Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “İmamı Âzam Savunması” isimli kitabında “İslam tarihi boyunca, üç büyük isim deccal ithamına maruz kalmıştır. Bu üç ismin ortak özelliği, zulme ve onun kurumu olan emperyalizme savaş açmalarıdır” dedikten sonra bu üç ismi Hz. Muhammed, İmamı Âzam Ebu Hanife ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk olarak sıralıyor(1).
Hz. Muhammed hakkında “Kilise babaları, Hz. Muhammed’e, bir peygamber olarak sahneye çıktığı ilk günden beri deccal (antichrist) gözüyle bakmışlar, onu zındık, dinini de zındıklık olarak damgalamışlardır. Batı’nın en büyük şairlerinden sayılan İtalyan Dante, ünlü eseri İlahî Komedya’da, Hz. Muhammed’i cehennemin en alt tabakalarında azap gören zındıklar arasında gösterir…Ünlü fizikçi Newton’a göre, Muhammed kelimesinin ebced hesabıyla rakam değeri 666’dır ve bu rakam, deccal kelimesinin rakamsal tutarının aynıdır” diyen Yaşar Nuri Öztürk, Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkında da şöyle diyor:
“Hz. Peygamber’in kader savaşı Bedir’e benzeyen savaşlarıyla Kelimei Şehadet’in esir edilmesini engelleyen Mustafa Kemal’e de deccal dediler. Ne ilginçtir ki, bu sonuncu ithamı, Haçlılarla ilk günden beri bir biçimde işbirliği yapan dinciler ortaya attı…Sonuncu deccale açtıkları savaşta, kendilerine destek veren ‘İslamcı-dincileri’ ürkütmeden yanlarında tutmak için ilk deccale (Hz.Muhammed’e) açtıkları savaşı, perde arkasından ve çok dikkatli, çok usturuplu yürütmekteler”(2).
Bugün iktidar çevrelerince “Paralel Yapı” olarak isimlendirilen cemaatin lideri Fethullah Gülen’in, 1998 yılında Vatikan’da Papa II. John Paul ile görüşerek dinler arası diyalog sürecini başlatmasından sonra, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın 2000 yılında kalabalık bir heyetle Vatikan’ı ziyaret etmesini, ayrıca Papa 6. Paulus’un 1967, Papa II. John Paul’ün 1979, Papa 16.Benedictus’un 2006 ve nihayet Papa Francesco’nun geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdikleri Türkiye ziyaretlerini bu açıdan, yani Vatikan’ın ve onun uşaklığını yapan bizim yerli dinci işbirlikçilerin “Deccal” ilan ettikleri Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu laik ve demokratik cumhuriyetin altını oyma girişimleri açısından da değerlendirmekte fayda vardır.
Papa Francesco’nun, geçtiğimiz Cuma günü (28 Kasım 2014) kendisini ziyarete gelen ve merkezi ABD’de bulunan “Orientale Lümen Vakfı”na bağlı bir delegasyona, 28-30 Kasım günü Türkiye’ye yapacağı ziyaret hakkında bilgi verirken, “Türkiye” kelimesi yerine “Roma Piskoposu’nun (Papa), Ekümenik Patrikhane’ye ziyareti ve şahsımın yeniden Patrik Bartholomeos ile buluşması, Roma ve Konstantinopol (İstanbul) kiliseleri arasındaki derin bağın ve halen bizi ayıran engelleri, sevgi ve gerçeklikle aşmak arzusunun bir işareti olacak” şeklinde bir ifade kullanması(3) bu bakımdan son derece önemlidir.
Demek oluyor ki; Papa Francesco’nun Ankara’ya gelir gelmez ayağının tozuyla Anıtkabir’e koşup Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunması, ziyaretinin İstanbul ayağında ise İstanbul Müftüsü Rahmi Yaran ile Sultanahmet Camii’nin mihrabına geçip dua etmesi, hep göz boyamaya yönelik hareketlerdir. Papa’nın ve Patriğin şahsında Hristiyan dünyasının tek amacı vardır; o da Ortadoğu’daki Hristiyan halkları himaye altına almak, mümkünse bu halkları bulundukları ülkelerin yönetiminde etkin hale getirmek ve İstanbul’u tıpkı Doğu Roma dönemindeki adıyla tekrar Kostantinopol yapmak! Yani Batı Hristiyan dünyası, Kostantinopol hayaliyle yanıp tutuşmaktadır ve İstanbul’un Kostantinopol olması demek, onlara ve yerli işbirlikçilerine göre son deccal olan Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demektir.
Atatürk’e “Zalim” Diyen Dinci Yobaz Kimdir?
