NECDET BULUZ
Terör örgütü PKK ile yürütülen “Barış Süreci” konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bu işin çerçevesi, sınırları bellidir. Bu pazarlık, taviz alma verme süreci kesinlikle değildir. Silahlar bir kenara bırakılacak, süreç siyaset zemininde çözüme kavuşturulacaktır” diyor. Özetle, PKK ile silahların bırakılması koşuluyla her şeyin tartışılabileceğini söylüyor. Bugüne kadar da bu konuda terör örgütü ile hiçbir pazarlık içine girilmediğini vurguluyor.
Bizce de doğru olanı budur. Biz de PKK gibi bir terör örgütü ile bir pazarlık içine girilmesinin karşısındayız. Keşke bu söylenenler doğru olsa, keşke inandırıcılığı bulunsa. Terör örgütüne taviz verilmeden sorunların çözüme kavuşmasını kim istemez ki?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlığı döneminde de Oslo görüşmelerinin medyaya yansımasından sonra açıklamalarda bulunmuş böyle bir görüşmenin olmadığını söylemişti. Hatta daha da ileri gidip “Görüşen şerefsizdir” diye de meydan okumuştu.
Sonra, Oslo görüşmelerinin yapıldığı ortaya çıktı. Bu kez Erdoğan “Oslo’daki görüşmeleri MİT Müsteşarı Hakan Fidan yürüttü, talimatı da ben verdim” demek zorunda kalmıştı.
Daha düne kadar “hain” denilen, Kuzey Irak’tan tehdit savuran, PKK’ya hamilik yapan Barzani şimdi kucaklanıyor. Bu Türk ve Türkiye düşmanı ile kol kola giriliyor. Peşmergelerine eğitim sağlanıyor.
Bu Barzani, Kuzey Irak’ta barındırdığı PKK’lıları Türkiye üzerine saldırtmadı mı? “Bir tek Kürt kediyi bile Türkiye’ye teslim etmem” diye meydan okumadı mı?
Aynı Barzani, Kuzey Irak’tan Türkiye üzerine hemen her türlü kaçakçılığa göz yuman bir hain değil mi? PKK ile olan ilişkisi ve desteği bilinen bu Türk ve Türkiye düşmanını bugün “dost” görmek doğru atılmış bir adım olabilir mi?
Düşman gördüğümüz, PKK’yı koruyup kolladığını ilan ettiğimiz bu hainle bugün kol kola girip, her türlü ilişkinin içine girebiliyorsak, bu inandırıcı olabilir mi?
Bunları niye yazıyoruz?
Çünkü bizi yönetenler inandırıcı olmak durumundadırlar. Biz, Cumhurbaşkanımızın, Başbakanımızın, bakanlarımızın söylediklerine inanmak istiyoruz. Devleti yönetenlerin ağızlarından çıkan her söz önemlidir. Bugüne kadar konu ile ilgili öylesine çelişkili açıklamalar yapıldı, öylesine haberler yayınlandı ki, artık bizim gibi kamuoyunun da kafası karışmaya başladı.
Süreç ile PKK ve yandaşlarının bugüne kadar ortaya koyduğu düşmanlığı, hainliği, yakıp, yıkmayı, güvenlik güçlerimize karşı davranışlarını görüyoruz. 5-7 Ekim olaylarını unutmamız mümkün mü? Kamu güvenliğimizi bu kadar tehdit eden, söz verilmesine rağmen halen silah bırakmayan ve bırakmaya da niyetli olmayanlarla inanarak yola çıkılır mı?
Öncelikle şunu vurgulayalım:
Etrafımız ateş çemberine döndü ve neredeyse kuşatma altına alınmış gibiyiz. Suriye’nin Kobani’sinde IŞİD ile PYD ve destekçileri halen çatışıyor. Kobani, kurulmak istenilen Büyük Kürdistan’ın Suriye ayağıdır. Bunu artık Kürtler de, dış güçler de dillendirmekten kaçınmıyorlar. Kuzey Irak ile bütünleşecek ve Türkiye ile İran’dan da koparılması hedeflenen topraklarla Bağımsız Kürdistan ayağa kaldırılacaktır.
Biz, burada PYD’ ye destek vererek neyi hedefliyoruz? Peşmergelere koridor açarak kendi ayağımıza kurşun sıkmış olmuyor muyuz?
Cumhurbaşkanı Erdoğan bile geçenlerde “Bu Kobani ile dış güçler niye bu kadar ilgileniyor, anlam veremiyorum. Kobani’ye gösterdikleri ilgiyi Musul’a neden gösteremediler?” demişti. Dış güçlerin bölgedeki hedefleri bellidir, artık bunu bilmeyen mi kaldı?
Bunları görmezden gelebilir miyiz?
Dış güçlerin bizi oyaladığını düşünüyoruz. Bir yandan PKK ile müzakereler, diğer yandan hedeflenen Kürdistan’ın sınırları çiziliyor. Bizim güvenliğimiz ile ilgili hiçbir talebimiz dikkat edilecek olursa yerine getirilmiyor. Suriye ile ilgili olarak “olmazsa olmazlarımız “vardı ne oldu?
Sözü fazla uzatmaya gerek yoktur:
Keşke, her şey bizi yönetenlerin söyledikleri gibi olsa. Keşke, PKK silah bıraksa, kamu güvenliği tam olarak sağlansa. Ülkemizin her köşesine huzur, barış ve kardeşlik duyguları yayılsa. Bunu hepimiz yürekten istiyoruz. Bundan da kimsenin şüphesi olmasın.
Ancak, etrafımızdaki gelişmelere baktığımızda hiç de bunların söylendiği gibi gelişmediğini görüyoruz. Bizi endişelendiren de bu oluyor. Çünkü iç ve dıştan bir “ihanet çemberi” içine alınmış görüntüsü vermekteyiz.
“Barış süreci” sonunda “ihanet süreci” haline dönüşmesin.
Bir yanıt yazın