Bu yazımda aslında Diyanet İşleri Başkanı’na Türkiye Diyanet Vakfı hesaplarından 1 milyon TL’ye satın alındığı iddia edilen Mercedes marka S500 model makam aracı etrafında Diyanet’te sebep olunan israfı anlatmayı düşünüyordum. Ancak “Paralel Yapı” adı verilen Gülen Cemaati’ne ait medya organlarına yönelik operasyon kapsamında 30’u aşkın kişinin gözaltına alınmış olması, ister istemez Mercedes konusunu tehir etmeme sebep oldu.
Samanyolu ve Zaman gazetesine yönelik operasyondan keyif mi aldınız derseniz, kesinlikle hayır derim. Zira ben düşünce özgürlüğüne getirilen her türlü engellemeye karşıyım. Bu anlamda Samanyolu ve Zaman grubuna yapılan operasyona da karşıyım. Tıpkı bu cemaatin sebep olduğu iddia edilen ve büyük oranda birer kurmacadan ibaret Ergenekon ve Balyoz Davaları kapsamında rast gele yapılan tutuklamalara karşı olduğum gibi.
Ancak ne var ki; bu grubun çok masum olduğu ve sadece yayın faaliyetleriyle meşgul oldukları da asla söylenemez! Ergenekon ve Balyoz gibi davalar kapsamında bu medya gruplarında neler yazılıp çizildiğini, neler söylendiğini herkes gibi az çok ben de takip ettim. Bu grup, yaklaşık 12 senedir mevcut iktidarla el ele vererek, önlerine çıkması muhtemel muhaliflere karşı her tülü kumpasın planlayıcısı ve tezgâhlayıcısı olmuşlardır. İktidarla el ele verip, başta Yargı organları gibi en stratejikleri olmak üzere devletin bütün kurumlarını ele geçirmeye çalışmıştır. Ta ki; 2013’ün sonunda yaşanan ve direk hükümeti hedef alan 17, 25 Aralık operasyonlarına kadar.
2013 yılına gelindiğinde AKP hükümeti başta dershaneler ve yabancı ülkelerde faaliyette buluna okullar olmak üzere; Gülen Cemaati’nin etkili olduğu faaliyet alanlarına ilişkin bazı düzenlemeleri gündeme getirince, cemaat de hükümet çevrelerinin sebep olduğunu iddia ettiği yolsuzlukları deşifre etmeye kalkışmıştır. Hükümetin, 17 ve 25 Aralık operasyonlarına konu olan iş ve işlemleri, iddia edildiği gibi gerçek mi? Bilmiyoruz! Ancak savcının ve polisin, uzun süredir izlediği ve bildiği anlaşılan bu iş ve işlemleri neden 2013 yılının sonunda gündeme getirdiğini anlamak için fazla alim olmaya gerek yoktur. Tamamen güç savaşının ve güç paylaşımının sonucudur bu operasyonlar. Çünkü cemaat ve hükümet, 12 yıl boyunca ortak düşmana (muhalefete) karşı güç birliği etmiş, bunun için kumpasın ve tezgâhın bin bir türlüsünü deneye deneye bu konuda adeta uzmanlaşmışlardır. Ortada dişe dokunur düşman kalmayınca da bu sefer tıpkı 1789 Fransız İhtilali’nde olduğu gibi; “Aramızda hain var” diyerek birbirlerinin kellesini giyotine göndermeye karar vermişlerdir. Her iki taraf da kumpas uzmanı olduğu için, bu sefer de birbirlerine karşı kumpaslar düzenlemeye ve tezgâhlar kurmaya başlamışlardır.
AKP’nin etkin ismi olan Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’ın Star Gazetesi’nde 24 Aralık 2013 günü yazmış olduğu ve Fethullah Gülen’in yapmış olduğu meşhur bedduayı konu alan “Ellerinde nur mu var, topuz mu?” başlıklı yazıda Gülen Cemaati’ni hedef alarak “(Başbakan Erdoğan) Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir. Amaca ulaşmak için her yolu mübah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini iyi bilir” demek suretiyle dile getirdiği “Kumpas” lafına bizim gibi Ergenekon ve Balyoz davalarına öteden beri içi boş davalar olarak bakanlar inandı ama kumpası kuranlar bir türlü inanmadılar. Ta ki; bu güne (14 Aralık 2014) gelene kadar. Zira Zaman Gazetesi’nin bazı yazarları, 14 Aralık 2014 günü yayınlamış oldukları mesajlarla, “Helallik İsteme” adı altıda, vaktiyle kurmuş oldukları kumpasların kurbanlarından özür dileme erdemini göstermenin yanında bir alamda kurdukları kumpasları da itiraf etmiş bulunuyorlar! Elbette pişmanlık duyduklarını da…
Zaman Gazetesi’nin Washington temsilcisi Ali Aslan, sosyal medya vasıtasıyla yayınlamış olduğu bir mesajda şu ifadelere yer vermiştir:
“Faşiste faşist dediğin için teşekkürler Ahmet Şık. Ve lütfen hakkını helal et. Biz senin özgürlüğüne böyle sahip çıkmamıştık. Sevgili Nedim, Ahmet Şık’tan istediğim helallik senin için de geçerli. Gerçi sen hala çok kızgınsın ama canın sağ olsun.”
Zaman’ın internet sitesinde yer alan habere göre ise Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı gözaltına alınmadan hemen önce gazeteci Ahmet Şık’a teşekkür ederek Ahmet Şık’ın Twitter’dan paylaştığı “Birkaç yıl önceki faşizm döneminin kudretli sahiplerinden Cemaat’in bugün yaşadığının adı da faşizmdir. Faşizme karşı çıkmak erdemdir.” mesajına atıfta bulunarak “Tweet attığını duydum. Selamımı söyleyin, tebrik ettiğimi söyleyin. Ayrıca çıktıktan sonra ilk görüşeceğim kişilerden birisi Ahmet Şık olacaktır” demiş.
Zaman Gazetesi yazarlarından Abdülhamit Bilici de Ahmet Şık’ı attığı tweet’ten ötürü tebrik etmiş, Tuncay Opçin ise Şık’ın tweet’leri ile ilgili “Ahmet şık’ın açıklaması civanmertliktir. Çok teşekkür ederiz. Zaman’daki herkesin ortak kanaati.”).
Gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener ile Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın, Gülen Cemaati ile ilgili yazmış oldukları kitaplardan dolayı kodese tıkılıp, hapis yattıklarını dikkate alırsak, Zaman yazarlarının bu davranışlarını, adı geçenlerden özür dileme ve kurdukları kumpası itiraf olarak yorumlamak hiç de abartma olmayacaktır. Elbette pişmanlık duyduklarını da…
Ancak kumpasçıların helallik talepleri, özür dilemeleri ve itirafları, sadece Ahmet Şık ve Nedim Şener’le sınırlı kalmamalıdır. Bana kalırsa bu helalliğin, özrün ve itirafın sınırları, hapishanede ölen İş Adamı Kuddusi Okkır, MİT’çi Kâşif Kozinoğlu, intihar eden Albay Dnz. Yarbay Ali Tatar’ın ailelerinden başlayarak, hapse girdikleri için terfi edemeyip, erken emekli edilen subayları ve onların ailelerini de kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Hatta bu helalliğin ve özrün sınırları, bizim gibi çeşitli bahanelerle üstü örtülü şekilde kıyıma uğrayan irili ufaklı bürokratları ve onların ailelerini de kapsamı içine almalıdır. Daha doğrusu bu cemaat, son on küsur yılda yaratmış olduğu yapay kasırga sebebiyle nadim olduğunu açıklayıp, Türk Milleti’nden topluca özür dilerse en doğrusunu yapmış olacaktır. Çünkü ben, bu cemaatin topluca arınmaya ihtiyacının olduğuna inanıyorum.
Paralel Yapı Benden de Helallik İstemelidir!
