İÇİMİZDEN BİRİ: ATATÜRK
(-Türkler ’in Sarı Paşası ve Sarı Zeybeği…)
Prof.Dr.Kemal Ari
Atatürk’ü önemli kılan pek çok yönü var:
Çok büyük bir devlet adamı…
Büyük bir komutan…
Bir barışsever ve hümanist…
Sözcüğün tam anlamıyla tam bir “Önder”…
Max Weber’in “Karizmatik” tanımlamasına uyan bir kimlik ve kişilik…
Ancak gelin; bugün onu içimizden biri gibi ele alalım…
Çok yumuşak, insanı kendine çeken bir ses tonu vardı…
Ayakkabı numarası 42, boyu 1.74’tü..
Kilosu, genellikle 76’ydı…
Siroza yakalandıktan sonra; hızla kilo yitirmiş ve ölümünden önce ağırlığı 45 kiloya kadar inmişti…
Sık aralıklarla hastalanırdı.
Böbrek iltihabı çekerdi. Bu tür iltihaplar o tarihte tedavi edilemediği için hastalığı kronikleşmişti.
Derneda böbreklerinden rahatsız olmuş; 1915 Çanakkale savaşlarının kötü koşullarında bu hastalığı artmıştı… Bu hastalık ölene kadar yakasını bırakmamış; 1916 yılında tedavi olmak için Karlsbad’a gitmişti.
19 Mayıs 1919 tarihinde, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığında da böbrek rahatsızlığı çekiyordu.
Çok sık sıtmaya yakalanıyordu.
Örneğin, Amerikalı General Harboord’u Erzurum’da kabul ettiğinde, sıtma nöbeti geçiriyordu…
Bütün erkek çocukları gibi o da annesi Zübey’de Hanım’a çok düşkündü ve onu kıskanırdı. Kendi babasını yedi yaşında yitirdiği için, yetim kalmış bir çocuktu ve o nedenle annesine bağlılığı daha da artmıştı.
Sonradan annesi başka biriyle evlendi… Bunu kendine büyük bir gurur meselesi yaptı, ancak karşı da çıkmadı… Çok sevdiği annesine gittiğinde, üvey babanın da bulunduğu o evde pek kalmak istemez; gider otelde kalırdı.
En büyük isteklerinden biri yoksul annesine ev almaktı.
Bunu da yaptı…
Subay olduğunda biriktirdiği parayla önce Selanik’te doğduğu evi aldı…
Balkan Savaşı’ndan sonra annesi ve kardeşi Makbule Hanım İstanbul’a göç ettiklerinde, onlara yeni bir ev almak için girişimleri oldu…
Yine öğrencilik günlerine devam edelim:
İstanbul’da öğrenci iken, annesinin yanına, Selanik’e gideceği günü sabırsızlıkla beklerdi.
Öğrencilik yıllarında beş parasızdı.
İki kızıyla tek başına kalmış eşini yitirmiş annesi ona pek para gönderemiyordu.
İstanbul’un eğlenceli hayatı genellikle beş parasız gezerdi. Bazen arkadaşı Ali Fuat Bey onu evlerine götürürdü. Ali Fuat Bey’in babası bir Osmanlı paşasıydı… Paşa baba, Mustafa Kemal’in cebine beş on kuruş harçlık koymaya çalıştığında bunu büyük bir gurur meselesi yapar ve almak istemezdi.
Buna karşın, eline geçen üç beş kuruş parayla kitap alırdı. Bu günleri anımsadığında; “Beş kuruş elime geçse kitap almak isterdim” derdi…
Kitap okumaya çok seviyordu. Cephede savaşta bulunduğu zamanlarda, İstanbul’daki arkadaşlarından sürekli olarak kitap isterdi.
O’nu en çok etkileyen şair Tevfik Fikret ile siyaset düşünürü ve filozof Jean Jaques Rousseau’ydu…
Üzerinde çok şık olarak nitelendirdiğimiz takım elbiselerinin modellerini önce kendi çizer, ona göre terziye diktirirdi.Mavi renk takım elbise giymezdi…
Üstelik, bütün gömlekleri de beyazdı…
Doğaya tutkundu.
Ankara Çankaya’da bir iğde ağacının yol yapımına engel olduğu için, kendinden habersiz kesildiğine çok üzülmüş; “Niçin kestiniz? Ben ne yapar yapar, yolu engellemeyecek bir çare bulurdum… O çelimsiz haliyle bozkıra ne güzel koku salıyordu” demiş ve ağlamıştı…
Kimi yürüyüşlerinde O, bu iğde ağacının altında oturup, dinlenirdi…
Sanki bir çocuğunu yitirmiş gibiydi…
En bildik öyküsü ise, Yalova’da bir ağacın eve zarar verdiğinin anlaşılması üzerine, ağacı kesmek isteyenlere şiddetle karşı çıkmış; gece gündüz uğraşmış, mühendislerle bizzat çalışarak, koskoca konağı raylar üzerine oturtarak; bir kaç metre yan tarafa kaydırmıştır… Bu deneme, o zamana kadar dünyada ilk denemedir. Bu nedenle kestirilmeyen ağaç, hala Yalova’da bu köşkün yanında yer almaktadır…
Ankara’da bir Orman Çiftliği kurmaya karar verdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, uzunca bir süre, bir bekçi kulübesinde gece gündüz kalarak, çalışmaları yakından gözlemlemiş ve zaman zaman kendi de işçilerle çalışmıştı…
Sonraları; Gazi’nin bu küçük bekçi kulübesinde kalmasının yakışıksız olacağı düşünülerek, çiftliğin bir köşesine kendisi için küçük bir ev yapılmıştı.
