Recep Tayyip Erdoğan, her konuşmasında halkımızdan en az üç çocuk sahibi olmasını istiyor…
Her aile üç çocuk değil, on üç çocuk yapsa ne olacak? Ne değişecek?
Nüfusumuz 75 milyon yerine 225 milyon olsa, bu artış hangi sorunumuza çözüm getirecek? Gerçek Demokrasi uygulamasına mı geçilecek, Türkiye’nin yaşam biçimi ve uygarlık düzeyi mi yükselecek?
Kafalar değişmedikten sonra… Kafalar Ortaçağ karanlığının tutsağı olduktan sonra…
Endonezya’nın Müslüman nüfusu 210 milyon, Pakistan’ın 154 milyon, Bangladeş’in 116 milyon… Nüfus artışının en yoğun olduğu ülkelerden birisi de Nijerya’dır… 175 milyonluk nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmaktadır…
Geçenlerde bu ülkede faaliyet gösteren Boko Haram adlı şeriatçı bir örgüt, koca bir kenti yakarak, 2 bin kişinin ölümüne neden olmuştu. Bir katliam gerçekleştirmişti…
Boko Haram, ya da Buku Haram, “Latin Alfabesi haram”, “Batılı eğitim haram” anlamına gelmektedir…
Son zamanlarda bu örgüt, kadınları ve çocukları kullanmaya, onları ateş hattına sürmeye başlamıştır ve 10 yaşlarında bir kız çocuğunun üzerindeki bomba düzeneğinin kalabalık bir pazar yerinde patlaması sonucunda, en az 19 kişinin yaşamını yitirdiği, 18 kişinin de yaralandığı bildirilmiştir…
Ortadoğu’da, Asya’da, Kuzey Afrika’da kan gövdeyi götürmekte, her gün kameraların önünde boğazlar, kafalar kesilmekte, canlar alınmaktadır… Dünyanın tüm teröristleri ve terör eylemleri ne yazık ki Müslüman kimliği taşımaktadır…
Kadınlar pazarlarda köle, cariye olarak satılmakta, suç işleyen kadınlar taşlanarak öldürülmekte, küçücük çocukların beyinleri kinle, nefretle, öç alma duyguları ile zebanilerle, şeytanlarla, cinlerle doldurulmakta ama yolsuzluklar, hırsızlıklar, tecavüzler konusunda tek laf söylenmemektedir…
Mustafa Kemal Atatürk, Aydınlanma ve 1923 Devrimi ile Türkiye’yi şeriatçı ülkelerden ayırmıştı… Karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştı… Ortaçağdan uygarlık çağına geçmişti vatanımız… Müslüman ülkeler arasında demokratik ve laik sistemi benimseyen tek ülke idi… Boş inançların, tarikatların, tekkelerin yerini AKIL, BİLİM almıştı… “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir” demişti o yüce önder…
Ne yazık ki bu dönem, onun ölümüyle birlikte sona erdi… Menderes’lerle, Evren’lerle bir karşı devrim süreci başladı… Bu süreç AKP iktidarında ise zirveye çıktı… 12 yıllık AKP iktidarında şeriatçılık hayli yol kat etti. Günümüzde ulemalar (!) Şeriat hukukunu uygulamaya başladılar bile…
Muhalefetin de desteği ya da görmezden, duymazdan gelmesiyle türban anaokullarına değin girdi… İmam hatipler, Kuran kursları en geçerli eğitim kurumları oldu şimdi… Hem de zorunlu… Şeriat hukuku yaşantımıza yön vermeye başladı…
Artık açık açık, kadınların sokağa çıkmaması, çalışmaması savunulmakta, çalışan kadınların “Fuhuşa hazırlık” yaptığı söylenmektedir. Şöyle denilmektedir:
“Her çalışan kadın, gözü doymamış erkek demektir. Çalışan kadın ya evlenmeyi erteleyerek erkeklerin evlilik sürecini baltalıyor ya da evli olduğu halde çalıştığı için yorgunluğu ve vakit darlığı nedeniyle erkeği ile ilişkisinde kadınlığı arızalıdır. Kadınlığı arızalı olduğu için erkeğin gözü açtır. O evinde erkeğini eksik bırakıyor erkeği de iş yerinde bir başka kadına tasallut oluyor. Böyle fuhuş değil ama fuhuşa hazırlık yapan sürece destek oluyor. Ayrıca çalışan kadın doğurmayan ya da az doğuran kadın demektir. Yani benim ümmetim zarar gördü…”
Çalışan kadınlar hakkında bu aşağılayıcı, alçaltıcı görüşleri savunan “Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız”, şimdi de katıldığı bir TV programında “Koca koca adamların ya da kadınların küçücük bebelerle evlenebileceğini” ileri sürmekte şunları söylemektedir:
