197… yılında uluslararası bir toplantı için Türkiye’yi temsilen Afganistan’ın başkenti Kabil’e gitmiştim. Türkiye’ye verilen değeri göstermek için beni Amanullah Han’ın sarayına yerleştirdiler. Saray dedimse, bizim Anadolu’da bulunan sıradan evler gibi bir yapı. Bir sabah yanık bir kaval sesiyle uyandım. Pencereden dışarı baktığımda karşıdaki duvarın dibinde yere çömelmiş bir ihtiyar gördüm. Kavalı o çalıyordu. Hemen giyinip yanına vardım.
-Hayırdır baba” dedim, “ne yapıyorsun burada?”
İhtiyar doğruldu ve sarayın önündeki gönderde asılı Türk Bayrağını eliyle göstererek;
-“Bu bayrağın sahibi kadın efendi sen misin?”
-“Benim baba” dedim,”ne oldu ki?”
Adam birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağlaması biraz geçince konuşmaya başladı:
-“Ben bir Özbek Türküyüm. Çok uzaklarda çobanlık yapıyorum. Duydum ki; Türkiye’den bir kadın efendi gelmiş Kabil’e. Burada kalıyormuş. İstedim ki; ona kendi ellerimle keçilerimden sağdığım sütten ikram edeyim. Bulamayacağım diye çok korkmuştum. Allah’a şükürler olsun seni buldum. Kavalımla da seni uyandırmak istedim…”
Sonra yine gönderde dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızı göstererek dedi ki;
-“Bu bayrak, Türkiye’de dalgalandıkça biz burada yitip gitmeyeceğiz!”
İhtiyarın bu sözleri yüreğime işlemişti. Ben de ağlamaklı oldum.
Kabil’de kaldığın süre boyunca bu yaşlı Özbek, her sabah erkenden geldi ve kavalıyla beni uyandırdı ve bana taze süt getirdi!
…
Yukarıdaki anı, Milli Kütüphane Eski Müdürü Dr. Müjgan Cumbur’a aittir ve Yavuz Bülent Bakiler’in “Türkistan Türkistan” isimli kitabında bulunmaktadır. Anıyı aklımda kaldığı kadarıyla yazdım. Tekrar kitaba bakmaya da gerek duymadım. Bu sebeple Müjgan Cumbur’un seyahat tarihini de kesin olarak hatırlayamadım ama hatırladığım kadarıyla 1970’li yıllardı. Söz konusu kitabı ise galiba 15-16 sene önce okumuştum. Kitapta yukarıdakine benzeyen şekilde, yani insanı yürekten vuran, ciğerden yaralayan birçok hatıra ve hadise vardır. Gördüğünüz gibi 15-16 sene önce okuduğum bir hatırayı, yarım yamalak da olsa hala hatırlıyorum ben. Çünkü bu hatıra ve hadiseleri kimi zaman gözlerim yaşararak, kimi zaman da sarsıla sarsıla ağlayarak okumuştum. Şimdi özetlerken nedense yine gözlerim doldu…
Beni Ağlatan Adam Ellerinden Öpüyorum Senin!
1998 yılının ilk günlerinde babamı yitirmiştim. Cenazesinin başında uzun süre ağladığımı hatırlıyorum. Çünkü arkamdan koskoca bir dağın aniden kayıp yok olduğu hissine kapılmıştım. 38 yaşında iki çocuk sahibi kazık kadar bir heriftim ama nedense o anda çok zayıf ve korunmaya muhtaç bir çocuk gibi yapayalnız kaldığımı düşünmüştüm dünyada. Meğer benim 80’lik babam ne yiğit bir adam, ne büyük bir kuvvetmiş benim için. İşte o hüzün günlerini takip eden günlerde okumuştum Yavuz Bülent Bakiler’in “Türkistan Türkistan” ve “Üsküp’ten Kosova’ya” isimli eserlerini. Nedense her iki kitabı da ağlayarak okumuştum o günlerde. Gerçi şimdi olsa yine ağlarım herhalde. Bana göre; Yavuz Bülent Bakiler’in bu iki kitabı, iki büyük hazinedir. Elbette kıymetini bilene.
