Adı Agop…
Soyadı Dilaçar…
“Dilaçar” adını ona Atatürk vermişti.
Türkçe’nin bilinen en önemli uzmanlarından biriydi.
Atatürk dönemini yaşamış bir cumhuriyet kuşağıydı.
Kendisi, Ermeni kökenli bir Türkiye yurttaşıydı.
Türk Dili’nin tam bir tutkunu ve belki de dilin en iyi bileniydi.
Atatürk Agop’u ta Birinci Dünya Savaşı günlerinden tanıyordu.
Bu tanışmanın da ilginç bir öyküsü vardı:
Türkiye’de 1930’larda başlayan Dil Devrimi’nin en önemli öncülerindendi.
Gelin bu önemli kişiyi biraz daha yakından tanımaya çalışalım:
Kayserili bir Ermeni ailenin çocuğuydu.
1895 tarihinde İstanbul’da doğunca ailesi ona “Agop” adını vermişti…
Aile adıyla birlikte artık O Agop Martanyan’dı.
Aile ortamında Ermenice öğrendi. İstanbul’da yaşayan bir çocuk olarak Türkçe’yi de biliyordu. Gittiği okullarda İngilizce’yi de öğrendi.
Eğitime başladığında, lise yıllarına dek Rumca ve İspanyolca’yı da tanımıştı. Sonra Amerikan Kolejine gitti. Gittiği okul, neredeyse Osmanlı ülkesinde yaşayan öteki azınlıkların çocuklarının buluştuğu bir okul gibiydi. Gerek aldığı derslerle ve gerekse okuldaki azınlık çocuklarından da edindikleriyle Almanca, Yunanca, Rusça ve Bulgarca öğrendi.
Okulunun neredeyse bütün seçmeli derslerini alacak kadar meraklı bir kişiliği vardı.
Derken, Tevfik Fikret’in öğrencisi oldu.
Bu yiğit Türk şair; Abdülhamit Devri’nin istibdadına karşı dilde ve edebiyatta sanki bayrak açmış gibiydi. Türkçeye de büyük bir ilgi duyan Agop; Tevfik Fikret’in devrimci kişiliğinden son derece etkilendi. Bu koleji O, 1915 yılında Newyork Bilim Ödülü’nü alarak bitirmişti.
Okulu bitirdiği yıl, Osmanlı Devleti en zorlu günlerini yaşıyordu.
Çok yerde savaş ve yokluk vardı.
Okulu bitirdiğinin ikinci gününde, genç Agop yedek subay olarak askere alındı.
Önce Diyarbakır’a, oradan da Kafkas cephesine gitti…
Ruslar’a karşı savaşırken yaralandı.
Devlet onu, üstün özverisinden dolayı madalya ile ödüllendirdi.
Askerde, Türk subayların yanı sıra Alman subaylar da vardı. Bunlar Türkçe öğrenmek istediklerinde, Türkçeyi çok iyi bilen ve kullanan Agop’tan yardım alıyorlardı.
O da canı kadar tutkun olduğu Türkçeyi öğretmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bunun karşılığında da o, Almanca yazılmış gramer kitapları ediniyor ve dillerin teknik yönleri üzerine okumalar yapıyordu.
1917 Sovyet Devrimi’nden sonra, Osmanlı Ordusu’ndan da azınlık subaylarının firar olayları ortaya çıkmıştı.
Bu nedenle Osmanlı Hükümeti aldığı bir kararla, azınlık kökenli Osmanlı subaylarını güney cephesine gönderdi.
Gönderilenler arasında O da vardı.
Yanına bir kaç er verilen Agop; Halep’e geldi.
Ancak buraya geldiklerinde yanındaki erler ortalıktan yitiverdiler.
O arada, Halep’te 7. Ordu Komutanlığı vardı.
Bu ordunun komutanı da Mustafa Kemal Paşa’ydı.
Agop, öteki askerler gibi kaçmayı hiç düşünmedi.
Doğruca ordu karargahına giderek, tek başına teslim oldu.
Elinde tabancası, ilmühaberi ve bir kitabı vardı.
Onu karşılayan ordudaki subaylar; öteki askerlerin kaçma öyküsünü dinleyince ondan kuşkulandılar.
Pek çok dil bilen bu garip adamın, bir casus olabileceği sanıyla, ordu komutanının karşısına çıkardılar. Gazi’nin karşısına çıkarılan Agop, onu getiren askerlerin süngeleri kendine yönelmiş bir halde bulunuyordu.
Mustafa Kemal Paşa Agop’a sordu:
-“Sen niye kaçmadın?”
Agop, bu soruya fena halde sinirlendi:
-“Niçin kaçayım? Ben bu vatan için kan döktüm. Madalyam da var… Kafkas Cephesinden kaçmadım ki; Şam sokaklarından kaçayım! İzin verin şu süngüleri çıkarsınlar…”Bu tepki Mustafa Kemal Paşa’yı çok etkiledi.
Sonra Agop, üzerinde bulunan eşyalarını bir masanın üzerine koydu. Kemal Paşa’nın masaya konulan kitap ilgisini çekti. Kitap Latin harfleriyle yazılmıştı ve Türkçe’den söz ediyordu. Türkçe anlatılırken, Türkçe cümle ve tümceler Latin harfleriyle yazılmıştı.
Derken savaş bitti.
Agop, savaştan sonra Sofya Üniversitesi’nden bir davet aldı.
O arada evlendiği Meline Hanım’la Sofya’ya gitti…
Aradan yıllar geçti.
Agop hala Türkçe üzerine ilginç yazılar yazıyor ve İstanbul’daki bir Ermeni gazetesine gönderiyordu.
Derken Türkiye bir ulusal savaşa girmiş ve cumhuriyet ilan edilmişti. İlerleyen süreç içinde Atatürk, dil ve tarih konularında bilimsel çalışmalar yapma zamanının geldiğini düşünüyordu.
Agop’un Türkçe üzerine yazdığı yazılardan haberdar edildiğinde, bunları Türkçe’ye çevirisini yaptırdı…
Agop’un tezlerini okudukça, bu kişiyle ilgili olarak belleğinde onu tanıdığına ilişkin ilk anımsamalar başladı.
Evet, Gazi Agop’u anımsamıştı.
O arada Birinci Türk Dil Kurultayı için hazırlıklar yapılıyordu.
Derhal bir emir vererek, Agop’un kongre için çağrılmasını istedi.
Türkiye’ye gelen Agop, kongrede son derece etkileyici bir de bildiri sundu.
Atatürk ondan İstanbul’da kalmasını ve Türkçe çalışmalarına katılmasını istedi.
Agop derhal bu isteği kabul etti.
Dolmabahçe sarayında Atatürk’ün önünde yapılan uzun dil tartışmalarına katıldı.
Bir yandan da Türk Dil Kurumu’nun baş uzmanlığına getirilmişti…
Yeni görevi için 1934 yılında Ankara’ya taşındı.
Artık her gün Türk Dil Kurumu’ndaki görevine gidiyor; Atatürk’ün Çankaya’da yaptığı dil toplantılarına katılıyordu.
Katıldığı bu toplantılarda O, Türkiye’deki dil çalışmalarında üzerinde durulan konular üzerine son derece yetkin bilimsel açıklamalar yapıyor; sözcüklerin köklerine ve anlamlarına ilişkin son derece değerli bilgiler veriyordu.
Atatürk bu toplantıları kimi zaman İstanbul’da yaptığında erinmiyor; bu kez Ankara’dan kalkıyor, uzun tren yolculuğu yaparak İstanbul’a gidiyor ve toplantılara katılıyordu.
Soyadı Devrimi yapılırken, pek çok kişiye olduğu gibi Agop’a da soyadını Atatürk verdi:
-“Dilaçar”…
Agop Martanyan artık Agop Dilaçar’dı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya “Atatürk” adının verilmesini öneren oydu.
Ona sonradan ikinci bir görev daha verildi:
1936 yılında Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmış ve orada “Genel Dilbilim” anabilim dalı açılmıştı.
Agop orada dil ve Türkçe üzerine dersler verecekti.
Artık hem Türk Dil Kurumu hem de yeni açılan fakültedeki çalışmalarına büyük bir tutkuyla devam ediyordu.
Onu tanıyan öğrencileri; bir insana ne ölçüde değer verilebileceğini Agop Dilaçar’dan öğreniyorlardı.
Çünkü karşılarında dünyanın en kibar, nazik ve tam bir entelektüelini buluyorlardı.
Derken, 1938 yılında Atatürk öldü.
Dilaçar; Atatürk’ün ölümüyle büyük bir acı yaşadı.
Ancak Atatürk’ün manevi ağırlığı hep üzerindeydi…
Ona sözü vardı.
Bu nedenle Agop Dilaçar; görevlerine daha bir tutkuyla sarıldı…
Türk Dil Kurumu’nun bütün çalışmalarında en yetkin kişilerin başında yer alarak yer aldı. Pek çok bilimsel etkinliğin düzenlenmesine öncülük etti. Türk Ansiklopedisi’nin danışmanlığını yaptı. Sayısız kitap yazarak, Türkçe’nin öncü bayraklarından biri oldu.
O Ermeni bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıydı.
Ve büyük bir yurtseverdi.
O kendisini tanıyanlara sık sık şunu söylüyordu:
-“Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim”.
Ancak böyle olmadı:
1979 yılında dinlenmek için gittiği İstanbul’da 84 yaşında öldü…
O, Türk Dilinin gelişmesine bir ömür vermiş ve bu dilin gücüne inanmıştı.
Şu sıralarda Türkçe bir bilim dili olur mu olmaz mı tartışmaları anımsandığında Agop Dilaçar’ı kişiliği, düşünceleri ve yaptıkları ile çok önemli bir yere koymamız gerekmiyor mu?
Evet; Agop tam bir yurtseverdi…
Çünkü yurdunun ortak dilinin gücüne inanıyor, onu kutsuyor ve geliştirmeyi bir görev biliyordu.
Anımsar mısınız?
-“Türkçe Felsefe yapılamıyor” düşüncesi ortaya atıldığında, ona da en keskin karşı duruşu bir Rum kökenli bir felsefeci-bilim insanımız, Türk Felsefe Kurumu İoanna Kuçuradi koymuş ve şunu demişti:
-“Biz Türkçe felsefe yapıyoruz, yayınlarımız da var. Türkçe bugün felsefe yapmaya çok elverişli bir dil. Kullanılan terimler, Batı dillerindeki gibi yüklü değil. Bu da Türkçe felsefe metinlerinin okura ulaşmasını kolaylaştırıyor”
Ne dersiniz?
Çok şeyi yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?