“Mesela 7 yaşında bir kız çocuğu, 25 yaşında bir erkek veya 25 yaşında bir kız çocuğu, 7 yaşında erkek… Evlenebilirler mi? Nikâhlanabilirler mi? EVET, nikâhlanmalarında bir sakınca yoktur, Kuran’a iman eden bütün Müslümanlara göre evlilik için bir yaş söz konusu değildir…”
Gördünüz mü? Duydunuz mu? Tanık oldunuz mu anlatılanlara? Atatürk’ün çağdaş, uygar, laik Türkiye’sini ne hale getirdiler? BÖYLE ADAMLARLA AYNI ÜLKEDE, AYNI ZAMAN DİLİMİNDE YAŞADIĞIM İÇİN UTANIYORUM…
Nereden nereye geldik… Elbette vardığımız bu günkü noktada her şeye, her faşist, her şeriatçı uygulamaya ses çıkarmayan, karşı koymayan aydınların, sendikaların, partilerin, derneklerin, medyanın da rolü var… Elbette Türkiye bu ortama bir anda gelmedi. Her şey gözümüzün önünde, gün ortasında gerçekleşti… Yaşandı…
Önceleri, Cumhuriyet rejiminin, Cumhuriyet düzeninin, Cumhuriyet kurumlarının güçlü olması nedeni ile şeriatçılar “Saman altından su yürüttüler…” Takiyye yöntemini kullandılar… Bir adım ileri, iki adım geri kuralı ile çaktırmadan ilerlediler… Baktılar ki direnen, başkaldıran, ses çıkaran yok… Eylemlerini açıktan yapmaya başladılar, sözlerini uluorta söylediler…
Esat’ı ve Suriye rejimini devirme pahasına şeriatçı, dinci örgütlerle işbirliğine girdiler… Silah ve para yardımı yaptılar. Militanlara eğitim verdiler… Kamplarda Savaş sanatını öğrettiler… Yaralılarını tedavi ettiler…
Ama Ortadoğu’da, Asya’da, Afrika’da şeriatçı çetelerin eylemlerine hız vermesi ve özellikle Fransa Katliamı onları telaşlandırdı… Sıranın onlara da geleceğinden korkmaya başladılar… Şimdi Cumhurbaşkanı, Başbakan ardı ardına İslamcı terör eylemlerini kınayan demeçler veriyorlar… Başbakan Ahmet Davutoğlu bugün Fransa’ya gidiyor. Paris’te yapılacak protesto (!!!) yürüyüşüne katılacak… (!!!)
Ama bütün bunlar boşuna çabalar… Dün rüzgâr ekenler, yarın fırtına biçeceklerdir… Bu, “iki kere iki dört eder” kadar kesindir…
AKP, iki canavar, iki Frankeştayn yaratmıştır: Birisi PKK canavarı… Ki bombaları patlatmaya başlamıştır… İkincisi şeriatçı terörist canavarı… Ki onlar bir tane de değildir… Onlarcadır…
Burada yeri gelmişken, frankeştayn’ın öyküsünü bir kez daha anlatalım:
“Romanın kahramanı tıp öğrencisi Victor Frankenstein; hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yapmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemektedir. Deneyleri sonucunda yaşamın sırrını keşfeder ve bunu üstün bir insan yaratarak kullanmaya karar verir. Çeşitli mezar ve mahzenlerden topladığı ceset parçalarını bir araya getirir. İnsan vücudunun karmaşık parçalarıyla uğraşmanın zorluğu yüzünden 2,50 metre boyunda ve buna orantılı bir genişlikte üstün bir insan yaratmaya karar verir. Kalvenizm, simya ve elektrik gücünü kullanarak… Aslında isimsiz olan ama okuyucuların kendi adıyla, Frankenstein olarak bildiği ucubeyi yaratır. Fakat ondan memnun kalmaz ve kaçar. Yaratık ise kendisini yaratanı tanıyordur ve neden insanların ondan korkup kaçtıklarını bilmiyordur. Babasını (Dr. Frankenstein’ı) bulup, ondan hesap sormak ister. Yüreği müşfik, mizacı yumuşak olsa da görenlerde korku uyandırdığı için toplumdan tecrit edilir. Bir müddet sonra bir aileyi izlemeye başlayan Frankenstein, ailedeki fertlerin birbirlerine karşı duyduğu sevgiyi görür ve kendisini yalnız hisseder. Babasından bir eş ister; ancak Dr. Frankenstein onun duygularını önemsemez. Yalnızlığı arttıkça acımasızlaşır ve kendisini yaratandan korkunç bir şekilde öç almaya girişir…” (Frankenstein Vikipedi)
Canavarlar yakmaya, yıkmaya, katliamlarına devam ediyorlar…
Elbette sıra Yeni Türkiye’ye de gelecek…
Bekleyeceğiz, göreceğiz…
(alieralp37@gmail.com)