Atatürk ve Ekonomi: Kalkınma İçin Sanayileşme

Turgut Özal Üniversitesi’nde (Ankara) 10 Kasım 2014 tarihinde “Atatürk ve Ekonomi” konusunda bir konferans verdim. Bu konferansımdan bir özeti sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Büyük Önder Atatürk’ün ekonomi politikası, Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırılması hedefine yöneliktir. Bu uygarlık, zamanın  Avrupa  toplumlarının ulaştığı uygarlıktır. Atatürk’ün ekonomiye yönelik düşünceleri,  çağdaş kalkınma-sanayileşme  stratejilerine yön vermiş, ayrıca gelişme yolunda  olan ülkelerin örnek alabileceği önemli bir ekonomik model oluşturmuştur.

 

Atatürk, ekonomik bağımsızlık ve ekonomik istikrar ilkelerini savunmuş bir liderdir. Henüz İstiklal Savaşı kazanılmadan  söylemiş olduğu “…askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadî zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılan zaferler yaşayamaz, kısa zamanda söner” sözü ekonomiye  verdiği önemi gösterir.

 

Atatürk “iktisadiyatımıza önem vermek zorundayız” derken belirtmek istediği kalkınma ve sanayileşmedir.  Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşılması sanayileşme olmadan başarılamazdı. Bu görüşünü şöyle açıklamıştır: “Sanayileşme en ileri ve gelişmiş Türkiye’ye ulaşmak için en kısa yoldur. Vatan savunması buna bağlıdır.”

 

Atatürk tarımı ihmal etmeden sanayileşmeye  önem vermiştir. O yıllarda ekonomide tarımın ağırlığı bilindiği için sanayileşmenin başarısı için bu sektörün desteklenmesinin kaçınılmaz olduğu bilinmekteydi.  Atatürk’ün sanayileşerek kalkınma konusundaki görüşleri  Ziya Gökalp’ten etkilenerek oluşmuştur.

 

Atatürk’ün  ekonomi politikasındaki  hedefi  ekonomik kalkınmadır. Bu hedef, döneme egemen olan “milli iktisat” kavramında somutlaşmaktadır. Milli iktisat, zaferden önce yabancıların ve azınlıkların elinde bulunan ekonomik güçlerin yerli tüccarlara transfer edilerek yerli burjuvazinin yaratılmasıdır.

 

Atatürk, kalkınmanın dış borçla, karşılıksız para basılarak, ekonomik bağımsızlığı terk ederek ve ekonomik dengeleri gözetmeden gerçekleştirilmeye çalışılmasına  karşıdır.  Para değerinin istikrarına önem vermiş, ekonomi politikasında borçlanmanın  yeri olmamıştır. Büyük Önder borçlanmanın ekonomik bağımsızlığı zedeleyebileceği inancındadır.

 

Atatürk, özel girişime dayalı ama özel girişimin yeterli olmadığı alanlarda devletin yer aldığı, yabancı sermayeye karşı olmayan ancak bunun da milli çıkar çerçevesinde değerlendirildiği bir  ekonomi anlayışına sahiptir.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen temel ekonomi politikası ilke olarak  özel girişim eliyle serbest piyasa şartlarında sanayileşmektir. Devlet; özel girişimi desteklemiş,  özel sektörün yetersiz kaldığı, sektörü karlı bulmadığı alanlarda ekonomiye müdahale ederek yatırım yapmıştır.

 

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra geçen ilk 10 yılda özel girişime dayanan liberal bir ekonomi politikası izlenmiş,  sektör korunarak teşvik edilmiş, sanayileşmede bu kesime öncelik verilmiştir.  Fakat, İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen liberal çizgiye yakın politikalar beklenen sonucu doğurmamıştır. Özel teşebbüs istenileni verememiş, arzu edilen  sanayileşme gerçekleşmemiştir.

 

Atatürk bir konuşmasında “Herhalde devletin, siyasi ve fikri hususlarda olduğu gibi iktisadi işlerde de düzenleyiciliğini, ilke olarak kabul etmek uygun görülmelidir” diyerek devletin ekonomiyi düzenleyici işlevine dikkat çekmiştir. Devletin ekonomideki işlevinin önemi özellikle 1929 Dünya Ekonomik Krizi sonrasında ortaya çıkacak, John M. Keynes ile başlayan süreçte devletin ekonomide önemli bir rolü olduğu kabul edilecektir.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nde devletçilik ilkesini Başbakan İsmet İnönü, 30 Ağustos 1930 tarihinde Kayseri Sivas demiryolunu işletmeye açarken yaptığı konuşmada “mutedil devletçilikolarak açıklamıştır.

 

Bu ilke, 10-18 Mayıs 1931 tarihlerinde toplanan CHP  Üçüncü Kurultay’ında kabul edilmiştir. Daha sonra 1935’de CHP’nin Programı’na, 5 Şubat 1937 tarihinde de 3115 sayılı Yasa ile Anayasa’ya girmiştir.

 

Atatürk’ün devletçilik ilkesi  katı bir ideoloji olarak algılanmamalı ve dönemin ekonomik şartları göz önünde bulundurulmalıdır. Atatürk görüşlerini hiçbir zaman doktrinlerle sınırlamamıştır ama  böyle bir politika izlemeye yönelten bazı dış faktörler  vardır.

 

Bu faktörlerden en önemlisi, 1930’lu yıllarda merkezi planlı bir ekonomiye sahip olan Sovyetler Birliği’nin, Dünya Ekonomik Krizi’ni fazla hissetmemesi ve bu krizi Batılı ülkelerden daha rahat atlatmasıdır. Sovyetler Birliği’nin 1933 yılında merkezi planlamayı uygulamaya koyması, o zamanki yöneticileri önemli ölçüde etkilemiştir. Çünkü, o dönemde bu uygulama kapitalist sisteme bir alternatif olmuştur.

 

Ayrıca, ABD Başkanı Franklin  D. Roosvelt’in 1933 yılında çıkardığı Tennessee Vadisi Otoritesi’nin (Tennessee Valley Authority) kurulmasına ilişkin Yasa ile gelişmiş kapitalist ülkelerde ilk defa bölge planlaması uygulamasını başlatması önemli bir dış gelişmedir. Aynı tarihte Almanya’da iktidarı ele geçiren Adolf Hitler de, ülkesinde 4 yıllık bir planı yürürlüğe koyarak işsizlikle mücadeleye başlamıştır.

 

Aslında devletçilik ilkesi, Osmanlılar zamanında da uygulanmış ve özellikle  İkinci Meşrutiyet’ten (1908) sonra devlet, bir çok sanayi işletmesi kurarak işletmişti. Cumhuriyet döneminde devletçilik politikası çerçevesinde hazırlanan ve dünya kapitalist sistemi içinde ilk uygulamaya konulan Türk Sanayi Planlarının, Sovyetler Birliği’ndeki ekonominin her sektörünü kapsayan merkezi planlar ile bir benzerliği yoktur.

 

Devletçi politika izlenerek ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmeye çalışıldığı 1933’den sonraki dönemde  özel kesim korunmuş ve teşvik edilmiştir. 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu, 15 yıl için yürürlükte olduğu için 1942 yılına  kadar özel sektör bu Yasa çerçevesinde teşvik edilmeye devam edilmiştir. Ülkede piyasa ekonomisi kuralları geçerlidir ve temel ilke yine özel girişimin gelişmesidir.

 

Atatürk’ün ekonomi politikası değerlendirilirken Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Anlaşması uyarınca 1928 yılına kadar  gümrükleri düzenleme yetkisinin olmadığı göz önüne alınmalıdır. Bu sebeple Türkiye 1928 yılına kadar zorunlu olarak serbest dış ticaret  politikası uygulamıştır. Bu sebeple  dış ticaret açık vermiştir.

 

Gümrük korumasına geç başlanılmasının sebebi, Lozan Barış Anlaşması’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin gümrük tarifelerini 5 yıl süreyle 24 Ağustos 1928 tarihine kadar 1 Eylül 1916 tarihinde olduğu seviyede tutma yükümlülüğüdür.

 

Buna rağmen Hükümet yerli sanayicilerin üretimini iç vergilerden muaf tutarak,  prim ödeyerek, ucuz kredi sağlayarak, ithal malları üzerine tüketim vergisi koyarak onları korumuş ve Ekim 1929’da da  “spesifik tarifeler” uygulayarak etkili bir koruma sağlamıştır. İthalattan alınan vergilerin oranı Ekim 1929’da %26 iken,  oran bir yıl sonra %38’e yükseltilmiştir.

Cumhuriyetin 91 yıllık uygulamasında O’nun yönetimdeki 15 yıllık Atatürk dönemi, dünya ekonomik krizine, kıt  ekonomik kaynaklara, yetersiz sermaye birikimine, yetişmiş insan gücü kıtlığına, alt yapının  eksikliklerine, içerdeki  ve dışardaki olumsuz siyasi gelişmelere rağmen, ekonominin en istikrarlı gelişme dönemi olmuştur.

 


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir