Ülkücüler Musa’yı beklerken!

Hiç kimse kusura bakmasın ve ucuz siyasi polemik peşinde koşarak hakaretler yağdırmaya kalkışmasın; Milli Görüş’ün ve Türk Milliyetçiliği’nin son 50-60 yılda geçirmiş olduğu evrelere, atlatmış oldukları antidemokratik badirelere baktığımızda ve bu iki siyasi akımı birbiriyle kıyasladığımızda karşımıza, çalışanların sürekli kazandığı, çatışanların ise sürekli kaybettikleri şeklinde bir siyasi tablo çıkmaktadır. Çünkü demokrasilerde çatışanlar değil, çalışanlar iktidar olurlar.

Bilindiği gibi; 1950’lerde Demokrat Parti, 1960’larda ise Adalet Partisi’nde örgütlenerek merkez sağ partiler içinde yer almayı tercih eden Türkiye’deki Siyasal İslamcı Akım, 1970’lere gelince bağımsız bir parti şeklinde örgütlenmeyi tercih etmiştir. 1969 genel seçimlerinde Konya’dan bağımsız milletvekili seçilen Necmettin Erbakan ve 17 arkadaşı 26 Ocak 1970 tarihinde Millî Nizam Partisi (MNP)’ni kurmuşlardır. Ne var ki; Erbakan tarafından kurulan ve ilki Milli Nizam Partisi olan İslamcı partilerin hemen hepsi, aynı gerekçelerle; “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından peş peşe kapatılmışlardır. Öyle ki; Erbakan Parti kurmaktan, AYM ise Erbakan’ın kurmuş olduğu partileri kapatmaktan asla yorulmamışlardır!

1970 yılında kurulan MNP, 1971 yılında, 1972 yılında kurulan MSP 1980 yılında, 1987 yılında kurulan RP 1998 yılında, 1998 yılında kurulan Fazilet Partisi ise 2001 yılında hep aynı gerekçelerle kapatılmışlardır. Milli Görüş’ün son temsilcisi AKP hakkında aynı gerekçelerle açılan kapatma davası ise direkten dönmüş; parti, para cezasıyla ancak kurtarabilmiştir yakasını AYM’nin elinden!

Gelin görün ki; Erbakan ve kurmuş olduğu partiler, her kapatma işleminden sonra çok daha güçlenerek ayağa kalkmışlardır. Mesela, kurulduktan bir yıl sonra olmak üzere 1971 yılında kapatılan MNP’nin yerine 1972 yılında kurulan MSP, 14 Ekim 1973 seçimlerinde %11 oy oranına tekabül eden 1.2 milyon oy karşılığında 48 milletvekiliyle meclise, senato seçimlerinde ise 3 senatörle senatoya girmeyi başarmış ve 26 Ocak 1974’te CHP ile koalisyon hükümeti kurarak Kıbrıs Barış Harekatı’nda elde edilen başarıya ortak olmuştur. Erbakan ve MSP, Süleyman Demirel’in Başbakanlığında kurulan MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerinde ise en etkili ve belirleyici parti olmuştur.

1980 Askeri Darbesiyle kapatılan MSP’nin yerine 1987 yılında kurulan Refah Partisi ise belki de kuruluşunu tam olarak tamamlayamamış olmasından kaynaklanan sebeplerle aynı yıl içinde yapılan seçimlerde ülke barajına takılarak meclise girememiş, MÇP ve IDP ile ittifak kurarak girmiş olduğu 1991 genel seçimlerinde ise %16.90 oranında oy ve 62 milletvekili ile meclise girmeyi başarmıştır. Bu 62 kişinin çoğunluğunun Milli Görüş tandanslı olduklarını söylemeye sanırım gerek yoktur. RP 1994 yılında yapılan yerel seçimlerde ise Türkiye’de uzmanların ve otoritelerin bile beklemediği oranda oy patlaması yaparak %19.14 oranında oy almış, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlıkları dahil olmak üzere Türkiye’de birçok belediyeyi yönetme hakkını kazanmıştır. 1994 yılındaki mahalli seçimler, 1995 yılında yapılacak Genel Seçimlerin adeta habercisi idi ve RP, 24 Aralık 1995 yılında yapılan genel seçimlerde %21.38 oranında oy ve 158 milletvekilliği kazanarak birinci parti oldu ve Erbakan hükümeti kurma hakkını kazandı. ANAP ile koalisyon kurma çalışmaları başarısız oldu ama Erbakan liderliğinde kurulan REFAHYOL hükümeti 28 Haziran 1996 günü güvenoyu olarak Erbakan Başbakan oldu.

28 Şubat süreci Erbakan’ın Başbakanlıktan çekilmesi ve RP’nin 1998 yılında AYM tarafından kapatılmasıyla sonuçlandıktan sonra, RP’li milletvekilleri, RP’nin kapatılma ihtimali düşünülerek 1997 yılında kurulan Fazilet Partisi’ne katıldılar. Milli Görüşçü Fazilet Partisi 1999 yılında yapılan genel seçimlerde, 1995 yılındaki başarıyı yakalayamasa da yine de meclise girmeyi başardı. FP, 2001 yılında kapanınca yerine kurulan SP partililer tarafından fazla rağbet görmedi! Yenilikçiler denilen grup Saadet Partisi’ne girmeyerek AKP adıyla yeni bir parti kurdular. AKP’nin seçim başarıları ise ortadadır.

Hülasa edecek olursak; liderliğini Merhum Erbakan’ın yaptığı Milli Görüş, sırf siyaseti ciddiyete almalarının, çalışma azmini bırakmamalarının ve davalarında sebat etmelerinin semeresini misliyle almışlardır. Bu ülkede dört ayrı kişi ile başbakanlık, iki ayrı kişi ile cumhurbaşkanlığı yapmışlardır ve halen de yapıyorlar. Bir zamanlar MSP’den milletvekili adayı olacak derecede Milli Görüş’e yakın durduğunu ortaya koyan Turgut Özal’ı da hesaba katarsak, Milli Görüş’ün çıkarmış olduğu Başbakan sayısı 5’e, Cumhurbaşkanı sayısı ise 3’e çıkar.

İster sevin, isterse sevmeyin; şurası muhakkaktır ki; Milli Görüş, 1974 yılından başlayarak bu ülkede şu ya da bu şekilde iktidarın ortağı olmuş bir siyasi akımdır. 2002 yılından itibaren ise tartışmasız ülkeyi tek başına yönetmektedir ve şu anda devleti büsbütün ele geçirmiş vaziyettedir. Bu gidişle, daha doğrusu bugünkü şartlarda Milli Görüş’ü demokratik yollardan al aşağı edecek bir güç de halihazırda görünmüyor ortalıkta. Antidemokratik yöntemleri ise artık hiç kimse benimsemiyor ve istemiyor bu ülkede. Antidemokratik yöntemlerin ülkeyi ne hale getirdiği herkesçe malumdur çünkü.

Türk Milliyetçiliğine gelince; Türk Milliyetçiliğini temsil eden MHP, 1980 Askeri Darbesi’nde olmak üzere sadece bir kere kapatılmıştır. İtiraf edelim ki; Türk Milliyetçiliği’nin siyasi temsilcisi olan MHP, Milli Görüş’ün siyasi temsilcileri olan partilerin atlatmış olduğu siyasi badireleri asla atlatmamıştır. Milli Görüş’ü başarıya ulaştıran yegane sebep de galiba budur! Yani Milli Görüş mensupları, partileri her kapatıldığında ayaklarını daha bir sağlam yere basmışlar, birbirlerine daha bir kenetlenmişler ve saflarını sürekli genişletmişlerdir. Oysa Türk Milliyetçileri, partileri bir kez kapatılmakla birlikte Milli Görüş’ün yakalamış olduğu siyasi başarıyı tarihlerinin hiçbir döneminde yakalayamamışlardır. Bunun birçok sebebi varsa da; kanaatimizce en önemli sebep, Türk Milliyetçilerinin, 1980 öncesinde birçok yetişmiş elemanını sokak olaylarında yitirmiş olması, geriye kalan birçoğunun ise 1980 darbesinden sonra uzun süre tutuklu kalarak siyaset yapmaktan mahrum bırakılmalarıdır. Böyle olunca; Türk Milliyetçileri ve Ülkücülerde önemli parçalanmalar ve kopmalar yaşanmıştır. Yani Milli Görüşte, partileri her kapandığında kenetlenme ve birleşmeler yaşanırken, Türk Milliyetçilerinde ayrışma ve bölünmeler yaşanmıştır.

