Aşağıdaki yazı 2008 yılında Cumhuriyet gazetesi için Doğan Kuban tarafından kaleme alınmıştır. Yaklaşık 7 sene önceki Türkiye’yi anlatan bu yazı tam da bu zamanlarda tekrardan hatırlanmalı…
Osmanlı İmparatorluğu cehaletten battı. İslam ülkeleri cehaletten köle oldular. 20. Yüzyıl köleliği de dünyanın bütün toplumları için cehalet üzerine kurulacak. Bilgi ve teknolojiyi üretmeyip satın alanlar, üretenlerin kölesi olmak zorundalar. Bu köleler kendilerine otomobil, uçak, silah satanlarla da savaşabilir. Afganistan, Irak, Filistin güncel örnekler.
Bu onların gelecek perspektiflerini değiştirmiyor. Bugün dünya ekonomik yaşamının temelini oluşturan teknolojide Türkiye’nin önde gittiği alan yok. Bazı alanlarındaki ticari başarı ileri teknoloji üreten dünyanın dışladığı üretim alanlarında yoğunlaşmaktan ibarettir.
Türkiye’nin tarihçileri nedense dünya ile yüzlerce yıl savaşmış Osmanlı’nın karşısındaki ülkelerin sanayi, eğitim, kültür, sanat, üretim alanında bize göre ne durumda olduklarını merak edip de yazmıyorlar. Hiçbir kültür tarihçisi resimsiz, heykelsiz, bilimsiz, felsefesiz gelişmiş bir kültür olamayacağını düşünmedi. Kimse bizde Mühendishane açıldığı zaman, Viyana’da da mühendishane var mıydı diye merak etmedi. Biz Rus Bilimler Akademisi’nin ne zaman kurulduğunu merak etmiyoruz. Viyana’da dünyanın en büyük doğa tarihi müzesi varken, bizde neden olmadığını düşünen bir adam çıkmıyor. Haydn Mozart, Beethoven ise kırsal kültürlünün aklına bile gelmiyor.
Eğitim sayısal olarak Osmanlı geçmişine göre olağanüstü ileri. Gösterişi de güzel. Fakat entelektüel düzeyi, bilimsel içeriği, öğretim örgütlenmesi dünya ortalamasının altında. Üstelik öğretim üyeleri icazetlerini neredeyse Amerika’dan almak zorunda. Sanatımız dünya pazarına hiç çıkamıyor, sadece birkaç musiki virtiyözümüz var.
Felsefe dışlanmış bir konu. Kırsal kültürün üst düzey temsilcilerinin değil Batı felsefesi, Ortaçağ İslam felsefesinden bile haberleri olduğu kuşkulu. Kırsal kültürün en göze çarpan özelliklerinden biri tarih bilinci yoksulluğu. Böyle bir bilincin oluşması için gerekli tarih bilgisinin yanından bile geçmiyorlar.
Ne var ki çağdaş kültürün hiçbir alanında yeterli bir performans göstermeyen kentlere yığışmış kırsal kültürlüler nedense Avrupalı olmak istiyor. Avrupa Birliği sözü yıllarca çamaşır tozu reklamları kadar yaygınlaştı. Fakat aynı adamlar Avrupalılara kafir demeye devam ediyor. Ömürlerinde hiçbir zaman Avrupalı gibi düşünmemiş ve düşünmek de istemeyen insanların Avrupa Birliği’ne girmek istedikleri bir garip çağda yaşıyoruz. Bu arada Amerikan emperyalist propagandasının temalarını okuma-yazma bilmeyen halka kahve retoriği ile ve bir safsata bulutu içinde yansıtıldığı bir beyin yıkama çağında yaşıyoruz.
Bazen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katıldığını hayal ediyorum. Fakat sonra bu katılımın kişi yaşamında nasıl şekilleneceğini düşünmekte zorlanıyorum. Bir Barok kilisede koro dinleyen, ya da Rubens’in büyük boy bir tablosunu seyreden Türkleri gözlediğimi hayal ediyorum.Orkestra şefinin memnun bir çehre ile gülümseyerek bir pasajı bitirdiğinin farkına varan bir AKP’li milletvekili düşlüyorum. Beş vakit namazlarını kılanların Paris’te ya da Viyana’da bir modern sanat sergisinin içeriğini merak ettiklerini hayal ediyorum.
Türk vatandaşlarının kültür bakanlarına ‘bizde neden doğa tarihi müzesi yok, teknoloji müzesi yok’ diye sorgu sorduklarını hayal ediyorum. Kırsal kültürlü politikacılarımızın Türkiye bilim, sanat, teknoloji, istatistiklerini merak ettiklerini tasavvur ediyorum. Köyden kasabadan son yarım yüzyılda kentlere akın edenlerin cep telefonundan, otomobilden, internetten uzaklaşamayanların, çağdaş düşüncenin gelişmelerini merakla izlediklerini hayal ediyorum.
Bugünkü cehaletin temeli Osmanlı geçmişimizdedir. Cumhuriyete %10 okuma-yazma bilenle başladık. %90’ı köyde yaşayan halkın okuma-yazması yoktu. Bugün sayısal olarak geçmişle karşılaştırırsak eğitim olağanüstü. O zamanki Anadolu’nun nüfusundan belki de iki kat fazla öğrencimiz var.
Ne var ki cehalet sadece okullaşma ve okuyup-yazmayla ilgili bir şey değil, öğrenme merakı ile ilgili bir kültürel eğilim. Kırsal kültürlü dediğim tarımsal toplumun temel eğilimlerine sahip olmakta devam eden, kentleşememiş Türk toplumu hiçbir şey merak etmiyor. Sadece kullanıyor. Araba kullanmak için bir şey öğrenmek gerekli değil.
Türkiye’nin eğitim ve kültüründen sorumlu devlet adamlarımız niye Türkiye’de bir doğa tarihi müzesi olmadığını, acaba hiç kendi kendilerine sordular mı?
Acaba bir spor ya da kültür bakanı Türkiye’de bir artistik patinaj yapan sporcunun neden çıkmadığını kendine soruyor mu? Acaba bir milli eğitim bakanı Rusya’da liseyi bitirenlerin iki musiki aleti çalmaları öngörülürken, Türkiye’de musiki dersinin kaldırılmasının ne anlama geldiğini hiç düşünmüş mü?
Musikinin bugünkü dünya kültürünün olmazsa olmaz bir unsuru olduğunu ve Avrupa’da musikinin toplum katında örgütlenmesinin neredeyse kendi başına uygarlık olduğunu düşünen bir kırsal kültürlü var mı?
Gerçekten bugün insanı en çok düşündüren olgu, dünya yaşamına bir yüzyıldan fazla egemen olan entelektüel akımların ve tartışmaların hiçbirinin, Türkiye’yi idare edenler ve ona oy verenler katında yansıdığını gösteren bir küçük işaretin olmamasıdır.
Dünya entelektüel yaşamını allak bullak eden düşünceler, akımlar, tartışmalar Türkiye eğitim alanında ilköğretimden üniversiteye kadar yer almıyor. Sadece birtakım yaftalar olarak kültür portmantosuna palto gibi asılıyor.
Türkiye’nin tarihçileri nedense dünya ile yüzlerce yıl savaşmış Osmanlı’nın karşısındaki ülkelerin sanayi, eğitim, kültür, sanat, üretim alanında bize göre ne durumda olduklarını merak edip de yazmıyorlar. Böylece karşılaştırmasız tarih yazını sadece gollerin gösterildiği futbol maçlarına benziyor.
Bugünkü kırsal kültür temsilcileri 18. Yüzyıl Osmanlı idarecilerinden çok daha cahil. Oysa o dönemde Avrupa hakkında bilgisizlik bir ölçüde anlaşılabiliyor. Ama AB kapısında beklerken Türkiye’de yapılmaya çalışılan işler çağdaş bir insanın kabul edemeyeceği kadar mantıksızdır. Bu cehaletin sürüp gitmesinde, paraya odaklanmış düşünceleri ve amaçları yansıtan, ve halkı düşünemeyen aptallara çevirme görevini üstlenen bir medya var. Hiçbir alanda teknik ve entelektüel standartları yerine getiremeyen bu ülkede, beyin yıkama görevi üstün bir ‘efficiency’ ile gerçekleştiriliyor.
Bu durum medyanın amacına uygun bir programı gerçekleştirmesi midir, yoksa medyayı yöneten kültürün de halkın düzeyinde olmasından mı kaynaklanıyor bunu söylemek zor. Fakat temelde politik yönlendirme dışında medyanın çağdaş kültürle ilişkisi sporadik gösterilerden ibarettir. İktidar payandacıları gazete ve dergilerinde çağdaş kültürün ve demokrasinin havarileri pozunda, tavus kuşu gibi dolanıyorlar. Ama örneğin hiçbirinin aklına ‘Amerika’da bu kadar çok Türk tarihçisi varken, Türkiye’de neden bir Amerikan tarihçisi çıkmıyor?’ sorusu gelmiyor.
Mustafa Kemal’in büyüklüğünü anımsamamak olası değil. Türk tarihçilerine dünya tarihi yazdırmak isteyen, Anadolu arkeolojisini öğrenmek için Avrupa’ya Anadolulu öğrenci gönderen, Avrupa musikisi konservatuarı açan, 87 Alman profesörünü yeni açılan üniversiteye davet eden bir devlet ve kültür adamı 70 yıldır gelmedi. Bugünkü cehalet gösterisinin çevresinde dolanmak bile acı verici.
La Monde Diplomatique yıllarca önce ‘Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’ adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Yazar Claude Julien’in makalesinde Petain Dönemi’nde egemen olan ruh halinin bütün bir toplumsal sınıfı etkilemiş olduğunu anımsatır. Türkiye’de olan da budur. Kırsal kültür zaten üstünkörü var olan çağdaşlık düşüncesini esir ya da satın almıştır.
Yazıları posta kutunda oku