Ölüm… Ölüm… Ölüm…
Kan… Gözyaşı, zulüm…
İnsanlarımız çile çekiyor… İnsanlarımız ölüyor…
Ölümle yatıyor, ölümle kalkıyoruz…
TV’lerde, gazetelerde hep ölüm haberi… Acı, feryat…
Ağıtlardan, gözyaşlarından nefesimiz kesiliyor… Daralıyoruz… Boğuluyoruz…
Şu AKP döneminde verdiğimiz zayiatı, savaşlarda vermedik…
Ulusal Kurtuluş Savaşında 10 bin 500 kaybımız varken, 12 yıllık AKP döneminde 15 bin işçimiz kötü çalışma koşulları, ilkel çalışma ortamları nedeniyle yaşamını yitirdi…
Şehit olan askerlerimiz, köylülerimiz, gençlerimiz bu sayıya dâhil değil…
Şehit sayısı, Kıbrıs Harekâtında sadece 568, Kore Savaşında 721 idi…
Yani özetin özeti, eşkıyalar sarmış dört bir yanımızı…
Kentli eşkıyalar… Dağlı eşkıyalar… Talancılar… Soyguncular… Dinci eşkıyalar… Bölücü eşkıyalar…
Gün ortasında can alıyorlar. Askerlerimizi, yeni evli astsubaylarımızı arkadan vuruyorlar.
Genelkurmay seyrediyor, Genelkurmay Başkanı seyrediyor; emniyet, Emniyet Genel Müdürü seyrediyor; Millet Meclisi, milletvekilleri, Millet Meclisi Başkanı seyrediyor; Başbakan, Cumhurbaşkanı seyrediyor; muhalefet, muhalefet başkanları seyrediyor…
Genelkurmay ise tepkisini sadece bir bildiri yayınlayarak ortaya koyuyor:
“Bu haince, adice, kalleşçe saldırıları nefretle kınıyoruz!” O kadar…
Neymiş? Açılım sürecine zarar gelmemeliymiş…
Bu yüzden “Dikkat çekmesin” diye, halkın arasında askerlerimiz resmi kıyafetlerle dolaşamıyor… Kurşun da yağsa başına, top da atılsa karargâhına… Sadece bakıyor… Gereğini yapamıyor…
Çaresizce bakıyor… İçi kan ağlayarak bakıyor…
Hakkâri’de görev yapan bir komutanımız, bir yüzbaşımız PKK saldırıları karşısında bir şey yapamamanın verdiği üzüntüyü, sıkıntıyı şu sözlerle dile getiriyor:
“Bırakın PKK’ya karşı operasyona çıkma serbestisini, kışlalarımıza ve karakollarımıza yapılan taciz ateşlerine bile karşılık vermemiz yasaktır…
Ama PKK’lı itlere, Kuzey Iraklı peşmergelere her şey serbest… Mubah…
Türk askeri, Türk subayı resmi giysilerle caddelerde dolaşamıyor, alıveriş yapamıyor, ama PKK’lı, Türk askerini taşa tutup, başına Molotof Kokteyli yağdırabiliyor…
Peşmerge topu, tüfeği, roketatarı, zırhlı araçları ile zılgıt sesleri, “Biji Serok Obama” nidaları arasında gövde gösterisi yapabiliyor…
Hem de 29 Ekim’de… Hem de o yüce bayram gününde… Hem de Cumhuriyetimizin ilan edildiği bir tarihte ve Türk Ordusunun eskortluğunda…
Nerede? Kanla, canla kazanılan topraklarımızda…
Üç tarafı denizlerle çevrili, yeraltı ve yerüstü kaynakları alabildiğine zengin, dört mevsimi doyasıya, yaşayan, bin bir çeşit rengin kaynaştığı doğa harikası yurdumuzda insanlarımızın mutluluk, esenlik içerisinde yaşaması gerekirken, işçi ölümlerinden, kazalardan, teröristlerden, savaşlardan başka bir şey konuşamaz, düşünemez olduk…
Yeryüzünde kendi kendine yeten üç beş devletten birisi iken Türkiye, şimdi dünyaya el açar duruma geldi… Hele hele, 2002’den sonra ülke yönetimini teslim alan AKP iktidarında düzen iyice bozuldu…
Ne sanayi kaldı, ne fabrika… Ne tarım kaldı, ne hayvancılık…