Kitapları okuduktan sonra oturdum Yavuz Bülent Bakiler’e yanılmıyorsam “Beni Ağlatan Adam Ellerinden Öpüyorum” başlıklı uzunca bir mektup yazdım. Aradan kısa bir süre geçmişti ki; iş telefonum çaldı. Arayan Yavuz Bülent Bakiler idi. İlk sözü direk “Ben de senin ellerinden öpüyorum” oldu. Doğrusu çok utanmıştım. Zira koskoca Yavuz Bülent Bakiler, benim ellerimden öptüğünü söylüyordu. Ne diyeceğimi bilememiştim o sırada. Belki de “Estağfurullah üstadım. Siz bizim büyüğümüzsünüz” diye kekelemiştim, başka uygun laf bulamadığım için! “Olsun dedi” Yavuz Bülent Bey, “Bu iş yaşla alakalı değil, başla ve ortaya konulan şeylerle alakalıdır. Bu mektup bundan sonra benimdir. İstediğim yerde kullanabilirim değil mi…” diyerek bir onur daha tevdi etti bize. “Elbette sizindir” dedim, “İstediğiniz yerde ve zamanda kullanabilirsiniz. Zira ben, bir babam öldüğünde ağladım, bir de sizin kitaplarınızı okuduğumda ağladım. Bana düşen, Türkçeyi beni ağlatacak derecede güzel kullanan sizin gibi birisinin elini öpmektir. Saygılar sunuyorum…”
Yavuz Bülent Bakiler: Atatürk ‘Bütün Kemaller Eşektir’ demiştir!
O tarihten sonra hep saygı duydum kendisine. Gerçi daha önce de gıyaben tanıyordum kedisini. Özellikle üniversite yıllarında “Yalnızlık” ve “Duvak” isimli şiir kitaplarını okumuştum üstadın. Ancak kendisine duymuş olduğu sevgi ve saygı geçtiğimiz 6-7 Kasım 2014 gecesi sıfırlanmıştır! Zira Yavuz Bülent Bakiler, 6-7 Kasım 2014 gecesi hem de yandaş medyanın bir parçası olan ve “Alo Fatih” yöntemiyle yayın yapan Habertürk TV’de yayınlanan “Öteki Gündem” isimli programda bu ülkenin kurucusu Atatürk hakkında öyle laflar etti ki; bu laflarıyla değme Atatürk düşmanlarına taç çıkarttırdı!
O gece sanki, Atatürk hakkında yıllardır içinde biriktirdiği kini kusar gibiydi Yavuz Bülent Bakiler. Aynı televizyon kanalında ertesi günü (7 Kasım) gündüz kuşağında da yayınlanan programda neler söyledi neler! Sanki karşımda bir zamanların hızlı Ülkücüsü Yavuz Bülent Bakiler değil de Rıza Nur veya Kadir Mısıroğlu konuşuyor gibiydi. Bakar mısınız lütfen hazretin söylediği şu laflara:
“Biliyor musunuz Atatürk’ün Kemal ismi ile ilgili açıklamasını. ‘Bütün Kemaller eşektir’ diyor Atatürk. Açsınlar ‘Atatürk’ün Uşağı İdim’ isimli kitabı okusunlar. Cemal Granda yazmış. Cemal Granda, Atatürk’e 12 yıl hizmet eden adamdır. Onun kitabı Hürriyet yayınları arasında çıktı. Atatürk bir gün Çankaya’da etrafında bulunan kimselere demiş ki; ‘Ben ismimi Kamal yapıyorum. Bütün kemaller eşşektir’ demiş. Atatürk sandı ki; böyle söyleyince Türkiye’deki bütün Kemaller isimlerini Kamal olarak değiştirecek. Hiç kimse Kamal ismini almadı. Hatta, burada var, isterseniz gösterelim (kitabı eline alarak gösteriyor); Kemalizm’i, Kamalizm diye yazdılar, ortaya koydular. Ne zaman çıkmış bu kitap, 1936’da çıkmış. Atatürk’ün nüfus cüzdanında ismi Kamal’dır. Atatürk, Mustafa ve Kemal isimlerini katiyyen benimsemedi, sevmedi. Mustafa’yı M olarak kullandı, Kemal’i de Kamal yaptı.
Atatürk ismini sevdi. Gerçekten Atatürk ismi de güzel bir isim. Ama dediğim gibi, kendisinden başka hiç kimse, Türkiye’de 1934-35 yılından bu güne kadar Kamal ismini almadı. Ne demek Kamal, Kemal ismi varken, Kamal’a gerek var mı. Ölünceye kadar Kamal kaldı. Atatürk’ün nüfus cüzdanında ismi Kamal’dır. Ve Atatürk gerçekten bütün Kemalleri eşeklikle suçlamıştır. Düşünebiliyor musunuz; Yahya Kemal eşek, Behcet Kemal eşek, Namık Kemal eşek, kim eşek değil? Atatük Kamal ismi…(mırın kırın ederek geçiyor burasını. Belli ki “sadece Atatürk eşek değil!” demeye getiriyor lafı).
(sunucunun Kemal’in ne sakıncası var şeklindeki sorusuna karşılık)Arapça olduğu için hanımefendi. Arapça ismi taşımak istemiyor Atatürk, sevmiyor. Sevmesin sevmediği kadar. Ama Atatürk sevmiyor diye ben de Kemal isminin karşısına mı dikilip durmalıyım. Hayır; istediği kadar adını Kamal diye değiştirsin (sunucunun yakınları da Kamal diye mi sesleniyordu sorusuna cevaben), tabi tabi Kamalizm dediler. Katiyen Kemal ismini kullanmadılar. Atatürk demiş olsaydı ki; bulunmuş olduğu mecliste ‘arkadaşlar, iki kere iki 179 eder’. Bir tek kişi ama bir tek kişi ‘paşam acaba iki kere iki dört etmez mi’ diye bir soru soramazdı Atatürk’e, katiyyen katiyyen! Etrafında bulunan kişiler ‘Evet paşam, iki kere iki gerçekten 179 eder’ diye onu tasvip etmişlerdir, tasvip ederlerdi. O bakımdan kimse Kamal ismine itiraz etmedi. Ama Kamal ismi de sadece Atatürk’ün nüfus cüzdanında kaldı!”(1).
Gördüğünüz gibi çelişkilerle ve birbirini nesheden cümlelerle dolu açıklamalar yapıyor Yavuz Bülent Bakiler. Hem Atatürk’ü hâşâ ilah seviyesinde bir diktatör olarak gösteriyor, hem de bu diktatörün almış olduğu “Kamal” isminin, Türkiye’de kendisinden başka hiç kimse tarafından benimsenmediğini söylüyor. Bu nasıl diktatördür ki; 1980’lerin Bulgaristan Diktatörü Totor Jivkov kadar bile dirayeti yok! O Todor Jivkov ki; ülkesindeki bütün etnik azınlıkların Bulgar isimleri almasını zorunlu kılmıştır.
Hem kim bu Cemal Granda? Söyledikleri ne kadar objektif? Adı üstünde bir uşak! 12 yıl boyunca Atatürk’ün ziyafet sofralarından sofracılık yapmış. Tabiri caizse Atatürk’ün ziyafet sofralarının artığını sıyırmakla, artan kemikleri yalamakla meşgul olmuş bir zat. Atatürk’ün vefatından sonra ‘mahrem bilgileri yazmaması’ için uzun süre Emniyetin gözetiminde kalmış, arkasından bir yolunu bulup Zonguldak’ta anılarını derlemiş. Bizim gözümüzde Atatürk’e yapmış olduğu hakaretler, iftiralar ve yalan isnatlardan oluşan kitaplar yazan Rıza Nur’dan hiçbir farkı yoktur. Yavuz Bülent Bakiler gibi bir adamın, Çankaya’da uşaklık yapan Cemal Granda’nın yazdıklarından hareketle ileri geri değerlendirmeler yapması ne kadar yakışıksız bir durumdur. Üstelik de Atatürk’ün 76. ölüm yıldönümünde!(2).
Millet Arap Oğlunun Yediği Yaveleri Görsün Diye…
Aynı programda, program sunucusu Pelin Çift’in bir izleyici sorusunu kasıtla “Mustafa Şahin demiş ki; ‘İnkılapla ilgili olarak aslında dinden soğutma gayesi de güttüğü üzerine bir konuşma geçti ya, siz böyle bir yorum yaptınız ya; diyor ki; ‘Atatürk’ün Kur’an’ı Türkçe meal ettirmesi bir devrimdir, bunu neden hatırlamıyor” şeklindeki sorusu üzerine dedikleri ise tam bir fecaat Yavuz Bülent Bakiler’in. Bakar mısınız lütfen:
“Atatürk, Kur’anı- neden Türkçeye çevirdi acaba biliyor mu bu arkadaş? (sunucunun ‘neden çevirdi hocam, siz söyleyin’ şeklindeki talebi üzerine) Kâzım Karabekir ve Atatürk’ün arasında geçen bir konuşma var. Lütfen o konuşmada Atatürk’ün o konuda ne söylediğini araştırsın ve öğrensin bu arkadaşımız. Ben burada söylersem bir takım kimseler hop oturup, hop kalkacaklardır yerlerinden. Çünkü tenkide tahammülümüz yok bizim. Ama Atatürk’ün Kazım Karabekir Paşa’ya Kur’an’ı tercüme ettirdiği zaman söylediği bir cümle var; çok mühim bir cümledir o. Onu öğrensin o arkadaşlarımız.
Siz ısrar ederseniz söyleyebilirim (sunucunun ‘söyleyin’ demesi üzerine). Söyleyeyim, diyor ki Atatürk; ‘Karabekir, Kur’an-ı Türkçeye çevirttirdim; millet okusun ve o Arap oğlunun, Peygamber’den bahsediyor, o Arap oğlunun ne yaveler yediğini görsün’ diyor. Atatürk’ün Kur’an-ı Türkçeye çevirmesinin başında bu geliyor! Eğer isterseniz, ben beraberimde getirdim, Atatürk zamanında okutulan dört ciltlik tarihimiz vardır, o tarihte İslamiyet’le ilgili, Peygamberle ilgili söylenenleri burada size okuyabilirim; ‘Muhammed kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine vatandaşlarını davet etmeye başladı, bunun ismi İslam’dır’ diyor. (Sunucunun ‘ne malum bunun doğru olduğu’ şeklindeki sorusu üzerine) Ben size kitap göstereyim, tarih kitabı bu, bunu devrin en önemli şahısları yazmışlar. 1931 yılında devlet matbaasında basılmış…”(3).
Kâzım Karabekir ile Atatürk arasında geçtiğini söylediği konuşmanın kaynağı kim? Muhtemelen yine Kâzım Karabekir. Peki Kâzım Karabekir kim? Kim olacak; cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Atatürk’le arası açılmış, Atatürk tarafından kenara itilmiş, 1924 yılında kurduğu parti (Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası) bir yıl sonra kapatılmış, 1926 yılında vuku bulan suikast girişiminden (İzmir Suikastı) dolayı idamla yargılanmış, ancak berat etmiştir. 1927 yılında milletvekilliği görevi sona erdikten sonra 10 yıl süreyle, yani 1937 yılına kadar sürekli takip ve gözetim altında tutulan 84 kişilik muhalifler grubunun başında yer almış, bu süre zarfında inzivaya çekilerek bazı kitaplar yazmış ancak yazmış olduğu “İstiklal Harbimiz” isimli kitap toplatılarak yakılmıştır. Özetle; Kâzım Karabekir, İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesine kadar aktif siyasetin dışında tutulmuş bir Atatürk muhalifidir. 26 Ocak 1939 seçimlerinde İstanbul Milletvekili seçilerek ancak aktif siyasete dönebilmiş birisidir. Bu sebeple, onun konuya ilişkin sözlerine itibar edilemez.
Yavuz Bülent Bakiler Yalan Yanlış Bilgilerle Milleti İfsat Etmektedir!
Cumhuriyet döneminde hazırlanan ilk Kur’an Mealleri ise yanlış bilmiyorsam Ömer Rıza Doğrul tarafından 1934 yılında “Tanrı Buyruğu” adıyla yayınlanan kitap ile Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tarafından 1935 yılında hazırlanan ve halk arasında “Elmalı Tefsiri” olarak da bilinen “Hak Dini Kur’an Dili” isimli meal ve tefsirdir(4). Muhammed Hamdi Yazır’ın ise eserini Atatürk’ün talebi ile ve devlet bütçesinden ayrılan tahsisatla, yani devlet adına yazdığı bilinmektedir.
Aslında Atatürk, tefsir hazırlama görevini Muhammed Hamdi Yazır’a, Kur’an Meali hazırlama işini de Mehmet Akif Ersoy’a vermiş, Muhammed Hamdi Yazır, verilen görevi yerine getirdiği halde, Mehmet Akif Ersoy bu görevi yerine getirmemiştir/getirememiştir. Bu görev üzerindeyken Mısır’a gitmiş, uzun süre de orada kalmıştır. Daha sonra bu görevi de Muhammed Hamdi Yazır yerine getirmiştir. Öte yandan; damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından 1934 yılında yayınlanan “Tanrı Buyruğu” isimli mealin, en azından bazı bölümlerinin Mehmet Akif Ersoy’a ait olduğu konusunda ciddi iddialar da bulunmaktadır.
Bu sebeple biz, Yavuz Bülent Bakiler’in bahsetmiş olduğu Kur’an Meali’nin, Muhammed Hamdi Yazır tarafından 1935 yılında hazırlanan “Hak Dini ve Kur’an Dili” isimli meal ve tefsir olduğunu kabul ediyoruz ki(5); bu tarihlerde Atatürk ile Kâzım Karabekir adeta düşman derecesinde dargındırlar; İzmir Suikastı gerekçe gösterilerek “idam” cezası istemiyle yargılanan ve sonra da berat eden Kâzım Karabekir, yakın gözetim ve denetim altındadır. Bu sebeple Yavuz Bülent Bakiler’in dediği gibi; Atatürk’le bir araya gelip Kur’an Meali üzerinde değerlendirme yapmaları mümkün değildir. Dolayısıyla; en azından bize göre, Yavuz Bülent Bakiler’in konuya ilişkin sözleri, herhangi bir gerçeklik değeri olmayan, yalan ve yanlış bilgilerden ibarettir. Kendisine de hiç yakışmamıştır!
Bu itibarla; Allah senin iyiliğini versin Yavuz Bülent Bakiler! Doğrusu sıfırladın kalbimde sana karşı duymuş olduğum bütün sevgiyi, saygıyı ve muhabbeti. Değer miydi doğruluk dereceleri tartışmalı kitaplardan hareketle hiç bunları anlatmaya. Değer miydi AKP hükümetine yaranma adına hiç mümtaz isminize leke sürmeye. Geçenlerde “Cumhurbaşkanlığı Kültür Büyük Ödülleri Dağıtım Töreni”nde Tayyip Bey’in bulunduğu sahnede gördük sizi. Siz de Tayyip Bey’in elinden ödül alanlardan mısınız yoksa? Yeni açılan özel Süleyman Sah Üniversitesi’nde Türkçe okutmanı olarak çalışmaya başladığınızı duyduk; kimindir bu üniversite? Yoksa bir yerlere ve birilerine diyet borcunuzu mu ödüyorsunuz Atatürk’e saldırmakla?
Bu Ne Perhiz Bu Ne Lahana Turşusu!
Üstelik çalıştığınız üniversitenin bağlı bulunduğu “Sistem Eğitim ve Kültür Vakfı”nın senedinde vakfın amacı şöyle açıklanmış: “Vakfımız, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtilen ilkeler doğrultusunda ulusumuza ve bütün insanlığa faydalı bireyler kazandırmak idealiyle kurulmuştur. Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda, ulusumuzu çağdaş ve muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmak temel amacımızdır.”(6). Benzer cümleler çalıştığınız üniversite tanıtılırken de kullanılmış ve şöyle denilmiştir: “Ülkemizin seçkin müteşebbis ve akademisyenlerinin bir araya gelmeleri ile oluşan vakfımızın temel amacı; Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda, ulusumuzu çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmaktır.”(7).
