Sevgili dostlarım, bu makalemde “DİL” konusunu işledim ve bilimsel olması için de bazı alıntılar yapma gereğini duydum. Bu nedenle yazı biraz uzun oldu. Gerçeklerin ortaya çıkması açısından, bu makaleyi sonuna dek okumanızı, sabrınıza sığınarak, sizlerden rica ediyorum… Saygılar…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tıp, hukuk, tarih, felsefe, sosyoloji vb. bilim dalları konusunda görüş bildirmeyi çok sever. Şimdi de birden bire “Dilbilim” uzmanı kesildi ve Türkçemiz konusunda kesin, keskin yargılarla hükümler vermeye başladı. (Gaziantep’te bir deyim vardır: Her boyayı boyadı bi fıstık yeşili kaldı…)
Ve bir çırpıda deyiverdi:
“En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim son derece zengin bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık, baktık ki o dil yok… (Sanırım “Son derece müsait dilden kasıt Osmanlıca A.E.)
Türkçe’nin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız…”
Peki, bu yargı doğru mudur? Hayır. Kesinlikle doğru değildir. Dilbilim ve dilbilim uzmanlarının yazdığı yüzlerce kitapta bu görüşün aksi savunulur.
Bir zamanlar, kısa bir dönem de olsa (10 yıl) Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmış ve dil eğitimi almış, bu konuda onlarca makale yazmış birisi olarak şimdi ben de görüşlerimi açıklayacağım.
ÖNCE ŞU BİLİMSEL GERÇEĞİ VURGULAYARAK, ÜSTÜNE BASA BASA SÖYLEYELİM: DİLBİLİME GÖRE DİL, “BİR GECE YATIP, KALKTIKTAN SONRA YOK OLACAK” HATTA DEĞİŞİKLİĞE UĞRAYACAK BASİT BİR KURUM DEĞİLDİR…
TÜRKÇE, TAM 600 YIL OSMALICAYA, OSMANLICANIN BASKISINA KARŞI KENDİSİNİ KORUMASINI BİLMİŞTİR.
Nitekim, Baki: “Ey pay bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng / Tâ key heva-yi meşgale-i dehr-i bî-direng” gibi, Arapça ve Farsça karışımı bir dille Kanuni’ye mersiyeler yazarken aynı yüzyılda yaşayan Pir Sultan Abdal, “Yürü bre Hızır Pasa / Senin de çarkın kırılır / Güvendiğin padişahın / O da bir gün devrilir” diye, bütün halkın ortak malı olan arı, duru bir Türkçe ile haksızlıklara ve yolsuzluklara karşı çıkmıştı.
Dil bir iletişim aracı olduğu gibi, söz sanatlarının da temel yapı taşıdır. 0, insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmıştır ve insan toplulukları var olduğu sürece de yaşamasına devam edecektir. Bu nedenle onun, ulusların yücelmesinde ve aydınlanmasında çok önemli bir yeri vardır. Dil, aynı zamanda bir mücadele aracıdır.
Dil, toplumların dışında kendi başına oluşan, bağımsız, çözümlenemeyen bir kurum değildir. Onun da gelişimi, ilerlemesi, bilimsel olaylarda görüldüğü gibi bir takım yasalara bağlıdır. Bu yasaları ve dilin oluşum çizgisini daha iyi kavrayabilmek için, onu tarih ve toplum içerisinde ele alıp, incelemek gerekir.
Biliyoruz ki, bir toplumun üst yapısını, yani kültürünü, edebiyatını, sanatını, dinini, hukukunu alt yapı, ekonomik düzen belirler. Başka bir deyişle, bir toplumun manevi yaşantısı, maddi yaşantısının bir yansımasıdır. Temel, alt yapı değiştiği zaman, üst yapı kurumları da ona bağlı olarak değişir.
Bu kısa açıklamadan sonra şimdi şöyle bir soru çıkmaktadır karşımıza: Acaba dili de bir üst yapı kurumu sayabilir miyiz? Bu soruya vereceğimiz yanıt kesinlikle “hayır” olacaktır.
