TEVFİK FİKRET’İ NE KADAR TANIYORUZ?
(-Yaradılışta evrim hep var, hep olmuş, hep olacak!)
Yineleyelim:
Atatürk Fikret için; “Ben inkılap ruhunu ondan aldım!” demişti…
İyi ama biz Atatürk’ün bu denli önem verdiği Tevfik Fikret’i ne kadar tanıyoruz?
O halde bir parça tanıyalım:
Fikret, 1867 yılında İstanbul’da doğdu..
Bir de kız kardeşi oldu: Sıdıka…
Onun doğduğu yıllarda ülke aydınları baskıcı Abdülaziz Rejimine karşı mücadele veriyorlardı. Ziya Paşa, Namık Kemal ve Mithat Paşa gibi kişiler, ülkeye özgürlük gelmesini istiyorlardı.
Annesi, kendi kardeşini alarak hacca gitti.
Ancak heyhat!
Hac dönüşü koleraya yakalandı ve Fikret daha on iki yaşındayken yaşama veda etti.
Hacdan dönerken annesi ve dayısı koleradan ölünce, Fikret on iki yaşında öksüz kaldı.
Babası Hüseyin Bey, devlet hizmetinde çalışıyordu. Hakkında bir jurnalde bulundu. Abdülhamit her kuşkulandığı kişiyi oraya buraya sürgüne göndermekle ünlenmişti. Hüseyin Bey de Abdülhamit’in öfkesinden yakasını kurtaramadı. Bir buyrukla, İstanbul’dan başka yerlere sürüldü ve sürgünde de öldü.
Artık iki yetim kardeş, dayılarının yanında kalmak ve yaşamlarını orada sürdürmek durumundaydı.
Sıdıka da yaşamın türlü acılarıyla boğuştu. Kaba ve anlayışsız biriyle evlendi. Kocası genç kadına acımasız baskılar uyguluyordu.
Bu baskıya dayanamayan genç kadın, onurunun kırıldığı bir anda intihar etti.
Annesi, babası ve kız kardeşini ardı ardına kaybetmiş olan Tevfik Fikret, hayata karşı öfke doluydu. Küçük yaşta acılar tatmış; bu nedenle de bir parça içine kapanık, ancak yaşama karşı hırs yapmış bir gençti.
Aşırı derecede çalışkandı.
Şiir yazıyordu.
1988’de Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitirdi.
Dayısı onu, kendi kızı Nazmiye ile evlendirmeye karar verdi…
Eşini ve ondan doğan çocuğunu canından öte sevdi.
Çalışmaya ihtiyacı vardı. İlk görev yeri Osmanlı Dışişleri Bakanlığı oldu.
Ancak, hayır!
Memurluğun kendisine ait olmadığını kısa sürede anlamıştı.
Bu nedenle istifa etti.
Bir süre özel dersler vererek para kazanmaya çalıştı.
Kimi dergilerde yazılar yazıyor; bu dergilerin kimi zaman yönetimine de geliyordu.
Ancak o dönemlerde sansür o kadar ağırdı ki; bir anda dergi sansürlenebiliyor ve ardından da kapatılıveriyordu.
Fikret; İkinci Abdülhamit’ten nefret ediyordu. Normal konuşma sırasında konu Abdülhamit’e ve onun yönetimine geldiğinde birden canlanıyordu.
İlkeleri yaşamın her türlü inişi ve çıkışı karşısında bükülmez ölçüde sağlamdı.
Yaşam sanki ona kapılarını bir bir kapıyor gibiydi.
Yeniden devlet hizmetine girdi.
Ancak her şey, her şey kötüye gidiyor; toplum ahlaksızlığa itiliyor, devlet çürüyordu.
Bu nedenle İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde o da bunu coşkuyla karşıladı.
Memlekete artık özgürlük geliyordu.
Tanin gazetesinin çıkarılmasına katkı sundu.
Bir süre bu gazete İttihatçıların resmi gazetesi konumuna gelince; Fikret bu durumdan hoşlanmadı ve gazeteden ayrıldı. Yeniden öğretmen olarak yaşamını sürdürmeye karar verdi.
Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başladı.
1909’un Nisan ayında 31. Mart gericilik ayaklanması patladı.
Tevfik Fikret o sırada Galatasaray Lisesi’nin müdürüydü.
Gericiler bütün kurumlara el koyuyorlardı. Galatasaray Lisesi’ne de saldırdılar. O zaman Fikret, kendi döneminin Prometheaus’u gibi ortaya çıktı ve bileklerine zincir geçirerek kendini lisenin kapısına bağladı.
Bir gün sonra Lise Müdürlüğünden istifa etti.
Artık yeniden yazılarıyla, ardından da başka okullarda öğretmenlik yaparak hayatını kazanmaya çalışıyordu.
Küçük oğlunun eğitimiyle özellikle ilgileniyor; onun üstün ahlaklı olmasını arzuluyordu.
Haluk’un elektrik mühendisi olmasını istiyordu. Bu nedenle 1909 yılında İskoçya’ya gönderdi.
Oğlundan ayrı kaldığı zaman diliminde Haluk’a seslenen şiirler yazdı.
O, gelecekteki gençliği Haluk’un kişiliğinde görmek istiyordu.
Ancak bu süreçte onu çok üzen bir gelişme oldu.
Haluk, bir Protestan ailenin evinde kalıyordu. Bu aileden etkilenerek Hristiyan oldu.
Bu hem Fikret’i hem de öteki aile bireylerini son derece üzdü.
Hatta ona namazı öğreten anne tarafından dedesi sinir krizleri geçirdi.
Haluk ise artık ülkesine dönmedi.
Tevfik Fikret acının, coşkunun ve karamsarlığın şairiydi. Son derece etkileyici, bir atlet görünümünde, sağlam ve sağlıklı bir vücut yapısı vardı. Bir keresinde Hüseyin Cahit’i ve Hüseyin Kazım’ı birer omuzuna alarak oda içinde dolaştırmıştı.
Aşırı temizliğe düşkündü. Her fırsatta ellerini yıkar; üstüne başına titizlenir; üzerine küçük bir toz konmasından nefret ederdi.
Sigara ve içki içmedi. Güzel yazı yazmaktan hoşlanıyordu. Resimden anlar ve kendisi de resim yapardı. Mimarlığa da meraklıydı. Örneğin Namık Kemal’in mezarını kendi elleriyle çizmiş ve yaptırmıştı.
Yalan konuşmaktan hoşlanmazdı. Ahlaksızlığı toplumun en büyük hastalığı sayardı. Dürüstlüğüne onu yalnız dostları değil, onu sevmeyenler de büyük saygı duyarlardı. Dürüstlüğüne herkes kefil olacağı için, düşmanları bile ona toz konduramayacaklarını bildikleri için saldırmaktan çekinirlerdi.
Fikret ise hep yaşama kırgın ve küskün gibiydi. Çok kırılgan bir kişiliği vardı. Zaman içinde kötülüklerin kenti olarak gördüğü İstanbul’dan çıkma ve İnzivaya çekilme düşüncesine kapıldı.
Bunun için araştırmalara da başladı. Arkadaşı Hüseyin Kadri’yi Manisa’da bir toprak bulup kiralaması için gönderdi. Hatta kuracağı köyün krokilerini bile kendi elleriyle çizdi.
Ancak olmadı.
Sonra Yeni Zelenda’da bir arayış oldu. Oraya gidip, bütün kötülüklerden uzak bir köy kurmak amacını taşıyordu.
Ancak hayır, bu da olmadı.
Bu kez o kendi Aşiyanını kendisi kurmaya karar verdi.
Aşiyan, yani sığınabileceği bir yuva…
Aksaray’da bir evi vardı. Onu satıp, Boğaza bakan bir yerde kendi Aşiyanı’nı yapacaktı.
Aşiyanını kendisi tasarladı ve mimari planlarını çizdi. Evini sattıktan sonra aşiyanın yapımını bir müteahhitte verdi. Müteahhit parayı alarak kaçtı. Fikret konağın yapımında işçilerle birlikte çalıştı. Önemli oranda borçlanarak, köşkü bitirdi.
Geniş bir balkonu olan Aşiyan’ı çok seviyordu.
Köşkün adı bir süre sonra yapıldığı yere adını da verdi.
O’nun şiirlerinden Tarih-i Kadim’i, sanki bütün kurulu düzene ve tarihin akışına karşı bir protesto gibiydi… Bir karşı koyuş, itiraz ve reddiye tavrının şiire dökülmüş haliydi.
Bu şiir yayınlandığında; pek çok kişi ona karşı derin bir tepki içine girdi.
Bunlardan biri de Mehmet Akif Ersoy’du.
Yazdığı şiirde; Onu zangoçlukla itham ederek, can evinden vurdu.
Zangoçluk, kilisede çan çalan kişilerin yaptığı işe deniyordu.
Çünkü Fikret’in mühendis olsun diye yurt dışına gönderdiği oğlu din değiştirmişti…
Fikret’in üzgün oluşu Akif’e iletildiğinde; “Bütün milletin mukaddesatına söverken, üzülmüyorsa; buna da üzülmesine gerek yok” dedi.
Fikret Akif’e “Molla Sırat” diye karşılık verdi; ama bu kavga fazla sürmedi.
Zaten şekerden yakınan Fikret’in hastalığı, daha da arttı.
Hastalığından ve ölecek olmasından son derece memnun gibiydi.
Yaşamdan hiçbir tat almıyordu.
Galatasaray lisesinden ayrılan şair; Aşiyan’da kaldığı eve çekildi. Artık O, zamanında II. Abdülhamit yönetimine karşı nasıl muhalifse, İttihat ve Terakki yönetimine de muhalifti.
Robert Kolej’de çalışmaya başladığında, giderek onu ölüme götürecek şeker hastalığına da yakalanmıştı.
Yaşama karşı küskündü. Düş kırıklıkları karşısında acı çekiyordu. Ağır biçimde hastalandığında sanki artık yeniden iyileşmekten korkuyor gibiydi.
19 Ağustos 1915 günü gece yarısı ölürken ağzından şu kelimeler döküldü:
“Artık yıkılıyorum! Yavrum, yavrum…”
Fikret, çok sevdiği oğlu Haluk’un özlemi içinde, eşi Nazmiye Hanım’ın çırpınışları arasında can vermişti.
Öldüğünde, namazda cenazesinin kılınmasına onu sevmeyenlerin tepki gösterecekleri düşünüldüğü için, cenazesi evinde, gecenin ortasında yıkandı.
Sonra da sessiz sedasız Eyüp’te defnedildi.
Yıllar sonra, 1961’de naşı Eyüp’ten alınarak, çok sevdiği Aşiyanı’na taşındı…
Yazıyı Tevfik Fikret’ten bir şiirle bitirelim:
Bir yaratıcı güç var, ulu ve ak pak,
Kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım.
Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim,
Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.
Yaradılışta evrim hep var, hep olmuş, hep olacak,
Ben buna Tevrat’la, İncil’le, Kuran’la inandım.
Tekmil insanlar kardeşi birbirinin… Bir hayal bu!
Olsun, ben o hayale de bin canla inandım.
İnsan eti yenmez; oh, dedim içimden, ne iyi,
Bir an için dedelerimi unuttum da, inandım.
Kan şiddeti besler, şiddet kanı; bu düşmanlık
Kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım.
Elbet şu mezar hayatı zifiri karanlığın ardından
Aydınlık bir kıyamet günü gelecek, buna imanla inandım.
Aklın, o büyük sihirbazın hüneri önünde
Yok olacak, gerçek dışı ne varsa, inandım.
Karanlıklar sönecek, yanacak hakkın ışığı,
Patlayan bir volkan gibi bir anda, inandım.
Kollar ve boyunlar çözülüp, bağlanacak bir bir
Yumruklar şangırdayan zincirlerle, inandım.
Bir gün yapacak fen şu kara toprağı altın,
Bilim gücüyle olacak ne olacaksa… İnandım..
Kemal Arı, 1.1.2015
Bir yanıt yazın