TBMM’ni dolduran milletvekillerinin görevi nedir? Halk onları niçin seçmiştir? Açlık sınırının altında yaşayan insanların çoğunluğunu oluşturduğu bu ülkede, vekiller aldıkları parayı hak ediyorlar mı?
Devlet ne için, kimin için vardır?
Hükümet ne için, kimin için vardır?
Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar hangi amaçla o koltuklarda otururlar?
Bu sorularımızın yanıtını şimdi Yüce Önder Atatürk’ten alalım:
“Bir hükümet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükümetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, Hükümetten gaye nedir?” bunu düşünmek lazımdır. Hükümetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını (rahatlık) temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükümet iyi, edemeyen fenadır. (1923)
Hükümetin varlığının sebebi, memleketin asayişini, milletin huzur ve rahatını temin eylemektir. Bütün memlekette gerçek bir asayiş (güvenlik) hâkim olmalıdır. Millet, büyük bir huzur ve emniyet içinde müsterih (kaygısız, huzurlu) bulunmalıdır. Memleketimizin herhangi bir köşesinde halkın emniyetini, devletin bütünlük ve asayişini bozmaya kalkışanlar devletin bütün kuvvetlerini karşılarında bulmalıdırlar…”(1923)
Ata’mız, iyi bir hükümetin “Nasıl olması gerektiğini” bu sözleriyle, kuşkuya yer vermeyecek şekilde, açık seçik ortaya koymuştur…
Buna göre iyi bir hükümet:
“Milleti korur, milletin rahat ve huzurlu olmasını, güvenliğini sağlar. Devletin ve halkın güvenliğini, huzurunu bozmaya kalkışanlar devletin tüm güçlerini karşılarında bulurlar…”
Peki, bugünkü hükümet milletin “rahat ve huzurlu” olmasını sağlıyor mu? Milletin güvenliğini bozmaya kalkışanlara karşı devletin tüm güçlerini kullanıyor mu? Hayır…
Kesinlikle hayır… Tam tersini yapıyor!…
Vatanı bölmeye, milletin güvenliğini bozmaya kalkışanlarla görüşmeler yapıyor, muhalefetin de desteğini alarak, birlikte vatanı parçalamak için planlar, programlar düzenliyor…
Kürt açılımı uğruna PKK’nın askerlerimizi, vatandaşlarımızı öldürmesine, bayraklarımızı yakıp, direklerden indirmesine göz yumuyor. Onları Kuzu kuzu seyrediyor… Ya da seyretmek zorunda kalıyor…
İçişleri Bakanı da Terör örgütü karşısındaki bu acizliğini şu sözlerle açıkça ortaya koyuyor:
“Çözüm Sürecinde insiyatifi kaybettik. Şehirlere hâkim oldular…”
ADAMA SORMAZLAR MI O ZAMAN:
“Peki, sen necisin? Senin görevin ne? Halkının huzurunu, güvenliğini sağlayamayacaksan neden o koltuğu işgal ediyorsun? Sen “İstifa” denilen bir kurumun adını duymadın mı hiç? İstifa etmek için daha neyi bekliyorsun?
Bir başka bakan da son Ermenek faciasında, çalışma koşulları tehlikeli ve sakıncalı olan madenlere niçin ruhsat verildiğini soran gazetecilere, “Biz buralara ruhsat vermeyeceğiz ya da iptal edeceğiz ama araya 40-50 adam geliyor, ne yapalım” diyor…
Yani en yetkili kişi, yani bir bakan hatırla gönülle, rüşvetle iş yapıldığını anlatmaya çalışıyor…
Aynı Bakan Faruk Çelik, daha önceleri, 30 Ekim’de, Vatan gazetesinden Murat Çelik’e yaptığı açıklamada şu itiraflarda bulunmuştu:
“Bakın ben geçenlerde İstanbul’daki asansör olayında da söyledim bunu. Acı gerçekler var. İmar rantı yok mu bu memlekette? Ben bunları söyleyince bazıları tepki gösteriyor ama kimse kusura bakmasın. Sözlerim nereye gidiyorsa gitsin. Belediyeye ise belediyeye, bakanlığa ise bakanlığa, kendi bakanlığıma ise kendi bakanlığıma. Bu kadar da açık konuşuyorum. İnsanlar ölüyor, içimiz yanıyor. Bazı şeylerin açık açık konuşulması gerekmiyor mu?”
Sorunlar konuşmayla, itiraflarla çözümlenmiyor Sayın Bakan… Sorunlar ve ölümler alınacak çağdaş önlemlerle, uygar çalışma koşulları ve ortamı yaratılarak önleniyor… Gücün yetmiyorsa, beceremiyorsan koltuğu terk edersin… Yapamayan gider, yapan gelir…
Bu konuşmanın ardından, Fox TV muhabiri bir bayan arkadaşımız, bu kez, bakanın bu suç teşkil eden demecini Bakan Taner Yıldız’a soruyor ve aralarında şu konuşma geçiyor:
Muhabir:
“Faruk çelik, 50 kişi araya giriyor diyor, bu olay nedir?”
Bakan Yıldız yanıt veriyor:
“Arkadaşlar, şimdi biz işimize bakalım. Yani sizin söylediğiniz, 18 kardeşimizden daha mı değerli?
Muhabir:
“Önemli değil ama öncesinden başlayarak…”
Bakan:
“Bunları konuşacağız sonra…”
Muhabir:
“Ruhsat verilmemeliydi dedi bakanımız…”
Bakan:
“Şu anda ben bir yere odaklandım. Bunu anlatabildim mi size? Yeterince anlatabildim mi?”
Muhabir:
“Sorular sonra mı?”
Bakan:
“Şu anda 18 tane kardeşimize odaklandık…”
KEŞKE BU ODAKLANMA İŞİNİ FACİADAN SONRA DEĞİL DE DAHA ÖNCEDEN YAPSAYDINIZ DA 18 CANIMIZ, CAN KARDEŞİMİZ TELEF OLMASAYDI SAYIN BAKAN…
Bütün bu itiraflar karşısında sormak hakkımız değil mi şimdi bizim?
“Madenler çöküyor, ocakları su basıyor, asansör faciasında ölümler yaşanıyor… Ben işçimin can güvenliğini sağlayamıyorum…” deyip neden çekip gitmiyorsunuz?
Beceremiyorsanız, çalışanların ölümüne engel olamıyorsanız, neden hâlâ o makamları işgal ediyorsunuz? Japon yapıştırıcı ile mi yapıştınız koltuklarınıza?
Uygar ülkelerde her an işleyen, yürürlükte olan “İSTİFA” kurumu diye bir kurum vardır Sayın Bakan… Niçin onu çalıştırmıyorsunuz? Yoksa sizin sözlüğünüzde böyle bir sözcük yok mudur? Yoksa böyle bir kurumun adını hiç duymadınız mı, varlığından haberiniz yok mu?
Bir yanıt yazın