Çünkü görüyoruz, bir ülkede ekonomik düzen birçok kez değiştiği halde, dil önemli bir değişikliğe uğramadan kalıyor. 0, aynı zamanda hem çöken hem de yükselen sınıflara hizmet ediyor. Hiçbir sınıfın tekeline girmeden, toplumun tüm katları tarafından “ortak bir iletişim aracı” olarak kullanılıyor.
Fakat dil bazı dönemlerde; bu “ortak iletişim aracı olma” özelliğini yitirebilir. Küçük bir sosyal grup eliyle bozulup yeniden düzenlenerek, geniş halk yığınlarının konuştuğu yaşayan, canlı dilden bağlarını koparıp, bir azınlığın bozuk dili (jargonu) haline dönüşebilir. Ne var ki, bu yeni biçimiyle artık o, toplum içerisinde haberleşme, iletişim görevini de yerine getiremeyeceği için, giderek yavaş yavaş çürümeye, yok olmaya yüz tutacaktır.
BU ÇEŞİT SINIF JARGONLARINA BİZDE EN İYİ ÖRNEK OSMANLICADIR.
Bu karma dil, halk Türkçesine karşı feodal Osmanlı sınıfı tarafından yaratılmıştı. Arapça, Türkçe ve Farsçanın karışımından oluşuyordu. Kullanım alanı çok dardı. Özellikle devlet ve saraylı kültür adamlarının tekelindeydi. Bundan dolayı da hiçbir zaman, tüm halk için bir haberleşme ve iletişim aracı olma özelliğini kazanamadı.
Tarih gerçeği göstermiştir ki, hiçbir milli dil, boyunduruk altına alınıp, zorla değiştirilemez. Dil ürünleri, halkların yüzyıllar boyunca süren gelişmelerinin sonucudur ve ancak bilimin, kültürün, uygarlığın gelişmesi ile değişikliğe uğrar. Ancak bu yolla halkın diline yeni yeni kelimeler katılır, ömrünü dolduranlar ise yok olup gider.
“…Dillerin karışımını birkaç yılda sonuçlar veren tek bir oluşum, tek kesin bir darbe olarak düşünemeyiz. Dillerin karışımı yüzyıllar boyunca kademeleşen uzun bir süreçtir…” (Marksizm ve Dilbilim)
Onun için, beş on yıl gibi çok kısa bir dönemde, dili yıkıp yeniden kurmaya kalkışmak, gerçekleşmesi imkânsız boş bir hayaldir.
Üstelik 21. Yüzyılda Osmanlıcayı savunanlar, Dil Derneği’nin de belirttiği gibi Osmanlı döneminden de gerilere düşmüşlerdir… Osmanlı döneminde bile padişahlar Osmanlıcanın ağdalı, ağır bir dil olmasından şikâyetçiydiler.
- Bayezid, Kemal Paşazade Şemseddin Ahmet’e bilimsel yapıtların Türkçe yazılmasını buyurmuştu. İkinci Murat “Kâbusname”yi çok sevmiş, fakat dilinin anlaşılmaz ve kapalı olması nedeniyle onu Mercümek Ahmed’e şikâyet etmişti: “Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Tâ ki mefhumundan (kavram) gönüller haz alsa” (keyf) demiş, bunun üzerine Mercümek Ahmed bu 400 sayfalık eseri yeniden Türkçeye çevirmişti.
Yine İkinci Mahmut, 1827 yılında açtığı bir tıp okulunda okutacak Türkçe kitap bulamayınca, “tıp bilimini tümüyle kendi dilimize alıp, gerekli kitapları Türkçe olarak düzenlemeye çalışmalıyız” diye ‘buyruk’ vermişti.
- Dönem Tanzimatçıları Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami (uygulama alanına koymamış olsalar da) dilde yenilenmeyi, Türkçeyi Arapça ve Farsçadan arındırmayı savunuyorlardı.
1867’de Ali Süavi, “Haydi, ittifak edelim. Meselâ şarap diyecek yerde âteşreng demeyelim, düzce şarap diyelim, vesselam. Muradımız, mesele anlatmakken niçin halkı bir de ibare (söz) için düşündürelim. Gazeteleri İstanbul’da avam (halk) lisanı olan Türkçe ile yazalım.”