1999 yılında yapılan seçimlerden her ne kadar ikinci büyük parti olarak çıkarak koalisyon ortağı olmuşlarsa da bu koalisyon Türk Milliyetçilerinin ve Ülkücülerin yararına değil, zararına sonuçlar doğurmuştur. Nitekim MHP, ikinci parti olarak çıkmış olduğu 1999 yılındaki genel seçimlerin hemen arkasından yapılan 3 Kasım 2002 Erken Genel seçimlerinde barajın altında kalmış, Milli Görüş ise o seçimlerde tek başına iktidar olmuştur. Dahası Milli Görüş, 2002, 2007 ve 2011 Genel seçimlerinde olmak üzere; son üç seçimdir hem de tek başına iktidar olmaktadır. Bazılarımız için kabul etmek her ne kadar zor olsa da bugünkü şartlarda 2015 Genel Seçimlerinin favorisi de yine Milli Görüşün bugünkü temsilcisi olan iktidar partisi AKP’dir!

Çatışma Siyaseti!

Nedense Türk Milliyetçileri, sürekli olarak çatışmacı bir siyaset anlayışını benimsemiş gözüküyorlar! Bu, belki de onların vatanın bölünmez bütünlüğü, milletin birlik ve beraberliği, devletin üniter yapısı üzerindeki hassasiyetlerinin, diğer siyasi gruplara kıyasla çok daha yüksek olmasından geliyordur. Türk Milliyetçileri, kendilerini bu ülkenin asli sahibi olarak görüyorlar ki; Sayın Bahçeli bu durumu zaman zaman “Biz son sözümüzü daha söylemedik” şeklinde hülasa etmektedir. İşte bu anlayış ve kabul, bazen bu insanlara zarar vermektedir! 1980 öncesinde Ülkücülerin ve Türk Milliyetçilerinin, bazı gizli eller tarafından bilinçli ve maksatlı olarak çekildiği çatışma ortamı, sürekli olarak Türk Milliyetçilerinin zararına olmuştur. Ülkücülerin “5000 şehit verdik” klişesiyle hülasa ettikleri çatışma ortamında bu insanlara, birileri tarafından ha bire devlete sahip çıktıkları ve komünizmi önledikleri ezberletilmiştir!

Oysa 1980 askeri darbesi göstermiştir ki; Türk Milliyetçileri ve Ülkücüler ne bu devletin gerçek sahibi imişler, ne de engellenmesi gereken bir komünizm tehlikesi varmış bu ülkede! Bunun en açık göstergesi, 1980 askeri darbesiyle komünizmin önce Türkiye’den, bu tarihten 10 sene sonra da bütün dünyadan yok olup gitmesidir!

1980 öncesinde sadece tıpkı Ülkücüler gibi kandırılmış bir solcu gençlik vardı Türkiye’de. Bu iki grup duygularına esir olup birbirleriyle kıyasıya çatışırken, öbür tarafta Milli Görüşçüler ve diğer dini akımlar, akıllarını devreye sokarak devleti ele geçirme plan ve projeleri çiziyorlar, harıl harıl gelecekte kendilerine lazım olacak kadroları yetiştiriyorlardı. Solcular ve Ülkücüler birbirlerini vurmak için ellerine geçen paralarla silah alırken, Milli görüşçüler ve diğer dini cemaatler eğitime ve insana yatırım yapıyorlardı. Yani, solcular ve Ülkücüler birbirleriyle takır takır çatışırken, diğerleri harıl harıl kendilerine verilen derslere çalışıyorlardı. Çünkü onlar biliyorlardı ki; Allah çatışana değil, çalışana veriyordu!

İnsanlık tarihi göstermiştir ki; davalar ne kadar kutsal olursa olsun, bu davalar, uğrunda çalışıp ter dökmedikçe hiçbir anlam ifade etmezler. Öte yandan uğrunda çalışılmayan davaların kazanılması da mümkün değildir. Bu konuda en güzel örnek Hz. Peygamber’dir. Eğer o, canını tehlikeye atacak derecede davası uğrunda çalışmasaydı, İslamiyet bugünkü sınırlarına asla ulaşamazdı. Müşrikler tarafından daha başlangıçta boğulur giderdi.

Hiç kimse kusura bakmasın ve ucuz siyasi polemik peşinde koşarak hakaretler yağdırmaya kalkışmasın; Milli Görüş'ün ve Türk Milliyetçiliği'nin son 50-60 yılda geçirmiş olduğu evrelere, atlatmış oldukları antidemokratik badirelere baktığımızda ve bu iki siyasi akımı birbiriyle kıyasladığımızda karşımıza, çalışanların sürekli kazandığı, çatışanların ise sürekli kaybettikleri şeklinde bir siyasi tablo çıkmaktadır. Çünkü demokrasilerde çatışanlar değil, çalışanlar iktidar olurlar. - tutankamun firavun yilan

Hz. Musa ve Firavun arasında geçtiği söylenen hurafe ile karışık bir hikaye vardır. Hz. Musa, Firavun’u hak dine davet ettiğinde Firavun “bana öyle bir mucize göster ki; senin dinine inanayım” der. O devirde sihir ve büyü pek meşhur olduğu için Hz. Musa, Firavun’un sihirbazlarıyla karşılaşmanın uygun olacağını düşünmüştür. Sihirbazlar karşılaşmanın ilk gününde Hz. Musa’yı alt etmişlerdir. Hz. Musa bunun üzerine gece vakti Tur Dağı’na gidip Tanrı ile konuşurken;
-“Rabbim” der, “Ben senin dinini yaymaya çalışıyorum. Ancak sen bugün beni sihirbazların karşısında mahcup ettin. Ben karşılaşmanın ilk raundunu kaybettim…”
Tanrı Musa’ya şu cevabı verir:
-“Ey Musa, mahzun olma. Ben sadece sana ders vermek ve Firavun’a da geçici bir sevinç yaşatmak için böyle yaptım. Firavun dün akşam uyumamak için kendisini sakalından tavana bağlayıp sabaha kadar, senin karşında sihirbazların başarılı olması maksadıyla bana yalvardı. Sen ise bütün işi bana havale edip, sabaha kadar yan gelip yattın. Unutma ki; ben sadece çalışana veririm. Üzülme, yarın sen galip geleceksin ve ben Firavun ile kavmini helak edeceğim…”

Ertesi gün olup, Firavun’un sihirbazları ellerindeki ipleri yere atarak yılan gibi oynatmaya başlayınca Hz. Musa elindeki asasını yere fırlatır ve asa birdenbire bir ejderhaya dönüşerek sihirbazların yılanlarını bir bir yutar. Firavun ise Musa’ya yine inanmaz ve “Şüphesiz sen çok yetenekli bir büyücüsün” der.

Firavun’un başarılı olarak gösterilmesi ne kadar doğrudur emin değilim ancak Allah’ın çalışana verdiğinden eminim. Çünkü bu konuda ayetler vardır Kur’an’da(Ör.bk. Şura/20). Emin olduğum bir şey daha var; o da Ülkücülerin ve Türk Milliyetçilerinin çatışmacı siyaseti halen bütün canlılığıyla sürdürdükleridir! Bu seferki çatışma, inanın 1980 öncesinden çok daha tehlikeli! Çünkü Ülkücüler şu anda birbirleriyle çatışıyorlar. Hem de kıyasıya ve bir daha birbirlerinin yüzüne bakamayacak derecede.

Sosyal medya, Ülkücülerin birbirlerine yapmış oldukları en ağır, en bayağı ve en aşağılık küfür ve hakaretlerle yıkılıyor! Bu öyle bir savaş ki; bu savaşta her türlü vuruş ve saldırı serbest. İşin üzücü tarafı ise, bir âkil Ülkücünün ortaya çıkıp duruma el koymaması, Ülkücüler arasındaki bu sanal savaşı bitirmeye çalışmamasıdır. Genelde Türk Milliyetçileri, özelde ise Ülkücüler, işte böyle birbirlerine karşı verdikleri “Ben senden daha iyi Ülkücüyüm, ben senden daha milliyetçiyim” savaşı içinde seçime gidiyorlar.

Halbuki; meydanda adına “Algı” denilen bir sürü siyasi sihir ve büyü var ve Ülkücüler, uzun yıllardır bu sihri çözecek, bu büyüyü bozacak bir Musa bekliyorlar! Oysa Ülkücüler bilmiyorlar ki; Firavun’a ve Haman’a karşı mücadele edecek Musa da içlerindedir, Harun da. Yeter ki görmesini, keşfetmesini ve etrafında kenetlenmesini becerebilsinler.

Hiç kimse kusura bakmasın ve ucuz siyasi polemik peşinde koşarak hakaretler yağdırmaya kalkışmasın; Milli Görüş'ün ve Türk Milliyetçiliği'nin son 50-60 yılda geçirmiş olduğu evrelere, atlatmış oldukları antidemokratik badirelere baktığımızda ve bu iki siyasi akımı birbiriyle kıyasladığımızda karşımıza, çalışanların sürekli kazandığı, çatışanların ise sürekli kaybettikleri şeklinde bir siyasi tablo çıkmaktadır. Çünkü demokrasilerde çatışanlar değil, çalışanlar iktidar olurlar. - tutankamun firavun yilan

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir