İSTİKLAL ŞAİRİMİZ: MEHMET AKİF ERSOY
(-Allah Bir Daha Böyle Bir Marş Yazdırmayı Nasip Etmesin!)
Hangimizin bir anda duyduğumuz İstiklal Marşı’nda içimizde büyük bir ulusal kabarış duymayız?
Bugün pek çok aklı evvel saftirik, çıkıp İstiklal Marşı’na karşı olduklarını söyleyip; yeni bir marş yazılması gerektiğini söylemekten geri kalmıyorlar.
Oysa O, bize Ulusal Bağımsızlık Savaşımız’ın bir yadigarıdır.
Onun her sözcüğünde, şehitlerimizin kanı, gazilerimizin teri var. Ve onun her nağmesinde, bütün bir ulusun nefesini, yürek atışını görmemek sözkonusu bile olamaz…
İstiklal Marşı’nın tarihsel anlamını dil anlatamaz; kalem yazamaz… Ancak bir kalptir onu hissedecek… O da atar, durur…
Hadi kalkalım; İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un yaşam öyküsü içinde, bu nefes kesici süreci birlikte izleyelim…
Tarihin ince koridorlarına girerek; yalnız okuyarak değil, görmeye ve hissetmeye çalışarak, onu anlamaya çalışalım.
İstiklal Marşı, Vatan Şairi Mehmet Akif Ersoy tarafından yazıldı. Osman Zeki Üngör tarafından da bestelendi…
Mehmet Akif Ersoy kim?
Gerçekte dindar, ancak ilerlemeye ve gelişmeye hep gönlünü açmış, namus ve dürüstlük anıtı bir kişilik…
Kimilerine göre gerici-yobaz…
Doğru olan ilk yorum; ikincisi önyargılı ve kasıtlı…
Hani Tevfik Fikret’le ünlü şiirsel tartışmasında; Tevfik Fikret ona “Molla”, o da Fikret’e “Zangoç” diyor ya!
Ta o günlerden kalma tartışmaların tarafı olarak bakıyor insanlar çoğunlukla konulara…
Geçelim:
Mehmet Akif Ersoy; …
1873 yılında, İstanbul Fatih’te doğdu..
Kayseri’den İstanbul’a göç eden, gerçekte baba tarafından Arnavut, anne tarafından ise Buharalı Türk’tü.
Babası adını Ragıf koydu; ancak konuşma dilinde ona Akif denildi.
Babası Arapça biliyordu. Arapça’yı babasından öğrendi. Dini içerikli ve modern eğitim veren okullarda okudu. Mülkiye’ye gitti. Orada Muallim Naci’nin öğrencisi oldu.
Şiir’e tutku derecesinde ilgi duydu.
Derken babasını yitirir. Bu aile için bir felaket oldu. O evin genç bir erkeği olarak, ailesini geçindirmenin derdine düştü. Annesi ve kızkardeşinin sorumluluğunu üzerinde hissediyordu.
Bu felaketi başka bir felaket izledi:
Evleri yandı…
Bu daha da büyük bir yoksulluk ve yokluk demekti.
Para kazanmalıydı.
Mülkiye’yi bırakarak; tez elden iş bulabilmek için, Baytar Okulu’na başladı.
Orada güreş ve yüzmeye ilgi duydu.
Okulu bitirdiğinde O, genç bir baytar olarak, memleket için en büyük felaketlerden biri olan salgın hayvan hastalıkları ile uğraştı.
Yoksul çiftçinin bilgi ve hüneriyle yanında yer aldı.
Az çok para yüzü görünce, evlenmeye karar verdi ve İsmet Hanım’la evlendi. Bu evlilikten tam altı çocuğu oldu.
Döneminin pek çok aydını gibi, İkinci Abdülhamit’ten nefret ediyor ve onun için “korkak, zalim ve eli kanlı” gibi deyimler kullanıyordu.
Bu nefreti onu, İttihat Ve Terakki Cemiyeti’ne yönlendirdi.
Cemiyete üye oldu.
Onunla da kalmayarak Osmanlı İstihbarat örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’ya girdi. Birinci Dünya Savaşı başladığında bu örgütün bir elemanı olarak çalıştı. Örneğin Berlin’e giderek; Almanlar tarafından esir alınan Müslüman tutsaklara dini bilgiler verdi. Sonra Arabistan’a giderek; Mekke Şerifi Hüseyin’in Ayaklanması’na karşı, başka bir hareketi örgütlemeye çalıştı.
İşte ünlü “Çanakkale Destanı”nı, deve sırtında, Arap çöllerinde dolaştığı o günlerde kaleme aldı:
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Arap çöllerinde, deve sırtında dolaşan bir bedevi kılığında; yüreği Çanakkale’de çarpıyor ve o duyguyu ta oralarda hissediyordu.
Savaş bitti.
Akif, Osmanlı Şeyhülislamlığı’nda bir dairede çalışıyordu.
Ülke, Mondros Bırakışması sonrasında kanlı günler yaşıyor; acımasız işgaller altında Türk’ün onuru, namusu, haysiyeti kirletiliyordu.
Tarih ana dile gelmiş; çocuklarını direnişe çağırıyordu.
Akif daha fazla duramadı.
Bir yolunu bularak Anadolu’ya, Mustafa Kemal Paşa’nın yanına koştu.
Ankara’da kiralık ev bulunmuyordu.
Kendisine hayranlık duyan Taceddin Dergahı’nın İmamı Tevfik Efendi, ona dergahta kalmasını teklif etti.
Bu isteği Akif kabul etti.
Atatürk’ün isteğiyle Burdur milletvekili oldu.
O, yurdun her yerinde konuşmalar yaparak, ulusu, ulusal savaşa katılmaya çağırdı.
Bu çağrılar çok etkili oluyordu. Bu nedenle Akif’in konuşmaları matbaada basılıp, yurdun çok yerinde dağıtılıyordu.
Ankara’nın ayazında soğuğunda O, beş parasız, bir paltosu bile olmadan, eski bir çeketle kışı geçirmeye çalışıyordu.
Ankara’da bu özveriye katlanırken; eşi ve çocukları yoksul bir halde, İstanbul’da bulunuyorlardı.
1921 yılında meclis, bir istiklal marşı yazılması için yarışma başlattı.
Değişik şairlere konu iletildiğinde, millete ait bir marşın parayla yazılamayacağını ileri süren Mehmet Akif, bu yarışmaya katılamayacağını söyledi.
Ancak araya Hamdullah Suphi Bey girdi. Bu dostunun teşvikiyle yarışmaya katılmayı kabul etti.
Kazanırsa ödülü almamak koşuluyla yarışmaya katılmaya söz verdi. Hatta bu sözde kalmadı, bir sözleşme imzalanarak kayıda da geçirildi.
Sonra Taceddin Dergahı’na kapanarak, günler boyunca milli marşı yazmaya çalıştı.
Ön elemeyi geçen şiirler, meclis kürsüsünden okundu.
Mehmet Akif’in yazdığı “İstiklal Marşı” okunduğunda, pek çok kişi ağlıyor, ayağa kalkmış, olanca gücüyle alkış tutuyordu.
Bu coşkulu mısralar, iki kez daha okundu.
Mehmet Akif, bu yarışmanın birincisi olmuş ve beş yüz lira kazanmaya hak kazanmıştı.
Kendi marş sözleri okunurken, kafasını iki kolunun arasına almış, utancından yüz üstü sıraya kapanmış yüzünü saklıyordu.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Oylama bitince bir dakika bile mecliste duramadı. Koşar adımlarla Taceddin Dergahına giderek, yalnız dünyasına çekildi.
Kendisini kutlayanlar şöyle diyordu:
-“Allah bir daha bu millete böyle bir marş yazmayı nasip etmesin!”
Kendisine verilen para ödülünü almadı. Bu paranın yoksul kadınlara ve çocuklara dağıtılmasını istedi.
Kurtuluş Savaşı başarıyla sona erene ve Türk askerleri İzmir’e girene dek Akif Ankara’da kaldı. Türk Ordusu İzmir’e girdiğinde pek çok yurtsever gibi o da sevincinden hüngür hüngür ağlıyordu.
Artık devrimler dönemi başlamıştı. Ankara’
Ankara’da olağanüstü günler yaşanıyordu.
1923 yılında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, pek çok kişinin yüreğinde büyük soru işareti oluşmuştu.
Akif bu arada Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’dan bir teklif aldı. O kendisini Mısır’da Ezher Üniversitesi’nde ders vermek üzere çağırıyordu.
O arada Ankara’da olağanüstü günler yaşanmaktaydı. Ali Şükrü Bey’in öldürülüşü çok kişinin yüreğinde kimi soru işaretleri yaratmıştı. Zaten Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa kendisini uzun zamandır Mısır’a davet ediyordu.
Daveti kabul etti ve gitti. Kahire yakınlarındaki bir beldeye yerleşti. O arada üniversitede ders vermeye de başladı.
Kış aylarında Mısır’a gidiyor; yaz aylarında Türkiye’ye geliyordu.
1926 yılında bütünüyle Mısır’da kalmaya karar verdi.
Hani Türkiye’de “Kılık Kıyafet Devrimi”ne ayak uyduramadığı için Mısır’a kaçtı diyor ya birileri!
Hayır…
O, Türkiye’de iken de fes giymekten hiç hoşlanmazdı.
Kaldı ki Mısır’a gidişi de Kılık Kıyafet Devrimi’nden önceydi.
Mısır’a gidince neyle karşılaştı dersiniz?
Oraya gittiğinde, oradaki yerli halkın giydiği entariyı giymedi. Onun yerine çeket, pantolon ve frenk tipi gömlek giydi. Türkiye’den kılık kıyafet devrimine uymak istemediği için Mısır’a gittiği söylenen Akif; bu kez orada ceket, pantolon ve gömlek giyiyor diye eleştiri alıyordu.
Kimi Mısırlılar’a göre o bu görüntüsüyle Hristiyanlara benzemekteydi.
Bu aşamada Atatürk’ün meclis aracılııyla bir girişimi oldu.
O, Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesini Buhari hadislerinin çevirisi ve yorumlamasını istiyordu. Bu yapılacak işin parasını kendi cebinden ayırmıştı.
Mehmet Akif’e Kuran’ın tercüme işi verildi.
Akif bir süre çeviri için çalıştı.
Ancak daha sonra, Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesinin olamayacağını ileri sürdü. Araya Aksekili Ahmet Hamdi girince kabul etti.
Bir sözleşme imzalandı ve Akif çalışmaya başladı.
Ancak yaptığı çeviriden pek memnun olmadı ve sonra da bu çevirinin yakılmasını istedi.
Akif, Mısır’da iken hastalanmıştı.
Siroz’du.
Yurt hasretiyle yanıyordu. Bir ara Lübnan’a ve hatta Hatay’a gitti. Yeniden Mısır’a döndü.
Yurdu burnunda tütüyor; içi içini yiyordu.
İçini bir korku kaplamıştı:
Ya yurdundan uzak gurbet ellerde ölürse!
Daha fazla dayanamadı. Bir vapura binerek 1936 yılının yaz başında İstanbul’a geldi.
Atatürk’ün girişimiyle derhal emeklilik işlemleri yapıldı. Aldığı bu parayla borçlarını ödedi.
Hastalığı artmıştı.
Hastaneye yattı.
Türkiye’ye gelişi için geçen bir haftalık süre için; “Bir yıldan uzundu!” dedi.
Hastalığına tedavi bir türlü yanıt vermedi.
Ve aynı yılın Aralık ayının sonunda İstanbul Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda sessizce yaşamını yitirdi.
Ya çocukları?
Her biri yaşam kavgasında yokluk içinde bir yerlere savruldu.
Birini anlatalım:
Günün birinde gazeteci Çetin Altan’ın kapısını bir genç çaldı.
Kendisinin Mehmet Akif’in oğlu Emin olduğunu; çalışamadığını ve beş kuruşunun olmadığını söylüyordu.
Çetin Altan cebinden cüzdanını çıkardı ve gözlerini kapatarak uzattı:
-“İstediğin kadarını, çekinmeden al!” dedi.
Gözlerini açtığında Emin, odadan çıkmış gitmişti…
Ve yoksulluklar içinde, aç yatıp kalkan Emin’in cesedi, bir sabah çöpçüler tarafından bir çöp bidonlarının yanında bulundu.
Yazımızı Mehmet Akif’in bir mısrasıyla bitirelim:
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git; diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Kemal Arı, 29.12.2014