Yaşar Nuri Öztürk, istifade ettiğimiz kitabında Atatürk için diyor ki;
“…Çöken imparatorluğun külleri arasında Allah’ın bir lütfu gibi kalmış kaç insan varsa hepsini devreye soktu. Elmalı’ya Kur’an tefsir ve tercümesini yaptırdı, Ahmet Naim ve Kâmil Miras’a Buhari’yi tercüme ve şerh ettirdi. Fazla telaffuz edilmemekle birlikte, belki de bunlardan daha önemli bir şeye teşebbüs etti ama basiret yerine inat ve öfkeyle karşılaştığı için düşündüğünü yapma imkânı bulamadı.
Türkiye’de Ezher benzeri bir İslam üniversitesi kurma hayali olduğunu bildiği bir zatı Ankara’ya çağırıp ona bu üniversiteyi Van’da kurması için devlet bütçesinden her türlü yardımı yapacağını söyledi. Başlangıç olarak da, Meclis kararıyla, büyük bir meblağı, kuruluş için tahsis etti. Aynı üniversiteyi kurmak için daha önce, Mahmut Şevket Paşa’nın aracılığıyla Osmanlı hükümetinden de önemli miktarda altın para alan bu zatın Atatürk’ün teklifine cevabı, ne yazık ki büyük bir talihsizlik oldu. Davet edilen zat, Gazi’ye şunu sordu:
-‘Paşa, sen namaz kılıyor musun?’
Atatürk, her zamanki riyasızlığına, mertliğine yaraşır bir cevapla ‘Hayır, kılmıyorum!’ dedi. Vakar ve imanına bizim de saygımız olan zat, Gazi’ye, İslam’ın basiret ve itidal ilkelerine değil de öfkesine uygun bir cevap verdi. Daha doğrusu, beklediği bahaneyi yakalamış olmanın keyfi içinde reddiyesini yapıştırdı:
-‘Namaz kılmayan zalimdir, zalimin hükmü de merduttur!’
…
Namaz kılmadığı için ‘zalim’ ilen edilen zat ise bütün dünyanın tanıklığıyla bilinmektedir ki, hayatını Müslümanların istiklal, ırz ve imanları zelil olmasın diye ateş ve kan berzahlarının çemberinde cihat ve ribatla geçirmiş ve nihayet, Süleymaniye Camii’nin minaresine haç takmak üzere Haliç’e demirleyen gemileri oradan geldikleri gibi geri göndermiştir. Yine ateş ve kan çemberleri içinde çarpışarak…”(4)
Said-i Nursî Osmanlı Hükümetini Dolandırdı mı?
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, belki de nezaketinden ve kendisine duyduğu saygıdan olacak, Atatürk’e “zalim” diyen dinci yobazın adını zikretmemiş kitabında. Ancak biz, kendisine olan saygımızı muhafaza etmekle birlikte okuyucumuza olan saygımız gereği bu ismi açıklamak zorundayız. Bu kişi sevenlerince “Bediüzzaman” olarak isimlendirilen Said-i Nursî’den başkası değildir. Diğer adıyla Kürt Said!
Zira, Türkiye’nin doğusundaki Van’da “Medresetüzzehra” adıyla ve Mısır’daki El-Ezher benzeri bir üniversite açmak isteyen kişi, Said-i Nursî’den başkası değildir. Yaşar Nuri Öztürk’e bakılırsa; Said-i Nursî, bu amaçla Mahmut Şevket Paşa vasıtasıyla Osmanlı Hükümeti’nden de yüklü miktarda altın para almıştır. Söz konusu üniversite kurulmadığına göre; Said-i Nursî Osmanlı hükümetinden almış olduğu bu paraları ne yaptı? İade mi etti yoksa iç mi etti? En azından Yaşar Nuri Öztürk bu konuda herhangi bir bilgi vermiyor/veremiyor kitabında. 1876 yılında doğan Said-i Nursî, 1960 yılına kadar yaşadığına ve profesyonel olarak belli başlı bir işi olmadığına göre, yani para getirecek herhangi bir işte çalışmadığına göre; 84 yıl boyunca maişetini nasıl sağladı? Mahmut Şevket Paşa’nın üniversite kurması için kendisine aktardığı yüklü miktardaki altın liraların bu konuda bir rolü var mıdır? Bilmiyoruz. Taraftarlarına kalırsa; Said-i Nursî’nin hayatı zaten sürgünlerle geçmiştir ve müritlerinin yardımlarıyla kıt kanaat geçinmiştir! Acaba?
Atatürk Said-i Nursî’yi Huzurundan Neden Kovdu?