Çalışmakta olduğunuz üniversitenin ve üniversitenin bağlı bulunduğu vakfın amaçları ile sizin içinde bulunduğunuz ruh haline ve Atatürk hakkında takındığınız menfi tavra bakınca ister istemez şu soruyu soruyoruz kendi kendimize: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
Sahi nedir kuzum sizin bu Atatürk’le alıp veremediğiniz? Hatırlıyorum; bu senenin başında da Yalova’da “Türkçe” üzerine vermiş olduğunuz bir konferansta “M. Kemal hakkında 93 kitap okudum. İstiklâl Savaşının tartışmasız lideri. Ama okuyorum ve görüyorum, birçok yanlışlar yaptı. Dil meselesinde yerden göğe kadar yanlış yaptı. Atatürk dilde inkılâp yapmak istedi. Dilde ve dinde inkılâp olmaz ” şeklindeki sözlerin gölgesine sığınarak size yakışmayacak tarzda bir sürü geyik muhabbeti yapmıştınız. Hiç gereği yok iken laflarınızın arasına “Atatürk’ü, Vahdeddin Anadolu’ya gönderdi. Bandırma vapuru, pusulasız, su alan değil, devrin en güzel, en modern vapurlarından birisi. Yalnız başına Samsun’a çıkmadı, yanında 18 kurmay subay vardır…” gibi sözler sıkıştırmak suretiyle gereksiz yere bir sürü zevzeklik etmiştiniz(8).
Seninle Ülküdaş Değiliz Artık!
İnternete bakıyorum; Yavuz Bülent Bakiler’in hem de iki eliyle yapmış olduğu “Bozkurt” işaretli fotoğrafları var. Bu nasıl Bozkurtluktur ki; Bozkurt remzini hem de kurmuş olduğu partinin flamasında olmak üzere ilk defa kullanan adam olan Atatürk’e düşmanlık hisleriyle doludur! Bence hiç bir Ülkücü Atatürk’e düşman olamaz. Şu halde Yavuz Bülent Bakiler artık Ülkücü filan değildir. O, benim gözümde bir Türkücüden ibarettir artık! Hem de Arap’ın “Ya lellisi”ni çalıp söyleyen bir Türkücü. Neymiş efendim; Mustafa Kemal Atatürk, Arapça sevmediği için Hz. Peygamber’in de adı olan “Mustafa” ismini “M” olarak kısaltarak kullanmış, “Kemal” ismini de “Kamal” yapmış! Nereden öğrenmiş Yavuz Bülent Bakiler bunu? Atatürk’ün uşağı olan Cemal Granda’dan!
Neymiş efendim, Atatürk, Kazım Karabekir’e, Hz. Peygamber için “Arabın oğlu” demiş. Nereden öğrenmiş bunu? Atatürk’ün siyasi muhalifi de olan ve kurmuş olduğu partinin tüzüğünde dine atıflar bulunan, yani dini siyasete alet edeceği zahir olan Kâzım Karabekir’den! Efendim neymiş; “Muhammed kendi bulduğu ve doğruluğuna inandığı bir dine vatandaşlarını davet etmişmiş”. Nereden öğrenmiş Yavuz Bülent Bakiler bu bilgiyi? Devrin önemli simaları tarafından yazılan ve 1931 yılında yayınlana 4 ciltlik bir tarih kitabından!
Bir an için bu iddiaların doğru olduğunu varsayalım. Peki Hz. Peygamber’e “Arap’ın oğlu” ya da “İbn-i Arap” demenin ne sakıncası vardır? Biz kabul etmiyoruz ama sizler, Hz. Peygamber’in Arap soylu olduğunu kabul eden insanlar değil misiniz? “Türk evladı”, “Türk oğlu” demekten gocunmuyorsunuz da “Arap oğlu” demekten neden alınıyorsunuz? Büyük Mutasavvıf “Muhyiddinî Arabî” için “İbn-i Arabî-Arabın Oğlu” derken bir şey olmuyor da Hz. Peygamber için “İbn-i Arabî-Arabın Oğlu” deyince neden ayağa kalkıyorsunuz? “Arap” ve “Arabın Oğlu” olmak sizin gözünüzde kötü bir şey midir?
Peki; “Muhammed kendi bulduğu dinin doğruluğuna inandı ve vatandaşlarını bu dine davet etti” sözündeki sakınca nedir? Evet, Hz. Peygamber’e ilk vahiy Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda gelmiştir. O da şehre dönüp bu bilgiyi önce yakın akrabalarıyla, arkasından da bütün Mekke ahalisiyle paylaşmıştır. Cümledeki “buldu” fiiline takılıp kalırsanız işin içinden çıkamazsınız. Ben, şahsen bu cümleyi “Muhammed İslam Dini’yle müşerref oldu, bu dinin doğruluğuna önce kendisi inandı ve inandığı bu dine vatandaşlarını davet etti” şeklinde algılıyorum. Peki siz, neden ille de bu cümleden Atatürk aleyhine olmak üzere delil üretmeye çalışıyorsunuz efendim. İnsan, önce kendi davasının doğruluğuna kendisi inanacak ki; başkalarını da inandırabilsin. Hz. Peygamber de zaten böyle yapmıştır.
Üstelik bu cümlenin Atatürk’e mi, yoksa kitabın yazarlarına mı ait olduğunu bile söylemediniz açıklama yaparken. Bütün derdiniz “Muhammed” kelimesinin başına “Hz.” sıfatı, sonuna da “S.A.V” kısaltması konulmaması ise bunu kendinize dert etmeyin lütfen; ne dünkü Araplar bu kelimenin başına ve sonuna bu türlü eklemeler yapmışlardır, ne de bu günkü Araplar “Muhammed” kelimesini bu türlü eklemeler yaparak zikrediyorlar. Bu tür eklemeler, sadece biz Türklere hastır. Araplardan bir kısmı “Muhammed” kelimesini belki başına veya sonuna “Resulullah-Allah’ın Resulü” sıfatını getirerek kullanıyorlardır; hepsi bu…
Bu konuda aksini savunanlara ve bu savunmalarında ısrar edenlere söyleyeceğimiz son söz şudur: Hadi canım sen de. Varsın Atatürk’ün Uşağı ve kemik yalayıcısı Cemal Granda sizin olsun, bize Mustafa Kemal Atatürk yeter. Ruha şad olsun…
_____________
1-https://www.youtube.com/watch?v=UIsAHG0BW9c,
2-10 Kasım 2014 akşamı Habertürk TV’de yayınlanan “Türkiye’nin Nabzı” programında program sunucusu Didem Aslan Yılmaz’ın konuyu gündeme getirmesi üzerine Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu iddiayı dile getirenleri alaya alırcasına ve kendine has kahkahasıyla uzun uzun güldükten sonra şu anlamda laflar etti:
“Atatürk, (Arapçaya düşman olduğu için ve Kemal ismini sevmediği için değil) ‘Büyük Sesli Uyumu Kuralı’na uygun olsun diye ‘Kemal’ ismini ‘Kamal’ şeklinde değiştirmiş, bazı CHP broşürlerinde de bu Kamal ismi geçmiştir. Ancak bu tutmamıştır. Tutmadığı için de sonradan vazgeçilmiştir. Cemal Granda’nın yazdıklarına itibar edilemez.”
3-https://www.youtube.com/watch?v=lrThetdKuZw (Yave=Saçma, ö.s.)
4- ‘an_mealleri,
5- M.Hamdi Yazır, tefsir hazırlama görevini 1926 yılında üstlenmiş ve bu iş 1938 yılına kadar devam etmiştir. 4 nolu dipnotun işaret ettiği bilgilere bakılırsa bu kitabın bazı ciltlerinin ilk defa 1935 yılında yayınlandığı anlaşılıyor.
6-
7-http://www.ssu.edu.tr/?universitemiz_genel
8- ,