İSMET PAŞA CAMİLERİ KİLİTLEDİ; KAPISINA JANDARMALAR DİKTİ…
(-“Sizi Gidi Maskaralar Sizii!”)
İsmet Paşa, birilerine kızdığında şunu söylerdi:
-“Maskaralar!”
Evet, maskaralar tarihin her döneminde hep var oldular.
Günümüzde de –ne yazık ki- maskaraların maskaralıkları o kadar tavan yapmış ve şarlatanlık düzeyine ulaşmıştır ki; bunları görüp de şaşırmamak mümkün değildir…
Onlar arsızca bütün değerleri tek tek tüketiyorlar.
Her şeyi kirletiyor; adeta ulus çocuklarının ruh ve duygu kimyalarıyla oynuyorlar…
Kendilerine verilen görevi ustaca yerine getiriyorlar…
Görevleri şu:
Milli değerleri olduğu gibi; tarihi de karalamak; onları toplumun gözünden düşürmek… Böylece toplumu ve kişileri tarihi köklerinden koparmak…
Elbette karalamaya çalıştıkları kişilerin başında İsmet Paşa geliyor:
Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı, İnönü Savaşları’nın galibi; Lozan’ın mimarı ve demokrasinin kahramanı…
Eskiden de böyleydi:
Atatürk’ü sevmeyenler ve onu yıpratmaya çalışanlar, önce İsmet Paşa’yı hedef alırlardı.
Bunun için yalan üzerine yalan söylüyorlar…
Örnek mi?
Onların savlarına göre, İsmet Paşa; Tek Parti döneminde camileri kapatmış ve önlerine jandarmalar dikip, içine girip insanların ibadet etmelerini önlemiş…
Ne hoş bir fantezi değil mi?
Bu söyleme bakarken de ardından çığırtkanlık kulakları yırtıyor:
“Bu milletin dinini ayaklar altına aldılar; milletin kuran okumasını yasakladılar, ayakları altında çiğnediler!”
Alın size faşist bir dönem ve doğal olarak, o dönemin simge ismi Faşist-Diktatör İsmet Paşa (!)
Oysa gerçek şuydu:
İkinci Dünya Savaşı’ydı…
Savaş nedeniyle ülke büyük bir tehlike altında bulunuyordu.
Her an ülke savaşa katılabilir; Almanlar dayandıkları Meriç Nehri’ni aşarak Türkiye topraklarına girebilirlerdi. Bunun için köprüler yaptıkları da görülüyordu.
Ordu, Trakya’da adına “Çakmak Hattı” denilen bir savunma hattı oluşturmuştu.
Bu nedenle O, bir saldırı olduğunda, kentlerin çok fazla yıkıma uğramaması için, İsmet Paşa Alman ordularıyla asıl kapışmanın, Ankara dışında olmasını planlıyor; bu nedenle doğuda ikinci bir direniş hattı hazırlıklarını sürdürüyordu.
Almanlar’ın çok sayıda savaş uçağı vardı.
İstanbul bir tarihi kent olarak, Alman uçaklarının saldırısına uğradığında, kesin olarak büyük bir yıkımla karşılaşabilirdi. Pek çok tarihi yapı gibi, başta ünlü Topkapı Sarayı olmak üzere, Türbeler Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi müzeler de vurulabilirdi.
Uçaklardan atılan bombaların infilak etmesiyle; bu müzelerde yer alan pek çok tarihi ve manevi değeri yüksek eserler zarar görebilirlerdi.
Bu nedenle İsmet Paşa ve hükümeti bir karar aldı:
İstanbul müzelerinde müzelerde sergilenen eserler alınacak ve daha güvenli bir yer olan Niğde’ye koruma amaçlı olarak götürüleceklerdi.
Niğde Alman uçaklarının menzili dışında kalıyordu. Uçaklar buraya ulaşıp Niğde’yi bombalasalar bile; kutsal mekanlar olan cami, medrese ve kervan saray gibi dini ve tarihi değeri yüksek mekanları vurmazlardı.
Bunun için korunaklı sandıklar yapılacak, eserlere refakat etmek üzere kişiler görevlendirilecekti.
Hemen hazırlıklara başlandı.
Eserlerin içlerine konulacağı 391 dışı çinko kaplı sandık yaptırıldı.
Eserler bu ekibin çalışmasıyla özene bezene sandıkların içine konuldu. Bu değerli tarihi eserlerin içinde padişah tahtları, mücevherleri, Hz. Muhammed’den kalan kutsal emanetler; Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, Hırka-i Saadet, Hz. Osman’ın kanlı kuran-ı kerimi bulunuyordu. Ayrıca Atatürk’ün Samsun’da karaya çıktığı tahta iskele ve başka önemli eserler de vardı.
Bu işlerle Topkapı Müzesi Müdür Yardımcısı Lütfi Turanbek ve ona eşlik eden otuz kişilik bir ekip ilgileniyorlardı.İçinde tarihi eserler bulunan sandıklar kara araçlarıyla Sirkeci’ye getirildi.
391 adet sandık, 48 vagona yerleştirildi.
Yine Tunabek ve yanındaki kişiler eşleri, çocukları ve yanlarına alabildikleri eşyalarıyla trene bindiler.
Onlar savaş bitene dek Niğde’de kalacak ve eserleri bekleyeceklerdi. Bunun için gittikleri yerlerde evler tutup, aileleriyle birlikte burada oturacaklardı.
Derken tren hareket etti ve Niğde’ye doğru yola çıktı.
Ve Niğde’ye ulaşıldı.
Önceden yapılan hazırlıklar uyarınca; Niğde’ye getirilen bu değerli ve arşiv malzemeleri sandıklar içinde Ak Medrese, Sarı Han ve Ulukışla gibi korunaklı tarihi mekanlara yerleştirildiler.
Bundan sonra güvenliğin sağlanması önemliydi.
Değerli tarihi eserlerin konulduğu binaların çevresinde Jandarma noktaları oluşturularak, koruma sağlandı. Binaların kapıları kilitlendi.
İnsanlar, bu yapıların etrafında jandarmaları görüyor, kapıların kilitlendiklerini fark ediyor, ancak hiçbir şey bilmiyorlardı.
Bu arada Tunabek ve onunla birlikte görevlendirilmiş olanlar aileleriyle birlikte Niğde’de kiralanan evlerde kalmaya başlamışlardı.
Arada bir bu depolara gidiyor, eserleri gözden geçiriyor; müdahale edilmesi gereken durumlarda, dar olanaklarıyla eserlere bir zarar gelmesinin önüne geçmeye çalışıyorlardı.
Öyle ya!
Nem var mıydı? Eserler bir şekilde bir yerlerde su alıyor muydu? Umulmadık bakteriler değerli fermanlara zarar verir miydi?
Savaş boyunca kimsecikler bundan söz etmedi.
Depo haline getirilen bu yapıların içine kimse alınmadı.
Kapılar kilitli tutuldu.
Jandarmalar ise, depoların çevresinde kuş uçurmuyor; insanları binalara yaklaştırmıyorlardı.
Bu işin iç yüzünü bilenler ise iyice tembihlenmişlerdi:
Kimse bu olaydan söz etmiyor; herkes dilini tutmuş, bir sır vermiyordu.
Niğde’de yerleşmiş olan gizemli konuklar ise; yıllar geçiyor; düzenli biçimde bu binalara giderek, tarihi eserlerle ilgileniyorlardı.
1943 yılıydı…
İnönü Churchill ile buluşmak üzere trenle Adana’ya doğru gidiyordu.
Tren Niğde’de durdu.
Paşa trenden indi; doğruca tarihi eserlerin ne durumda olduklarını görmek için depo haline getirilen tarihi ve dini binalara gitti.
Teftiş yaptı.
Sarı Han’da Tunabek’e sordu:
“Asker nöbetini aksatmıyor, içeri kimse alınmıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın!…”
Ona verilen bilgiye göre, hiçbir sorun görünmüyordu.
Savaş bitti…
Tam beş yıl bu depolarda kalan eserler, 1947 yılında yeniden İstanbul’a getirildi.
Bir tutanakla birlikte, kayıtlı oldukları müze ve arşivlere geri verildi…
Şimdi bir nefes alalım:
Kulaklarımızı tırmalarcasına çirkin sesler duyuyoruz:
“İsmet Paşa bu milletin dinini, kuranını ayaklar altına aldı… Camileri, medreseleri kapattı! Camilerin kapısına kilit vurdu, başlarına jandarmalar dikti…”
Sizi gidi maskaralar siziii…
Kemal Arı, 22.11.2014
Yazıları posta kutunda oku