gelen haberde, Mustafa’nın verem olduğu bile söylenmekteydi.
Ana yüreği, kendinden uzaklarda oğlu verem gibi ağır bir hastalığa yakalanır da
yerinde durabilir mi?
Zübeyde Hanım da büyük bir telaşa kapıldı.
Ne yapıp oğlunu görmek, ona kendi elleriyle bakmak istiyordu.
Ne yapacağını şaşırdı önce…
Sonra askeri hastanenin başhekimi Miralay Muhsin Bey’e ulaştı.
Oğlunun durumunu anlattı ve onu evine vermelerini istedi.
Muhsin Bey ise Zübeyde Hanım’a, Mustafa’nın askeri bir öğrenci olduğunu, ona
devletin bakacağını söylemekteydi.
Hayır, Zübeyde Hanım’ın yüreği oğlundan uzak olmaya dayanamıyordu. Muhsin
Bey’in karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Miralay’ın yanından gözleri yaşlı, umutsuz, omuzları düşmüş ve çaresiz bir halde
çıktı.
Ne yapabilirdi?
Aklına birden Miralay’ın eşi geldi.
Öyle ya, bir ananın yüreğini ancak bir ana anlardı.
Bir çırpıda Muhsin Bey’in eşine ulaştı ve gözyaşları içinde oğlunun durumunu ve
isteğini anlattı.
Kadından kendisine yardımcı olmasını rica ediyordu.
Muhsin Bey hastaneden çıkıp evine geldiğinde Zübeyde Hanım’la karşılaştı. Eşi Zübeyde
Hanım’la bir konuk gibi ilgileniyor ve sohbet ediyordu. Sohbete Miralay Muhsin Bey de katıldı.
Zübeyde Hanım kendisinin ve oğlunun durumunu anlatırken, Miralay Muhsin Bey’in kulağına
“Ali Rıza Bey” adı çalındı.
Evet, Zübeyde Hanım, tanıdığı bir isimden, Ali Rıza Bey’den söz ediyordu.
Ölüp giden bu kişi, Muhsin Bey’in eski tanıdığı biriydi.
Artık konuya iyice kulağını kabarttı ve dikkatli dinlemeye başladı.
Bu kadar hassasiyetten sonra bir yandan Zübeyde Hanım’ın, öteki yandan eşinin ricalarına
daha fazla dayanamadı ve Mustafa Kemal’in annesinin yanına verilmesine aracı oldu.
O gün akşamüzeri Mustafa Kemal, üç ay süreyle Selanik’teki evine izinli olarak
gönderildi.
Zübeyde Hanım oğlunu karşısında görünce büyük bir sevince kapıldı. Artık hem
ağlıyor, hem oğluna sarılıyordu. Ana yüreği hasta oğlunu bağrına bastı.
Artık Zübeyde Hanım hasta oğlunu iyileşmesi için büyük bir özenle ona bakıyor;
elinden geldiğince güçlü biçimde besliyor, terini siliyor, ilacını veriyordu. Bu arada kimden ne
duymuşsa, geleneksel yöntemler uygulamaktan da geri durmuyordu. Oğlu farkına bile
varmadan ona sümüklü böcekler mi yedirmedi; anne sütü ile yapılmış ev ilaçları mı
yedirmedi!
Hastalıktan oldukça etkilenmiş olan Mustafa Kemal, bu yoğun bakımın ve anne
şefkatinin etkisiyle, bir süre sonra kendine geldi.
Bünyesi, direnci çok güçlü bir hastalığı yenmişti…
Artık dinlenme dönemi başlamıştı.
Böyle bir anda birden, babasından kalan ve annesinin kendine verdiği saat aklına
geldi.
Arandı; ancak hayır! Yoktu.
Saat kaybolmuştu.
O saatin kayboluşuna o kadar çok üzüldü ki!
Baba yadigârıydı o saat.
Kendisine babasını hissettiren, her zor zamanında yanında taşıdığı ve güç aldığı o
saat kaybolmuştu.
Zübeyde Hanım da eşinden kalan saatin kaybolmasına çok üzüldü.
Oğluna tatlı bir sitem etmekten de geri kalmadı:
-“Ben sana o saati oğlum artık büyüdü diye vermiştim. Meğer sen hala küçük
Mustafa imişsin!”
Mustafa bir süre sonra durumu kavradı.
Hasta olduğu günlerde, Manastır’da hastanede kalmıştı.
Evet, baba yadigârı saati, hasta olarak kendinden geçtiği anlardan birinde, hastanede
çalmışlardı…
Zübeyde Hanım, belki eşi yoktu ama çocuklarıyla tatlı bir ev havası içinde, belki de
hayatının en güzel günlerini yaşıyordu. Çocuklarını zaman zaman yanına alır; kendi
sandığını açar, bohçalar içinde sandıkta sakladığı el işlerini gösterirdi.
Her Türk kadınının yaptığı gibi o da çocuklarına günü geldiğinde çeyiz olarak vermek için bir
şeyler biriktiriyordu.
İşte yine o günlerden biriydi.
Mustafa Kemal, Makbule ve en küçük kardeşleri Naciye analarının başındaydılar.
Zübeyde Hanım, sandıkta biriktirdiklerini çocuklarına gösterirken şunları dedi:
-“Mustafa… Bunları senin için saklıyorum! Bir büyü de!”
Ardından da kızı Makbule’nin kendisini ayrı tuttuğunu düşünmesin diye:
-“Sen daha küçüksün.” dedi. “Üzülme. Sandıkta sana da sakladığım şeyler var!”
Zübeyde Hanım oğlunun hevesle okumasından gurur duyuyordu.
Bir gün oğlunun hararetle bir kitap okuduğunu görünce, ne okuduğunu sordu.
Mustafa Kemal, bir tarih kitabı okuyordu.
Konu Plevne Savunması ve Osman Paşa’ydı…
Zübeyde Hanım bir şey söylemedi, ancak derin düşüncelere daldı.
Sonra yerinden kalktı; oğlunun sarı saçlarını okşadı.
Ve ekledi:
-“İnşallah sen de onun gibi olursun Mustafa’m!”
Zübeyde Hanım’ın gözleri yaşarmıştı.
Mustafa ise heyecanla annesine anlatıyordu:
“Büyük bir paşa o anne… Ancak bahtsız! Dilediği gibi iş görememiş bir paşa… Tuna
boyundaki ordumuzu saray idare etmiş. Ordumuz da onun için yenilmiş. Ben kendi ordumu
kendim idare edeceksem paşa olurum… Yoksa ne çıkar?”
X
Anılar, anılar, anılar…
Anne ve oğul arasında yaşanmış, zamanın ve yaşanmışlıkların canlı tanıklıkları…
Hepsi, her zaman, ne zaman ortaya çıkacağını bilmediğimiz anlarda, belleğimizin bir
yerinde gizliyken, ardı ardına dökülüveren anılar!
Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’ya giderken Mustafa Kemal Paşa’nın son geceyi
anasının yanında, yere serdirdiği bir yatakta geçirişi; Samsun’a gittikten sonra Zübeyde
Hanım’ın oğlundan günlerce haber alamayışı; bir süre sonra sağ ve salim olduğuna ilişkin
telgrafı gelince deli gibi sevinişi…
Sonra daha zorlu günler… Akaretler’ deki eve sık sık zaptiye baskınları; oğlunu merak
etmekten ve üzülmekten Zübeyde Hanım’ın kısmi felç oluşu… Sonradan oğlunun ölmüş
olduğuna ilişkin gelen aslı astarı olmayan haberler…
Ve Büyük Taarruzdan hemen önce, Gazi’nin annesini Anadolu’ya getirtişi; onu
Eskişehir’de karşılayışı ve bir otomobille Ankara’ya dönüşleri…
Bağ evine yerleşmeleri…
Sonra büyük zafer…
Gazi’nin 10 Ağustos 1922 günü İzmir’e girişi… Orada Latife Hanım’la tanışması ve
evliliğe karar verişi…
Sonra da annesini, hem Latife’yi görsün hem de İzmir’in latif havasında dinlensin diye
bu güzel kente gönderişi…
X
Latife Hanım’ın yanında Zübeyde Hanım güzel ve mutlu günler geçirdi.
Çünkü artık oğlunun Latife Hanım’la evleneceğini biliyordu ve gelecekteki gelinine kanı da
oldukça ısınmıştı.
Latife Hanım ise Zübeyde Hanım’a büyük bir özenle bakıyor, hastalığının düzelmesi
için büyük çaba harcıyordu.
Zübeyde Hanım’ın gün geçtikçe sağlığı daha da bozuldu. Ali Çavuş durumu
Ankara’ya bildirdi. Konu Mustafa Kemal Paşa’ya iletildiğinde O, Ankara’dan doktor
gönderilmesini istedi.
Mustafa Kemal, annesini görmek için İzmir’e gelmeye hazırlanıyordu.
Zübeyde Hanım’ın da hastalığı her an artıyordu.
Ali Çavuş’a dönerek; kendisine İzmir Valisi Kazım Paşa ile müftüyü getirmesini istedi.
İlgili kişiler gelip, Zübeyde Hanım’ı ziyaret ettiler.
Bu arada O, parmağında bulunan elmas yüzüğünü çıkardı ve kendini ziyaret edenlere
uzattı:
-“Bu da Mustafa’nın olsun!” dedi.
Bu sözler üzerine orada bulunan herkes artık hıçkırıklarla ağlıyorlardı.
Artık son saatler geliyordu.
Son nefesinden önce Latife Hanım’ı yanına çağırdı ve ona bir vasiyet yazdırdı.
Sonra da hayata veda etti.
Tarih 15 Ocak 1923’tü…
Öldüğünde 66 yaşındaydı.
Latife Hanım Zübeyde Hanım ölünce durumu İzmir Valisi Abdülhalik Renda’ya iletti.
Vali büyük bir cenaze merasimi hazırlamak için harekete geçti.
Latife Hanım’ın ön ayak olmasıyla İzmir’in tanınmış 33 hafızı konağa çağrılarak, sabaha
kadar hatim yaptırıldı.
Bu dini tören ve dualar tam üç gün sürdü.
Cenaze son derece kalabalık oldu.
Paşalar, mülki ve öteki askeri erkan, öğrenciler, halk ve her kesimden insan…
Latife Hanımsa siyah bir manto giyerek, yüzünü siyah peçeyle örterek, bir fayton içinde
korteji arkadan izledi.
Definden sonra halka sadaka dağıttı.
Sonraki günlerde dini törenler yaptırdı; dualar okuttu, aşure yaptırarak dağıttı.
Aradan iki hafta geçti…
Yurt gezisini tamamlayan Gazi, 27 Ocak günü Manisa üzerinden trenle İzmir
Karşıyaka’ya geldi.
Onu kalabalık bir resmi ve sivil topluluk karşıladı.
Doğru annesinin kabrine gitti.
Çünkü annesi ölmeden önce de, uzak bir yerden geldiğinde ilk önce annesine gider
elini öpek, bağrına basardı.
Şimdi de aynı şeyi yapıyordu.
Heyecanlı, duygulu, hüzünlü olduğu her açıdan belli oluyordu.
Dua ettikten sonra duygulu bir konuşma yaptı:
Annesi kendisinin yetişmesinde en önemli katkıyı sunmuştu.
Ulusal savaşta annesi büyük özverilere katlanmış, acılar çekmişti.
Yıllarca oğlunun özlemini çekmişti.
Ve sonunda; işte onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştü…
Çok üzgündü, çok… Ancak bu üzüntüsünü ortadan kaldıran bir konu vardı:
O da ülkeyi mahva ve büyük yıkıma götüren yönetimin artık bir kez daha dönmemek
üzere yıkıldığını görmek olmuştu.
Şöyle diyordu Gazi Paşa:
“Annem bu toprağın altında. Ancak ulusal egemenlik sonsuza dek var olsun. Beni
teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, ulusal egemenlik sonsuza kadar sürecektir.
Annemin ruhuna ve bütün atalarımın ruhuna borçlu olduğum yemini yineleyeyim: Annemin
mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum ki; bu kadar kan dökerek milletin elde
ettiği egemenliğini korumak ve onu savunmak için gerekirse annemin yanına gitmekte asla
tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenliğin uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve
namus borcu olsun”
Halk sanki zincirden boşanmış gibi delicesine haykırıyor; ve Gazi’ye sesleniyordu:
-“Yaşa Paşam! Sen çok yaşa!”
Evet; o annesinin Mustafa’sı ve Sarı Paşa’sıydı…
Annesi için görkemli bir mezar yaptırmak isteyenler olduğunda, Gazi bunu istemedi.
-“Anam için anıta gerek yok… Yurdumun büyük bir kaya parçasını alın, başına dikin… Annem
için en güzel mezar taşı, yurdumun basit bir kaya parçasıdır!” dedi…
Şimdi hala Zübeyde Hanım, dünyanın en güzel mezar taşının, kocaman bir kaya parçasının
altında yatıyor…
Hala Sarı Paşasını özleyerek ve onu bağrına sarmak isteyerek…
Kemal Arı, 14.01.2015
Bir yanıt yazın