Yaşar Nuri Öztürk’ten öğreniyoruz ki; yaptıkları görüşme sırasında Said-i Nursî, sırf namaz kılmıyor diye Atatürk’e “zalim” demiştir. Bu konuşmadan sonra Atatürk’ün, kendisini yaka paşa dışarı attığı akla gelirse de, muhtemelen o, yine saygısından ve nezaketinden dolayı bu haddini bilmez misafirini en azından kapıyı göstermek suretiyle bir anlamda usulü dairesinde kovmuş olmalıdır. Paralelcilerin cilalayıp “tarihçidir” diye sahneye sürdüğü Mustafa Armağan bile en azından bu konuda tarafsız davranıyor ve 25 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın meclisteki başkanlık odasında gerçekleyen görüşmenin sonucunun, bizim aklımıza gelen şekilde noktalandığını çağrıştıracak bilgiler veriyor. Yani bazı dinci yobazların “Said-i Nursi, kapıyı çarpıp çıktı” şeklindeki efelenmelerinin, düpedüz yalan olduğunu belirtiyor. Hem de kuyruklu türünden bir yalan olduğunu. Daha doğrusu o demiyor da biz onun dediklerinden bunu çıkarıyoruz.
Mustafa Armağan, 1. ve 2. mecliste (Şebinkarahisar) milletvekili olarak görev yapan Ali Sururi’yi (Ali Sururi Tönik-Meclisteki Günlerim) şahit olarak göstermek suretiyle vermiş olduğu röportajda Ali Sururi’nin “25 Kasım 1922’de akşam saatlerinde meclis dağılırken, başkanın odasının yanından geçerken, içerden bağırma sesleri, gürültüler duydum.” şeklindeki sözlerini aktardıktan sonra Ali Sururi’nin sözüm ona duyduklarının bundan sonrasını kendisi şöyle özetliyor:
“Kapı biraz açıkmış, Ali Sururi Bey de duymuş bu bağrışmaları, ‘kim var’ diye yanındakilere sormuş, -Molla Said Kürdi ile Atatürk var- demişler. Ali Sururi 1926’da bir kaza sonucu ölüyor ve Said-i Nursi’nin sonraki yıllarda tanınan biri olduğu dönemi göremiyor. Dolayısıyla tamamen tarafsız bir şahit. Kaldı ki Ali Sururi Bey rejime yakın bir milletvekili. Bediüzzaman Atatürk’e bir açıklama yapıyor, namaz kılmayan bir meclisin alacağı kararların meşru olamayacağını, bu kararların meşru olabilmesi için milletvekillerinin namaz kılmasının şart olduğunu ve namazın teşvik edilmesi gerektiğini vurguluyor. Said-i Nursi’nin bu sözleri karşısında Atatürk, ‘Hoca İngilizler, Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt milletvekillerini İslami temaları kullanarak kışkırtıyorlar, onları ayırmak istiyorlar, ben seni bunların önüne geçesin diye çağırdım’ diyor. Sonra ‘Ben seni birlik için çağırmışken, sen namaz kılanlarla kılmayanlar diye ayrılık çıkarıyorsun’ diye eleştiriyor. Said-i Nursi bunun karşısında ‘Ben ayrılık getirmek için değil tam tersine, namazı teşvik etmek, sizin de bir gazi olarak, zafer kazanmış bir komutan olarak, insanları dine ve namaza teşvik etmenizi istedim’ diyor. Evet karşılıklı konuşuyorlar ama ikisi de bu görüşmeden memnun olmuyor, sonra Said-i Nursi odadan çıkıyor ama bir kapı çarpma hadisesi yaşanmıyor. Arkasından Atatürk çıkıyor ve son olarak ‘Böyle adamlarla bu memleket bir yere varamaz, bu hocalarla bir şey yapılmaz’ diyor”(5).
Mustafa Armağan’ın olabildiğince tarafsız aktardığı yukarıdaki sözlerinden de anlaşılıyor ki; Mustafa Kemal Paşa, muhtemelen Yaşar Nuri Öztürk’ün de dediği gibi başta Van’da bir üniversite kurulması konusu olmak üzere bazı konularda kendisiyle görüşmek üzere meclise çağırdığı Said-i Nursî’nin, istiklalini yeni kazanmış bir ülkede bütün meseleleri bir tarafa koyup, namaz konusuna yoğunlaşması üzerine kendisini bir güzel haşlıyor ve sonra da ona kapıyı gösteriyor! Bu görüşmeden sonra ikilinin ölünceye kadar bir daha bir araya gelmemiş olmaları, bizde böyle bir düşüncenin doğmasına sebep olmaktadır…
__________
1-Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Âzam Savunması, s,244, İnkılâp Yayınları, İst. 2010.
2-Age, 244-245.
3-http://www.milliyet.com.tr/papa-turkiye-ziyaretinin-amacini/dunya/detay/1959688/default.htm,
4-Yaşar Nuri Öztürk, age, s, 221, 223. (Merdut: Reddolunmuş, kovulmuş, hain)
5-http://www.sabah.com.tr/gundem/2011/01/05/saidi_nursi_kapiyi_carpip_cikti_mi. Karşılaştırma için bkz. (Parantezler tarafımızca konulmuştur. ö.s.)
Yazıları posta kutunda oku