Hayvanları da çok severdi.
En sevdiği hayvan atlar ve köpeklerdi.
Sakarya adında bir atı, Foks adında bir köpeği vardı.
Foks bir sokak köpeğiydi. Onu yanından ayırmak istemez, onunla gezinmekten çok hoşlanırdı.
Foks öldükten sonra, Atatürk’e jest yapmak isteyenler köpeğin deriini kurutarak, avcıların yaptıkları gibi içini doldurmuşlar ve, Atatürk Orman Çiftliği’nde bir yere koymuşlardı. Atatürk ölen köpeğini bu halde görünce çok üzülmüş; üzülmüş; “Kaldırın bunu!” talimatı vermişti…
Çok zekiydi…
Atacağı her adımın iki üç adım sonrasını hesap ederek atar; ancak bu adımı atana dek kafasında konuyu inceden inceye düşünürdü…
En sevdiği yemek, kuru fasulye ve pilavdı…
Yine enginarı çok severdi.
Ölüm hastalığına yakalandığında, en son istediği yemek enginar olmuş; İstanbul’da bulunamadığı için güney illerinden birine sipariş verilmiş; ama ona enginarı yemek nasip olmamıştı.
Rakıyı, rakıyla birlikte leblebiyi severdi…
Akşam yemeklerinde Çankaya’da kurulan sofrayı döneminin düşünür ve bilim insanlarıyla bir akademiye çevirmişti…
Dil ve tarih bilimine çok düşkündü…
Bir gün uçakla bir dünya turu yapmak istiyordu.
Bu nedenle manevi kızlarından Sabiha Gökçen’in uçağıyla Avrupa turuna çıkmasını desteklemiş ve Gökçen bunu başardığında pek mutlu olmuştu…
Türk askerine ve gençlere büyük bir ilgi duyar ve onları çok severdi…
Kahveyi az şekerli içer; sabah kahvaltısı yapmayı pek sevmezdi.
Her sabah uyandığında kalkmadan önce yatağına bağdaş kurarak oturur ve kahvesini içtikten sonra günün diğer işleriyle ilgilenirdi.
Yazar ve gazeteciydi.
14 Kitap yazdı.
Arkadaşı Ali Fethi Okyar’la mütareke döneminde İstanbul’da bir gazete çıkardı:
Minber…
Bu gazetenin çıkarılması için, annesine ev almak için biriktirdiği parayı sermaye olarak kullandı.
Bu gazetede yazılar yazmıştı.
Sonradan Ulusal Savaş döneminde İrade-i Milliye ve Hakimiyet-i Miliye’nin çıkmasına ön ayak olmuştu. Hakimiyet-i Milliye’de mahlas kullanarak, yazılar yazmıştı.
Şiirden ve müzik dinlemekten hoşlanıyor; tiyatro izlemeyi pek seviyordu.
Bu nedenle Türkiye’de güzel sanatların ve müziğin gelişmesine büyük önem vermişti…
Halka, bezik oynamayı sever; tavla zarı atmaktan hoşlanırdı…
Çankaya’da basit bağ evinde kalırken orada sıkılır, bazen herkesten habersiz şehre inerek, tek başına gezinirdi…
Cumhurbaşkanı olduktan sonra hiç yurt dışına çıkmadı…
Yurt dışına çıksa, sanki ülkesinin başına bir hal gelecekmiş gibi bir duyguya kapılırdı. Ancak pek çok devlet adamı, onu görmek için Ankara’ya geldi…
İnsandı o, insan!
Gönül adamıydı…
Paylaşmayı ve dostlarının mutlu olmasından hoşlanır; İsmet Paşa’nın çocuklarına özel bir sevgi besler; kendisi de yoksul ya da kimsesiz çocuklara sahip çıkarak, onların yetişmesine ön ayak olurdu…
Konuşurken dilinde Selanik aksanı hissedilir; yanındakilere “Çocuk, Bre Çocuk” diye hitap ederdi.
Selanik ve Selanik günlerini konuşmaktan çok hoşlanırdı…
Neşeli oluğunda zeybek oynardı.
O, Türkler ’in Sarı Paşa’sı ve Sarı Zeybeğiydi…
Bir yanıt yazın