Yüzyılın sonlarında ise Şemseddin Sami, “dilimizi sadeleştirelim, dilimizi sadeleştirelim diye bağırmaktan vaz geçmeyeceğiz” sözü ile yeni bir yol belirliyordu.
BÖYLECE DİLİN “BİR İLETİŞİM ARACI” OLARAK ÖNEMİ ANLAŞILDI, BİR DİL BİLİNCİ DOĞDU.
Yazı dilinin sadeleştirilmesi, yazı dili ile konuşma dili arasındaki farklılığın giderilmesi arayışları başladı böylece. Osmanlı tarihinde ilk kez, 1876 Anayasasında resmî dilin Türkçe olduğu belirtiliyordu.
1908 Meşrutiyet devriminden sonra ise Türkçülerin önderliğinde Türkçeye dönüş hareketi iyice güç kazandı. Özellikle “Genç Kalemler” dergisi çevresinde toplanan sanatçılar, yabancı sözcüklerden arındırılmış bir Türkçeyi savunuyorlardı.
Tanzimat sanatçılarından farklı olarak, aynı zamanda söylediklerinin uygulamasını da yazılarında ve sanat çalışmalarında yapıyorlardı. Yani ürünlerini o günkü ortama göre yalın sayılabilecek bir dille kaleme alıyorlardı. Ömer Seyfettin, “milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ milli bir lisan ister” düşüncesini savunuyor, “Arapça, Farsça edatları atın, Arapça, Farsça terkipleri (tamlamaları) parçalayın!” diye haykırıyordu.
İşte Osmanlı döneminin yalın gerçekleri ve Osmanlıcadan kurtulma savaşımı bunlar…
Ama amaç, Osmanlıcayı savunma perdesinin arkasında Cumhuriyete, Cumhuriyet devrimlerine, Atatürk’e saldırı olunca, gerçekler görmezlikten gelinmekte, gizlenmektedir.
Ne var ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, eleştirdiği Türkçenin nimetlerinden kendisi de yararlanmaktadır. Örneğin, bu son dil konuşmasında şu sözcükleri kullandı: BİLİM, bakın, ilim demiyor, ÜRETME, istihsal demiyor, bir yerde de ELVERİŞLİ sözcüğünü kullanıyor…
Oysa Atatürk, bu dil devrimini uzun çalışmalardan sonra gerçekleştirmişti. Her önemli tasarı ve işte yaptığı gibi, dil konusunda da önceden, birtakım araştırmalara girdi, Türk dilinin geçmişteki tüm özelliklerini ve kökenini inceledi. Daha sonra yapılması gerekenleri şu sözlerle belirledi:
“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir yeter ki dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabanca dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır…”
Bir aydınlanma savaşçısı ve öncüsü olan Atatürk, “Topyekûn eğitim seferberliği” açtığı yıllarda, Osmanlıcanın halkla aydınlar arasında bir duvar ovuşturduğunu fark etmişti.
Bütün bu adımlar, ümmet toplumundan sanayi toplumuna geçiş aşamasında, ulusal dilin yaratılması için atılan çok önemli adımlardı. Yozlaşmaya karşı ilerici bir mücadeleydi.
DİL, Fazıl Hüsnü Dağlarca Ustanın deyişi ile bir “Ulusun ses bayrağı”, ulusal bilinci demektir. Ulusal bilinci kirlenen, yozlaşan ülkeler ise sömürge olmaya en yatkın ülkelerdir.
Bu nedenle ne dilimizin, ne Cumhuriyetimizin hedef alınmasına, yok sayılmasına, yozlaştırılmasına yurtseverler olarak asla izin vermeyeceğiz… ULUSUMUZUN SES BAYRAĞINI, TÜRK BAYRAĞI İLE BİRLİKTE HEP YÜKSEKLERDE TUTACAĞIZ… KİMSE BOŞUNA ÇABALARLA OLMAYACAK DUAYA ÂMİN DEMESİN…
Bir yanıt yazın