Tıpkı hayırsız bir mirasyedi gibi ormanlarımızın, kültürel zenginliklerimizin, kamu mallarının altından girip, üstünden çıktılar…
Özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar maden ocaklarını yeraltı mezarlarına, felaket zindanlarına dönüştürdü…
Çünkü patron için öncelikli sorun para kazanmak, servetine servet katmaktı… İşçinin yaşamının onun için hiçbir değeri yoktu. Ve o genellikle AKP yandaşı idi. Çalışma ruhsatı verilirken ona partiyi destekleme koşulu ileri sürülüyordu… Madendeki bazı olumsuzluklar bu nedenle görmezden geliniyordu…
İşçiler, ekmek parası kazanabilmek için o kötü koşullarda çalışmayı göze almışlardı. Anlaşmaya göre yemek, yerin yedi kat altında yenilecekti. Çalışanlara yemek servisi yapılmayacaktı…
Ruhsat veren devlet, yandaş işverenin iş yeri çalışma düzenini de daha sonra denetlemedi. İşçiler tarafından önceden haber verilen “Su sızıntılarını” önemsemedi. Adeta felakete davetiye çıkardı…
Ondan sonra da patronla, devlet adamları, söz birliği etmişçesine cinayetin adını “TAKDİR-İ İLAHİ” koydular…
Daha önceki felaketlerde zamanın Başbakanı şöyle haykırıyordu:
“Maden ocaklarında çalışan işçilerin grizu patlamaları sonrasında göçük altında kalıp ölmeleri, galerilerde ansızın çıkan yangınlarla ve birdenbire gelen su baskınlarıyla hayatlarını kaybetmeleri nedir biliyor musunuz, nedir?
Madenciliğin fıtratıdır… Takdir-i ilahidir, takdir-i ilahi!..”
Peki, bütün bu boş laflar, tedbirsizlikler, kötü çalışma koşulları karşısında muhalefet ne yapıyordu?
Sadece laf üretiyordu. TBMM’nin Salı toplantılarında seçmenin gazını almak için yüksek perdeden iktidara verip veriştiriyordu? Başka ne yapıyordu?
Amerika’larda PKK’lı militanlarla “Kürdistan Kurma” çalışmaları yapıyordu. Başka ne yapıyordu?
Bir de Meclis lokantasında 1TL’lik Sultan Mahmut Çorbası ile yanında, 1 TL’lik pilav ve 5 TL’lik soslu Dil Balığı yiyordu…
Onun ne yerin yedi kat dibinde ölen işçilerle, ne ölümü hazırlayan patronlarla ve iktidarla ne de Büyük Atatürk’ün kurduğu çiftliğin ağaçlarının sökülüp yerine kurulan sarayla işi vardı…
Onun ne çocuğunu görmeden ölen subaylarla, ne babasını görmeden ölen bebelerle ve ne de hem çocuğunu hem eşini kaybeden kadınlarla bir işi vardı…
Onun tek derdi gelecek seçimlerde yeniden milletvekili seçilmek ve bir de kurultayda koltuk kapmaktı… Bunun için de bildiği, bilmediği elinden gelen, gelmeyen tüm yalakalıkları, dalkavuklukları sergiliyordu…
Başkanına şirin gözükmek için…
Onun iktidarla, bölücülerle, şeriatçılarla ve talancılarla bir alıp veremediği de yoktu…
O zaman, bizim de, iktidarı ile muhalefeti ile bu halk düşmanı, çarpık, bozuk düzen koruyucularına iki çift lafımız var:
A’dan Z’ye hepiniz suçlusunuz… Hepiniz işlenen madenci cinayetlerine, asker, subay katliamlarına ortaksınız…
Sömürüsüz, talansız, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, yeni bir halk düzeninin kurulabilmesi için A’dan Z’ye hepinizin değişmesi, hepinizin defolup gitmesi, işgal ettiğiniz yerlerden sökülüp atılması gerekir…
Türk Milleti için başka bir çözüm yolu kalmamıştır…