İŞ ŞEYH SAİT ÜNİVERSİTESİ’NE KADAR GELDİ DEMEK…

İŞ ŞEYH SAİT ÜNİVERSİTESİ’NE KADAR GELDİ DEMEK…
(-Doğu Ateşler İçinde! Vicdanı Olan Tarih Sustu…)

Her gün, yeni bir şokla karşılaşıyoruz…
Kurulu olan ne kadar değer, kanı varsa; yerle bir ediliyor…
Akla usa gelmeyecek şeyler, bir …bir topluma dayatılıyor…
Bakar mısınız:
Diyarbakır’da bir “Şeyh Sait Üniversitesi” kurulması isteği, Sait’in ailesi tarafından dile getirilmiş…
Başka istekleri de varmış: Şeyh Sait’in mezarı bulunmalıymış…
Eğer doğru ise; yetkili makamlar üniversite düşüncesine sıcak bakıyorlarmış…
Bu zamana dek olan bitene baktığımız zaman, bu isteğin olamayacağını ne yazık ki düşünmek olası değil…
Olur mu olur…
Bilindik değer yargıları ve bakış açıları tepe taklak…
Şeyh Sait Üniversitesi; Said-i Nursi Enstitüsü; derken Seyit Rıza bilmem neyi…
Daha neler yok neler; bunlar herkesin ortak belleğinde…
Şimdi bir bakalım, adına üniversite kurulması istenilen kişi kimmiş ve adına üniversite kurulmaya değer ne büyük işler başarmış!
1925 yılının Şubat ayında, Doğu Anadolu bir anda karıştı.
Kimi aşiretlerce de desteklenen Şeyh Sait, henüz iki yaşını bile doldurmamış Cumhuriyet rejimine karşı büyük bir kalkışmaya ön ayak oldu…
Sait, Nakşibendi Tarikatının önde gelen adlarından biriydi…
Koyun sürüleri vardı ve bunları satarak, hayvan ticareti yapıyordu. Suriye, onun sık sık gidip, ticari bağlantılar kurduğu bir yerdi.
Dönemin koşulları içinde oldukça da varlıklıydı.
Hem Türkiye’de hem de Suriye’de oldukça itibar gören bir ağırlığı vardı. Her iki ülkede de feodal yapıdan beslenen tarikat önderleriyle bir araya geliyor; yoksul ve bilinçsiz halk, bu gibilere oldukça değer veriyordu.

İŞ ŞEYH SAİT ÜNİVERSİTESİ’NE KADAR GELDİ DEMEK...(-Doğu Ateşler İçinde! Vicdanı Olan Tarih Sustu...) - 2

O tarihlerde Türkiye’nin Irak’ta manda yönetimi kurmuş olan İngiltere ile çözülmemiş iki sorunu vardı:
Musul ve Kerkük…
Türk tezine göre, buralar Türkiye’ye ait olmalıydı. Ancak Lozan’da bu sorun çözülemediği için, çözümü sonraya bırakılmıştı.
İşte o günlerde bu iş tam da karar aşamasına gelmiş bulunuyordu.
Güçsüz olan yitirecek, güçlü olan kazanacaktı…
Konu La Haye’deki Adalet Komisyonu’na gitmişti…
İngiltere’nin siyaseti şuydu: Türkiye karıştırılırsa, eli zayıflar ve bu önemli iki petrol kentinden caymak zorunda kalırdı.
Bu nedenle önce Nasturileri ayaklandırarak, Türkiye’nin elini zayıflatmak istedi.
Bu hareket bastırılınca, bu kez; Ulusal Savaş döneminde kurulmuş olan Kürt İslam Teali Cemiyeti’nin önde gelen adlarını sahneye sürdü.
Neredeyse İngiltere’den buyruk alarak çalışan bu kişiler, bölgede etkin konumu olan Şeyh Sait’e de el atarak, onu kendi yanlarına çektiler. Görünürdeki amaçları bağımsız, şeriatçı bir Kürt İslam Devleti kurmaktı güya… Bu amaçla bir de komite oluşturmuşlardı ve bu komitenin içinde Şeyh Sait de bulunuyordu.
Ulusal savaştaki ayrılıkçı damar, işte bu hassas zamanda yeniden atmaya ve ayrılık tohumları ekmeye başlamıştı.
Bu arada Nasturi ayaklanması bastırılmış; ayaklanmaya ön ayak olanlar Bitlis’te bir mahkeme tarafından yargılanıyorlardı. Tanıklığı için, Şeyh Sait’e başvuruldu; çünkü istihbarat, bu kişilerle Sait’in ilişkisi olduğunu tespit etmişti.
Sait yaşlı ve hasta olduğunu ileri sürerek, mahkemeye tanıklık etmedi. Öte yandan, kendisinin de yakayı ele vereceğinden kuşkulanıyor bu nedenle derin bir kaygı yaşıyordu.
Derhal İngilizler’le adamları aracılığıyla ilişki kurarak, bir ayaklanmaya yeltendiğinde; onlardan yardım istedi. Halifeliği yeniden geri getirmek istediğini anlattı.
O, gerçekte şeriatçı bir Kürt Devleti kurmayı amaçlamakla birlikte; Halifelik kozunu da kullanarak, Türkiye’nin başka yerlerinde de halifeliğin gelmesini isteyen kesimlerin ayaklanmasını umuyor; böylece Türk Hükümeti’ni doğudan ve kışkırtılacak ayaklanmalarla da batıdan, iki ateş arasına almayı umuyordu.
Bu İngiltere için bulunmaz bir fırsattı. Şeyhe, ayaklanması durumunda para ve silah vermeyi kabul etti.
İngiltere’nin desteğini alınca da başladı propagandaya:
Cumhuriyet yönetiminin İslamiyeti kaldıracağını; namazı, orucu, Kuran’ı, nikahı kaldıracağını; ırz ve namusun elden gideceğini kendine bağlı adamlarıyla yaymaya başladı.
Daha da ileri giderek; ağaların ve hocaların Ankara’ya sürüleceğini ve Ankara’nın yasalarına uymayanların denize sürülerek boğdurulacağını yaymaya başladı.
Derken, bir fetva hazırladı:
Bu fetvaya göre Mustafa Kemal Paşa dinsizdi. Din kurallarına aykırı davranıyor; bu ve bunun gibi düşünen dinsizlerin, canlarının ve mallarının “helal” olduğunu belirtti.
Propaganda etkili oldu.
Ona kimi aşiretler ve halk kesimleri katıldı.
Ve Şeyh Sait, Tunceli bölgesinde ayaklanmayı başlattı. Ayaklanmaya destek veren aşiretlerin de katkısıyla binlerce çapulcu bir araya geldi. Silahlar kınından sıyrıldı. Önce Tunceli’ye saldırılarak, çok sayıda kişi öldürüldü. Değişik kişi ve gruplar, kendilerine katılmaya zorlandı.

