(-“Dil” Yitirilirse; “İl” de Yitirilir… Dile ihanet, Ulusa da ihanettir…)
Tarih, 1277…
Karamanoğlu Beyliği’ndeyiz…
Karamanoğlu Mehmet Bey, ünlü fermanını vermiş:
-“Bundan böyle dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaya”…
Hay maşallah!
Evet, böyle söylemiş ünlü Türk Beyi…
O günlerde artık Selçuklu Devleti yıkılmaya yüz tutmuştu.
Anadolu’da çok sayıda beylikler ortaya çıkmaktaydı.
Anadolu Selçuklu Devleti’nde bilim dili Arapça, sanat dili Farsça’ydı.
Örneğin Asaf Bey, Asafname’yi Arapça yazmıştı…
Gönüller sultanı Mevlana da ünlü rubailerini Farsça yazıyordu……
Bir derviş olan Yunus Emre ise şiirlerini arı duru Türkçe okuyordu…
Ya elim al kaldır beni
Ya vaslına erdir beni
Çok ağlattın, güldür beni
Gel gör beni aşk n’eyledi?
Ben yürürüm ilden ile
Şeyh sorarım dilden dile
Gurbette hâlim kim bile?
Gel gör beni aşk n’eyledi?
Kentleri Farsça ve Arapça tutmuştu…
Ancak Anadolu’da kırsalda yaşayan Türk, ne Arapça’dan anlıyordu, ne Farsça’dan…
O Türkülerini Türkçe söylüyor, halk öykülerini Türkçe anlatıyor, ağıtlarını Türkçe yakıyordu…
Arapça bilim yapan ilim ehli, Sultan’a sunuyordu yapıtını, kese kese altın umarak…
Şairler de feodal beylere ve seçkin aristokrat zümreye…
Halk ozanları ve dervişleri de kırsalda, obalar arasında, köylerde; düğünlerde, toylarda okuyorlardı…
Ne paranın, ne pulun peşindeydiler… Yarı aç yarı tok, halkın vicdanı, dili olmuşlardı.
Seçkinlerin bulunduğu saraylardan ve konaklardan Türkçe kovulmuştu…
Ama Türkçe, dipdiri halkın yüreğinde, onun gönlündeydi…
Anadolu’da yaşayan azınlıklar ise kendi dillerini konuşuyorlardı:
Ermenice, Rumca ve daha niceleri…
Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmeye yüz tuttuğu ve Moğol akınlarına karşı koyamadığı, Anadolu’da büyük iç kargaşaların ve taht kavgalarının ortaya çıktığı bir dönem yaşanıyordu.
Memluk Sultanı Baybars ile Moğolların karşı karşıya geldiği bu ortamda, Karamanoğlu Mehmet Bey bir aykırı ve “asi” ilan edilmişti bu dönemde… Ancak onun bu sözleri, karanlığın ortasına atılmış gür bir ışık topuydu…
Görmüştü ki, Türkçe kendi evinde tutsaktır…
Anadolu’yu kendine yurt yapma uğraşısı içindeki Türk, bu kez kendi içinden kendini saran bu kültür emperyalizmine karşı, iç dürtüleriyle karşı durmuş ve var gücüyle haykırmıştı:
– “Artık Yeter!”
Türk, kendi ilinde, kendi töresini bile yaşayamaz duruma gelmişti. Onu yıkılmanın eşiğine düşmanın kılıcı değil; işte bu aymazlık getirmişti…
Dil olmadan töre, töre olmadan dil mi olurdu?
O’nun bu fermanıyla birlikte, Anadolu’yu saran koyu karanlık, bir anda aydınlanmaya başlamış; adım adım yurt yüzeyini sarmıştı…
Bu çok eski Türk atalarının, ozanlarının; Dedem Korkutların ve Yunus Emrelerin utkusuydu aslında…
Türkçe koyu bir çamur yığının içinden başını çıkarmış; binlerce yıllık gelenek, bir anda uç vermişti…
Dönemin ünlü Fars tarihçilerinden İbn-i Bibi, o döneme ilişkin notlarını tutarken, Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu çıkışını özenle kaleme almış ve bu büyük uyanışı tarih babanın defterine kaydetmişti…
Oysa Türkçe, çok eski devirlerde Türk Ulusu’nun kültür beşiğiydi…
Türk hakanları, Türkçe’ye özel bir önem vermişlerdi. Orhun ve Göktürk
anıtları; binlerce yıllık Türkçe sözcükleri tarihin bağrına kazımıştı…
Türkçe, Türk’ü kucağına almış; onun kulağına Oğuznamelerden; Dede Korkutlardan; Kutadgu Bilig (Bilginin Kutsallığı) adlı yapıtlardan nice Türkçe sözcükleri, örfü ve Türklüğe ait değerleri esintiler halinde fısıldayıp duruyordu.
Türkçe Türkün kimliğiydi…
Türkçe yaşarsa; Türk yaşardı.
Bu bağ, binlerce yıllık süreç içinde, dün ve bugün; bütün Türk Milleti’ni bağlayan en yüce değerdi.
Dili; Türkün tarihi ve o tarihin şekillendiği coğrafya tamamlıyordu.
Ya sonra ne oldu?
Karamanoğlu Mehmet Bey’in açtığı bu ışıklı yol; Osmanlı Devleti kurulunca da sürdürüldü…
İlk Osmanlı sultanları; törenin bir parçası olarak Türkçe konuşuyor ve Türkçe fermanlar yazıyorlardı…
Örneğin Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde, bu muştuyu Türkçe “fetihnameler”i Uygur ve Göktürk alfabeleri ile yazdırarak duyurmuştu…
Halkla yönetenler arasında bir kopukluk yoktu…
Derken 15. Yüzyılın sonlarında bu durum değişmeye başladı.
Türkçe yeniden Farsça ve Arapça sözcüklerin istilasına uğradı.
Ve bu zamanla öyle bir noktaya geldi ki; sarayda ve yönetici elit zümre arasında konuşulan dil kendi içinde kalarak halka inemedi. Çünkü dilin içinde artık, Türkçe’den çok Arapça ve Farsça sözcükler yer alıyordu.
Türkçe yeniden öz yurdunda öksüz kalmıştı.
Anadolu’da Türk, yine Türkçe konuşuyordu; ancak başında kendine hükmedenlerin dilinden hiç bir şey anladığı yoktu.
Yöneten; Türkçe konuşan Türk’ü “avamdan” görerek küçümsemeye; onu kaba bir taşralı gibi görmeye başladı. Türk ise; Anadolu bozkırlarında, kendi geleneğini ve dilini yaşayışının ve töresinin bir parçası olarak korumayı sürdürdü…
Böylece halkın içinden Karacaoğlanlar, Pir Sultan Abdallar, Köroğlu’lar ortaya çıktı…
Onlar, Anadolu’da küçümsenen Türkler’in yürekli ozanlarıydı…
Şöyle diyordu Karacaoğlan:
Ala gözlüm benim ile gidersen,
Bahar ayları gelsin de gidelim.
Dağlar almış ılgımını, karını,
Yollar çamur, kurusun da gidelim.
Erisin dağların karı erisin,
İniş seli düz ovayı bürüsün.
Türkmen ili yaylasına yürüsün,
Ak kuzular melesin de gidelim.
Saraydan ise Nef’iler çıkıyordu:
Bir dolu nûş et, şarab-ı nab gelsün çeşmine
Mest olursan nâza başla hab gelsün çeşmine,
Gamzene pür-tâb iken takat getirmez âftâb
Bade aklı var ise bitâb gelsün çeşmine.
İş burada kaldı mı?
Hayır…
Zaman içinde halkın konuştuğu Türkçe yalın biçimini korurken; sarayın konuştuğu Türkçe, bütünüyle Arapça ve Farsça sözcüklerin istilasına uğradı…
Sarayla halk arasındaki kopukluğun dilden kaynaklandığını İkinci Meşrutiyet öncesinde Türk aydını açık olarak gördü…
Onların ön ayak olmasıyla dilde sadeleşme çabaları başladı.
1901 yılında Şemsettin Sami’nin yazmış olduğu Kamus-ı Türki adlı Türkçe sözlük önemli bir adımdı.
Sonra edebiyatta “Yeni Lisan” akımı başladı…
Ömer Seyfettin gibi, o dönemin ölçülerine göre son derece yalın dille Türkçe öyküler ve şiirler yazan aydınlar ortaya çıktı…
Ünlü kültür bilimcisi Ziya Gökalp’in görüşleri ve araştırmaları sürece büyük bir ivme kazandırdı.
Bunu, ulusal kurtuluş savaşın sonunda Atatürk’ün öncülük ettiği Büyük Türk Aydınlanması izledi…
Halk yöneteni, yöneten de halkı anlamıyorsa; bunun aydınlanmanın önündeki en büyük sorun olduğunu düşünen Gazi Mustafa Kemal Atatürk; şu ünlü sözünü söyledi:
-“Yurdunu emperyalist saldırılardan korumasını bilen Türk Ulusu; dilini de bu sömürgeciliğin elinden kurtaracaktır!”
Atatürk’ün bu sözü; ta 1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü fermanıyla birleşmiş; büyük Türk Milleti’nin ruh dünyasıyla bütünleşilmişti…
Evet:
Dil yitirilirse il de yitirilirdi… Dile ihanet, ulusa ihanetti…
Artık yeni algı buydu.
Ve 1931 yılında Türk Dil Kurumu kuruldu…
Başta Halkevleri ve öğretmenler başta olmak üzere, Anadolu’nun geneline dağılmış olan Türkçe sözcükler tek tek toparlanarak önce Derleme, ardından da Tarama sözlüklerinde yayınlandı…
Öğretmenler arı gibi çalışıyor; halkın arasında gezerek, türküleri, ağıtları, öyküleri derliyorlardı. Sonra da bunları Halkevlerine ve Türk Dil Kurumu’na iletiyorlardı.
Böylece Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan ilk Türkçe Sözlük ortaya çıktı…
Geldik bugüne:
Bugün nerdeyiz?
En yüce tepelerde; “Türkçe bilim dili olur mu?” tartışmalarında…
Atatürk’ün en büyük özlemi, Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesiydi…
Ve bunu da başardı…
Kanıt mı?
Bugün, geçmişte yaşamış ya da günümüzde yaşayan hangi felsefe yapıtı Türkçe’ye çevrilemiyor?
Bir adım daha atalım:
-Türkçe, bilim yapmaya en uygun dillerden biridir…
Görevimiz önce ona saygı duymak, sonra da onun gelişmesi için çaba harcamaktır.
Unutmayalım:
Dilini yitiren ulus, varlığını da yitirir…
Yazıları posta kutunda oku