Daha önce de müteaddit defalar açıkladım; ben yaklaşık 21 sene boyunca Türkiye Diyanet Vakfı’nda Müfettişlik, Müdürlük ve bu vakfa ait kimi şirketlerde Yönetim Kurulu Üyeliği ve Yönetim Kurulu Başkanlığı gibi görevlerde bulunduktan sonra 19 Haziran 2009 günü sözleşmem işverenim olan Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğü tarafından tek taraflı olarak feshedilmek suretiyle işten atılmış bir adamım! Sebep mi? Sebep, vakfı yeniden yapılandıracaklarmış! Yapılandırdılar da; benim gibi Milliyetçi ve Atatürkçü adamları işten atarak onların yerine tarikat ve cemaat mensupları ile Deniz Feneri gibi AKP’ye yakın kurumlardan transfer ettikleri isimleri doldurdular. Şimdi bu adamlar, Diyanet İşleri Başkanı’na 1 milyon TL vererek makam otoları almakla ve iktidarın işaret ettiği yerlere kaynak aktarmakla meşguller! Bu konuya sonraki yazılarımda yer ereceğimi söylemiştim. Şimdi asıl konumuz, Paralel Yapı’ya yönelik operasyonlar…
Sözde Ergenekon Terör Örgütü kapsamında yapılan tutuklamaların dalga dalga geldiği yıllardı. Herkes gibi biz de ister istemez bu dava çerçevesinde Diyanet’teki arkadaşlarımızla kendi aramızda konuşuyor, çeşitli fikirler ileri sürüyorduk. İtiraf etmek gerekirse; benim dışımda bu davanın hava, civa cinsinden içi boş bir dava olduğuna, bunun TSK’ye yönelik bir sindirme operasyonu olduğuna inanan sanki yok gibiydi. Arkadaşlarım arasında hemen herkes Ergenekon diye bir örgütün olduğuna inanıyordu. Hatta aralarında bu dava kapsamında yapılan tutuklamalara alkış tutanlar bile vardı. Tartışmalarda bazen biraz ileri gittiğimiz oluyor ve bazı arkadaşlarımız şaka yollu “Galiba sen de Ergenekoncusun!” diye bana takılıyorlardı. Hatta espriyle karışık “Bak ihbar ederiz!” diyenler bile vardı.
Oda arkadaşım, her nedense bu tartışmalarda biraz sessiz kalıyordu ama onun da Ergenekon’a inananların içinde olduğu kuşkusuzdu. Zira kendisinin Gülen Cemaati’ne sempatiyle baktığını biliyordum. Zira Gülen Cemaati’ne mensup olduğu açıkça bilinen kişilerle içli dışlı idi, hatta onlarla emlak alım-satımı bile yapıyordu. Gülen Cemaati’nin önde gelenleri arasında yer alan ve Diyanet’ten emekli olduktan sonra bu cemaate ait bir sağlık kuruluşunda yöneticilik yapan bazı kişilerin bürolarına gidip geldiğini de söylüyorlardı. Çocukları ise bu cemaate ait Maltepe dershanelerine devam ediyordu. Gelin görün ki; bu şahıs aynı zamanda benim aile dostumdu ve bu hukuktan hareketle kendisine ve ailesine yardımcı oluyordum. Mesela bu arkadaş, en başta bir daha acıkmamak için yediğini sıçmayacak derecede cimri birisiydi ve eşi de çalıştığı halde ısrarla bir otomobil edinmeyi düşünmüyorlardı. Bu sebeple, gerek aile toplantılarında, gerekse piknik gezilerinde onu ve ailesini sürekli ben taşıyordum. Özel şoförleri gibi evlerinden alıyor, evlerine bırakıyordum.
…
İşte bu tarihlerde (18 Mayıs 2009) Ergenekon Davası kapsamında yönetmiş olduğu dernek ve evinde aramalar yapılan, bilgisayarlarına el konulan, yönetmiş olduğu derneğin birçok çalışanı göz altına alınan ve özellikle Gülen Cemaati’ne ait medya organları tarafından hedef tahtasına oturtulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan vefat etmişti. Bu hadise beni gerçekten üzmüştü. Zira ölen kişi, diğer bütün sıfatlarının ve görevlerinin ötesinde, kendisini insanlığa adamış bir hekimdi. İşte bu üzüntü içinde 20 Mayıs 2009 günü oturdum, “Türkan Saylan ve İslam’da Hoşgörü Var mıdır” başlıklı bir yazı yazdım. 21 Mayıs 2009 günü yayınlanan bu yazımın yayın tarihinden yaklaşık bir ay sonra olmak üzere; 19 Haziran 2009 günü Diyanet’teki işime son verildi. Peki, şimdi günah kimde? Günahın kimde olup olmadığını bilmiyorum ama yazımı, oda arkadaşım olan Gülen Cemaati mensubu olduğunu ustalıkla ve sinsice gizleyen arkadaşımın takınmış olduğu hoyratça tavır üzerine bina etmiştim.
İşte 21.05.2009 tarihinde “Türkan Saylan ve İslam’da Hoşgörü Var mıdır” başlığıyla yayınlanan ve beni işimden ettiğine inandığım o yazı:
Geçtiğimiz Pazartesi sabahı bir arkadaşıma espri yollu takıldım;
-“Haydi iyisiniz; Türkan Saylan’dan da kurtuldunuz!”
Arkadaşımın vermiş olduğu cevap kanımı dondurdu;
-“Valla üstat, -Allah rahmet eylesin- diyemeyeceğim!”
-“Neden” diye sordum;
Cevabı;
-“Çünkü Allah’tan rahmet dileyecek kadar tanımıyorum” oldu.
-“Bu tavrın beni son derece üzdü” dedim,
-“Benim kişisel tavrım seni üzmemelidir” dedi.
Oysa bu arkadaşım, Allah’tan rahmet dilemeye değer bulmadığına göre; Türkan Saylan’ı yeterince tanıyor demekti! Tıpkı benim gibi beş vakit namazında niyazında olan bu arkadaşımın tavrı gerçekten de üzmüştü beni. Arkadaşım acaba neden böyle bir tavır takınmıştı Türkan Saylan’a karşı. Düşündüm ve cevabını da buldum: Çünkü arkadaşım benim gibi beş vakit namazında olmasına ilave olarak, çocuklarını Hoca Efendi’nin dershanelerine gönderiyordu. Çocuklarıyla telefonla konuşurken bile onları ısrarla “Selâmün Aleyküm” şeklinde selamlıyordu. Ben “İyi akşamlar” temennisinde bulunduğumda o, mutlaka “Hayırlı akşamlar. Allah rahatlık versin” şeklinde mukabelede bulunuyordu…
Vermiş olduğu cevap karşısında bir ara; “Ulan …! Sen Allah’ın rahmetinin kâhyası mısın? Allah’ın rahmetinin kimlere dağıtılıp dağıtılmayacağına sen mi karar vereceksin? Sen bu yetkiyi kimden aldın? Allah sana böyle bir yetki mi verdi de böyle diyorsun ölmüş bir Müslüman’ın arkasından” demek geçti ama bol bir tükürükle yutmak zorunda kaldım dilimin ucuna gelen bütün bu cümleleri. Çünkü benim bu fevri tavrım, bu gidişle beni büsbütün arkadaşsız bırakmak üzere. Benden zılgıtı yiyen, tıpkı uyuz itler gibi kuyruğunu apış arası yapıp uzaklaşıyor nedense benden…
Arkadaşımın işte bu tavrı, aklıma ister istemez “İslam’da gerçekten hoşgörü var mıdır?” sorusunu getirmiş bulunuyor. Tıpkı Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Eckart Cuntz’un 30 Nisan günü Ankara Kocatepe Camii’nde düzenlenen Şehid Cenazesi törenine katılıp duâ etmesi ve şehit ailesine taziyede bulunmasının tekrar aklıma bu soruyu getirdiği gibi. Ve tıpkı 2006 yılında ülkemizi ziyaret eden Papa 16. Benedictus’un Sultanahmet Camii’nde “Huzur Duruşu” adı altında gerçekleştirdiği Kıyam hareketinin “İslam’da hoşgörü var mıdır” sorusunu aklıma getirdiği gibi.
Alman Büyükelçi Şehit cenazesi törenine katılmasının amacını; “Şiddet ve terörün karşısında herkesin birlik içinde olması gerektiği ile ölenlerin aileleri, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk halkıyla dayanışmanın açık bir göstergesini ortaya koymak. Terörün, dini ve milliyeti yok. Türk halkıyla, yaşamını yitiren Akyürek’in çevresindekilerle birlikte olduğumuzu göstermek istedim” şeklinde açıklamış. Sözlerine, bu hareketinin ilk olmadığını da eklemiş Alman Büyükelçi.
Papa Benedictus’un Sultanahmet Camii’nde gerçekleştirdiği “Huzur Duruşu” nu ise asla hafife alamazsınız. Bu hareketi, basit bir turistik gezinin basit bir parçası olarak da niteleyemezsiniz. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun düşünün; Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu veya İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı acaba Almanya’da ünlü Don Kilisesi’nde ya da Fransa’da ünlü Notre Dame Kilisesi’nde böyle bir hareket yapsaydı acaba neler olurdu. Siz hiç kafanızı yormayın, cevabını ben vereyim size: Her ikisini de ajan, misyoner ve hain sıfatlarıyla yaftalamakla yetinmez, maazallah cehenneme bile gönderirdik! Üstelik bütün bunları Allah adına yapardık…
Bugün Avrupa’da çoğu Türkler tarafından yapılmış yüzlerce camii vardır. Berlin’de, Paris’te, Londra’da, Sydney’de bile. Hatta Japonya’nın başkenti Tokyo’da bile cami yaptık biz. Üstelik bunların bazılarının mülkiyetleri merkezi Türkiye’de bulunan kurum ve kuruluşlara aittir. Şu anda bunların çoğu minareli ve bazılarının minarelerinden çıplak insan sesiyle de olsa ezan okunmaktadır. Peki sorarım size, Ankara’da şöyle parmağınızla gösterebileceğiniz bir Kilise, bir Havra veya bir Şinto Tapınağı olduğunu bilen veya duyan var mıdır? Yok. Olanlar da muhtemelen apartman dairesi biçiminde uyduruk mekânlar olmalıdır. Hani nerede İslam’daki o engin hoşgörü? Yok ettik onu. Evet, kendi yarattığımız İslam ile yok ettik gerçek İslam’daki hoşgörü ve toleransı.
Şimdi “İslam’da hoşgörü var mıdır?” diye sorarken, bu soruya ilave olarak herhalde “Hangi İslam’da hoşgörü vardır?” veya “Hangi İslam’da hoşgörü yoktur?” sorularını da sormamız gerekiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse; evet, Allah’ın peygamberine gönderdiği İslam’da hoşgörü vardır. Hem de bu hoşgörü, din düşmanlarını ve inanmayanları da kapsayacak şekilde geniştir. Ola ki; onlar da tövbe edip doğru yolu bulurlar ve insanlığa karşı faydalı işler yaparlar. Gerçek İslam’daki hoşgörünün altında yatan budur. Ancak, Müslümanların oluşturduğu bazı İslam türlerinde, yani Müslümanlıklarda hoşgörü ve tolerans diye bir şey kesinlikle yoktur. Bir örnek vermek gerekirse;
Gerçek İslam’da, fuhuş yapan kadınlara (elbette erkeklere de) verilecek ceza üç ayrı ayette olmak üzere şu şekilde açıklanmıştır: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.”(1). “İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.”(2). “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir gurup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun”(3).
Görüldüğü gibi, fuhuş yapanların cezaları, gittikçe yani zaman geçtikçe ağırlaşmıştır. Ancak dikkat edileceği üzere; Kur’an’da fuhuş yapanların ölümle cezalandırılması, yani recm (taşlanarak öldürülme) cezası diye bir ceza bulunmuyor. Peki, bugün İran ve Afganistan benzeri ülkelerde olanlara ne demeli? Bunun anlamı nedir biliyor musunuz? Bunun sebebi, tamamen sözüm ona Müslümanların oluşturduğu Müslümanlığın bir sonucudur. Yani uydurma bir Müslümanlığın sonucu.
Yukarıda verilen ayetler de gösteriyor ki; Kur’an, dolayısıyla Allah, yarattıklarını öldürmeyi değil, öncelikle yaşatmayı istemektedir. Yaşasın ki; belki doğru yolu bularak ölenlerden olur. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”(4) ayeti kerimesi de esasen bunu ima etmektedir. Yani Allah’ın öldürmekten çok yaşatma amacını. Zira ancak yaşayanlar Allah’a ibadet edebilirler. “…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…”(5) ayeti ise çok daha belirgin bir anlam taşımaktadır.
Peki; Türkan Saylan kimdir? Kendisini insanların, özellikle de cüzzamlı insanların, dolayısıyla bütün insanlığın yaşaması için vakfetmiş bir bilim kadını. Bu durumda böyle bir insana rahmet dilemeyeceğiz de kime dileyeceğiz a benim aklı ile dili arasındaki bağlantı kopmuş arkadaşım?
Neymiş efendim; Türkan Saylan’ın annesi aslında gayrimüslim imiş ve sonradan Müslüman olmuşmuş. Eee, ne var bunda? Sizin anneniz ve babanız Müslüman da ne olmuş? Onun önceki hayatında Hıristiyan olan annesi, sonradan Müslüman olmuş ve Türkan Saylan gibi vatanperver bir hizmet kadını yetiştirmiş. Ya senin Müslüman baban ve annen ne yapmış? Ne yapacaklar, senin gibi bir yobaz yetiştirmiş! Bak şimdi Türkan Saylan’ın 1993 yılında Umre’ye gittiği, Kur’an okuduğu da ortaya çıktı(6). Peki, sen şimdi hiç utanmayacak mısın ona atmış olduğun iftira ve bühtanlar için?
Türkan Saylan’ı, annesinin önceki hayatında Hıristiyan olmasından dolayı kınayanlar, suçlayanlar ve bu sebeple onu misyonerlikle itham edenler iyi bilsinler ki; İslam Peygamberi’nin annesi ve babası da müşrik olarak doğdular, müşrik olarak yaşadılar ve öyle öldüler(7). Hatta amcası Ebu Talip, O’nun peygamberliğini gördüğü halde “Yeğenim, senin söylediklerinin doğru olduğunu biliyorum. Ancak Kureyş kadınlarının beni kınamalarından korktuğum için senin peygamberliğini kabul edemiyorum” demiştir. Dolayısıyla Türkan Saylan’ın annesinin önceki hayatında Hıristiyan olması, onun için bir nakısa değildir ve bu durum, onun misyoner olarak suçlanmasını da gerektirmez.
Neymiş efendim; burs verdiği 36.000 kız öğrenci arasında bir tane bile türbanlı öğrenci yokmuş! Nereden biliyorsunuz? Velev ki olmasın, kaç yazar. Türbanlı öğrencilere bu ülkede burs ve yurt imkânı sağlamayan kurum ve kuruluş mu kaldı? Üstüne üstlük bir de Türkan Saylan’dan burs istiyorsunuz? Bu, Allah indinde israf, toplumsal hayatımız için sosyal adaletsizlik değil midir? Ben, şahsen Türkan Saylan’ın burs verdiği öğrenciler için cami kapılarından yardım toplandığına hiç şahit olmadım. Ancak türbanlı öğrenciler öyle mi? Onlara burs fonu oluşturmak için cami kapılarından yardım toplamakta hiçbir beis görmüyoruz…
Neymiş efendim; Türkan Saylan Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı imiş. Cumhuriyetin değerlerinin tavizsiz savunucusuymuş! Peki, bütün bunlar suç mudur? Eğer bu durumu suç kabul ediyorsanız, aslında mevcut kanunlara göre siz tamamen suç işliyorsunuz demektir! Çünkü Cumhuriyeti savunanlara karşı olmak, cumhuriyet karşıtı olmayı gerektirir ve bu durum, normal şartlarda suçtur. Diyeceksiniz ki; biz Cumhuriyeti savunanlara karşı değiliz, cumhuriyeti savunma adı altında başka şeylerle meşgul olanlara karşıyız. Tamam, bunun da kolayı vardır: Yaparsınız adam gibi ihbarınızı veya başvurunuzu, devlet de gider yapışır bu gibilerin yakasından. Asılsız rivayet ve bilgilerle insanlara düşmanlık beslemek sizin ne haddinize?
Türkan Saylan, ömrünü cüzzamla savaşa ve cüzzam hastalarını sağlıklarına kavuşturmaya adamış bir bilim kadını. Peki, onun muarızları acaba bu konuda ne düşünüyorlar dersiniz? Örneğin, hayatını cüzzamla savaşmaya vakfetmiş olan Türkan Saylan’dan pek hazzetmediğini düşündüğüm Nur Cemaati lideri Fethullah Gülen Hoca Efendi internet sitesinde 20.07.2007 tarihinde yayınlanan “Kur’ân-ı Kerîm ve İlmî Hakikatler” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“… Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına mârifet yapıyorum diye ‘Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın’ hadisine, ‘Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) 14 asır önce görmüş.’ diye yorumda bulunuyor. Hâlbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir.”(8). Görüldüğü gibi taraftarlarının ve taifesinin “Muhterem Fethullah Hoca Efendi Hazretleri” olarak sıfatlandırdığı Fethullah Gülen, bahse konu hadisin uydurma olduğunu söylemek yerine, cüzzam mikrobunun şeklini ve şemalini tarife tahsis etmiş bütün mesaisini. Sanki bir ilahiyatçı değil de zooloji veya mikrobiyoloji uzmanı gibicesine(9).
Oysa bahse konu hadisin, Kur’an’ın ruhuna aykırı olduğu son derece açıktır. Kur’an, insanlara hayat vermeyi, onları yaşatmayı öngördüğü halde, “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” hadisi, cüzzam hastalarını ölüme terk etmeyi öngörmektedir. Oysa eğer hadis, “Cüzzamdan aslandan kaçar gibi kaçın” şeklinde olsaydı, Kur’an’ın ruhuna çok daha uygun düşerdi. Kim bilir eğer böyle bir hadis varsa, asıl metni belki de bizim dediğimiz gibidir. Yani Hz. Peygamber kaçılması gerekenin cüzamlılar değil, bizzat cüzzam olduğunu söylemiştir. Demek oluyor ki; Türkan Saylan, Fethullah Hoca’nın zımnen kaçılmasını kabul ettiği hastalara kucak açmış ve onları tedavi etmekle meşgul olmuş bir hanımefendidir. Bizim arkadaşa sorarsanız; o, “Allah’tan rahmet dilenmesi şüpheli insanlar” sınıfındadır!
Son cümlede şunu söylemek isterim ki; Türkan Saylan’ı ancak medyaya yansıyan haberlerle tanıyorum. Buna rağmen, ülkemize ve milletimize yapmış olduğu üstün hizmetler için kendisine teşekkür ediyor ve arkadaşımın yerine de olmak üzere; Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Kabri nur, mekânı cennet olsun. Bu konuda hakkında düzenlendiği söylenen, misyoner, ajan ve darbeci konulu raporları ise asla ciddiye almıyorum. O, Müslüman bir anneden doğmuş, Müslüman’ca yaşamış ve Müslüman’ca ölmüştür. 19 yıldır kanserle boğuşan 74 yaşındaki yaşlı bir kadının, darbe yaptığı/yapacağı nerede ve hangi tarihte görülmüştür efendim. Lütfen gülünç olmayalım…
1- Nisâ 4/15.
2- Nisâ 4/16
3- Nûr 24/2
4- Zâriyât 51/56.
5- Mâide 5/32
6- Bu bilgiler Üsküdar ve Beyoğlu müftülükleri de yapan emekli Müftü İhsan Öskes tarafından verilmiştir(20.05.2009 Star Ana Haber Bülteni). İhsan Özkes’i şahsen tanıma fırsatı buldum. Emekli olduktan sonra bir ara DSP’den Üsküdar Belediye Başkanlığı için aday da olan İhsan Özkes, halen CHP İstanbul Milletvekili olarak görev yapmaktadır.
7- Hz. Peygamber’in anne ve babası da dahil akrabalarının tek Tanrılı bir din olan Hanif Dini’ne mensup olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.
8- Ayrıca bk.
9- Fethullah Gülen söz konusu hadis için kaynak da vermiş; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/443. Ayrıca dini yönü ağır basan benzer internet sitelerinde de aynı şekilde rivayet edilmiş söz konusu hadis. Bu sitelerden isimli internet sitesinde hadisin kaynağı olarak şunlar verilmiş; Buharı, Merzâ 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927 nolu hadis(bk. .
Bir yanıt yazın