İŞ ŞEYH SAİT ÜNİVERSİTESİ’NE KADAR GELDİ DEMEK...(-Doğu Ateşler İçinde! Vicdanı Olan Tarih Sustu...) - 3

Tunceli ele geçirildikten sonra Muş, Diyarbakır ve Çapakçur yönünde üç koldan saldırılar genişletildi. Ellerinde yeşil bayraklar ve Kur’an olan kalabalıklar, gittikleri yerlerde yöre insanını kışkırtarak kalkışmaya zorluyor; dinsel duygularını kullanıyorlardı.
Yoksul ve eğitimsiz halk; bilinçsiz biçimde bu yalanlara inanıyordu.
Öyle ki bölgede pek çok kişi Sait’in bir “mehdi” olduğunu bile düşünmeye başladı.
Şeyh Sait, gittikçe kalabalıklaşan ve silahlanan taraftarlarıyla Diyarbakır’a ulaşmak ve asıl orayı ele geçirmek istiyordu.
Hükümet bu kalkışmayı haber alınca derhal harekete geçti.
21 Şubat günü, Şeyh Sait’e bağlı güçler ile Türk birlikleri karşı karşıya geldiler.
Asiler o denli kalabalık ve güçlüydü ki; onlarla vuruşan bir alay geri çekilmek zorunda kaldı. Asiler bir süvari alayını da pusuya düşürüp, tutsak alabilmişlerdi.
Korku, endişe ve ihanet iç içeydi.
Ve Elazığ düştü.
Kent, baştan aşağı yağmalandı…
Varto ele geçirildi. Muş yönünde, Erzurum’a doğru ilerleyiş başladı. Ergani ve Eğil, Sait kuvvetlerinin eline geçti.
Her gidilen yerde doğulu aşiretlerle iletişime geçiliyor ve onlar da kalkışmacıların tarafında yer almaya yönlendiriliyorlardı.
Sanki istilacı ve yağmacı bir dalga gelmiş; ülkenin koskoca bir bölgesini gövdesinden koparıp almış gibiydi.
Mart ayına gelindiğinde Şeyh Sait Diyarbakır’a saldırdı.
Kentin içinde yer alan surlar bölgesinde yoğun çatışmalar yaşandı.
Kanlı çarpışmalar oldu ve çok sayıda insan yaşamını yitirdi.
Sonunda 8 Mart günü Şeyh Sait’in kuvvetleri yenilerek, kaçmaya başladılar…
O günlerde Ali Fethi Bey başkanlığındaki hükümet düşmüş ve İsmet Paşa hükümeti kurulmuştu.
Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa bir araya gelerek; askeri bir plan hazırladılar…
Bu arada 3 Mart günü, olumsuz propagandanın önünü kesmek amacıyla “Takrir-i Sükun” adıyla bir yasa çıkarılmış; ülke bir anda olağanüstü bir dönemin içine yuvarlanıvermişti…
Plan gereğince askeri harekat başladı. Diyarbakır ve çevresi temizlendi. Varto çarpışmalarında Şeyh Sait’in oğullarından biri öldü.
Şeyh Sait güçleri bir çember içine alındı. Böylece İran ve Suriye’ye kaçmalarının önüne geçildi. Çatışmalar Nisan ayının ortalarına kadar sürdü… Bu çatışmalardan galip çıkamayacağını ve imha edileceğini anlayan Şeyh Sait ve adamları Tunceli yöresine kaçmaya başladılar.
Ancak hükümet güçleri, kimi aşiretlerin kendilerine yardım etmesiyle Şeyh Sait Ayaklanmasını bastırdı ve isyancı başını ele geçirdi.
Diyarbakır’da bir İstiklal Mahkemesi kuruldu.
Yargılama sırasında Şeyh Sait pişman olduğunu söyledi.
Ancak yargılamalar sonunda Şeyh, vatana ihanetten dolayı idama mahkum edildi.
Ardından da bu karar uyarınca idam edildi.
Demek şimdi; ülkeyi ikiye bölen, kardeşi kardeşe düşüren; dinci ve Kürtçü bir şeriat devleti kurmak isteyen; ama aynı zamanda İngilizler’in bölgedeki hedeflerine ulaşmaları için onlarla işbirliğine giren bu kişi adına bir üniversite kurulması düşünülüyormuş, öyle mi?
Öyle mi?
Vicdanı olan tarih sustu…

01.12.2014


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir