Bir topluluğun milletleşmesi ve bir milletin devlet kurabilmesi için bazı şartların lazım geldiği muhakkaktır. Bir topluluğun millet haline gelebilmesi için en başta dil birliği gerekir. Üzerinde birlik sağlanan dilin ise edebi ürünler üretmeye ve teknolojik gelişmeleri kavramlaştırmaya elverişli olması gerekir.
Geçenlerde bir konferansta dinlemiştim bir dil bilimciden; bir dilin özgün, yani diğer dillerden bağımsız ve başlı başına bir dil olabilmesi için öncelikle temel renkleri (beyaz, siyah, mavi, kırmızı… vs), sayıları (bir, iki, üç …10, yüz, bin vs) , vücudun organlarını (el, ayak, göz, yüz… vs) ve akrabalık isimlerini (ana, baba, dede, nine, elti, bacanak…vs) karşılayacak kavramlara sahip olması gerekmektedir.
Bu açıdan bakılınca Kürtçe’nin, bu özelliklerin hiçbirisini karşılamadığını görürüz. Zira Kürtçe, başta Türkçe, Farsça ve Arapça gibi bazı büyük dillerin harmanlanması ile oluşan yapay bir dildir. Belki içinde Ermenice, Keldanice, Asurice ve Aramca gibi kimi dillerle, bazı mahalli ağızlar ve bölgede hüküm sürdükten sonra yok olmuş toplumlardan kalan bazı kavramlar da bulunabilir. Özelikle coğrafi isimler bu kabil kelime ve kavramlardandır. Öte yandan Kürtçe, edebi bir eser meydana getirecek ve teknolojik gelişmeleri karşılayacak derecede zengin bir dil de değildir. Buradan çıkarılacak sonuç şudur; Kürtçe, Kürt topluluklarını bir araya getirip onları millet haline getirecek boyutta bir dil hiç değildir.
Gelin görün ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi bütçesinden harcamalar yapmak suretiyle Kürtçe’ye millet dili özelliği kazandırmak için harıl harıl çalışmaktadır. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Enstitüsünün açılmasına izin verilmesi, özellikle Güneydoğu’da HDP’li belediyelere Türkçe’nin yanı sıra Kürtçe’yi de kullanmaları konusunda göz yumulması, sokak, cadde, meydan ve Belediye binalarındaki birimlerin kapılarına Kürtçe levhalar asılmasına izin verilmesi, trafik ve yön levhalarının yanı sıra yerleşim yerlerine Kürtçe isimler verilmesine müsaade edilmesi, bu kabil çalışmalardandır. Daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürtleri, Türklere karşı isyana teşvik eden Ahmed-i Hani isimli Kürtçünün “Mem-û Zîn” isimli eserini Kürtçe basarak Kürtçeye edebiyat dili havası vermeye çalışmıştır. Belki de bilinçsizce ve şuursuzca yapmıştır bu işi dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve ekibi…
Bir topluluğun milletleşmesi için sadece dil birliği de yetmez. Bu konuda başka faktörlere de ihtiyaç vardır. Mesela Ülkü birliği bu faktörlerden birisidir. Peki, Kürtler arasında bu anlamda bir Ülkü ve amaç birliği var mıdır? En azından üş-beş sene öncesine kadar böyle bir birlikten de söz edilemez. Kürtler, asırlardır İranlılar, Araplar ve Türkler arasında gitgeller, yargeller yaşayarak, kâh o milletten, kâh bu milletten yana tavır koyarak bugüne kadar gelebilmiş bir halktır. Dolayısıyla; bu anlamda, yani milletleşme sürecine katkıda bulunacak şekilde Kürtler arasında bir ülkü birliğinden de asla söz edilemez.
Gelin görün ki; Birinci Dünya Savaşı sonunda gündeme gelen Wilson Prensipleri’ne ve onun uzantısı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) uygulama sahasına konulmasıyla birlikte, bazı Kürtçüler bugün kendilerine göre bir hevesin içine girmiş bulunmaktadırlar! En önemlisi de Kürtçüler, bugün için bağımsız devlet kurma konusunda her zamankinden çok daha umutlu hale gelmişlerdir. Kuzey Irak’taki Özerk Kürt Bölgesi, bu konuda onlar için tam bir umut ve güven kapısı haline gelmiş bulunmaktadır.
Bir topluluğun milletleşme sürecine girmesi için dil ve ülkü birliğinin yanında ortak bir geçmişe, yani ortak tarihe de sahip olması gerekir. Peki, Kürtlerin, onları topluluk pozisyonundan çıkarıp millet hüviyetine çıkaracak ortak bir geçmişi, yani kendilerine has bir milli tarihleri var mıdır? Bu ortak geçmişi belgeleyecek somut belgeler ve mesela “Orhun Anıtları” seviyesinde bir eserleri var mıdır? Yok! Yok olduğu için de günümüzün Kürtçüleri kendilerine ortak bir geçmiş yaratmak için didinip duruyorlar. Ancak ne var ki; yapıştıkları bütün dallar elerinde kalmaktadır. Yapıştıkları en güçlü dal Eyyubiler devleti olmakla birlikte Eyyubilerin tıpkı Tolunoğulları, İhşidoğluları ve Memlukiler gibi Türk devleti olduğu konusunda şüphe yoktur. Bunun en büyük delili, Selahaddin Eyyubi’nin, Selçukluların Musul Atabeyi Nurettin Zengi’nin maiyetinde bulunan bir Türk askeri olmasıdır.
Görüldüğü gibi; Kürtleri topluluk olmaktan çıkarıp onları millet haline getirecek doğru dürüst hiç bir faktör yoktur ortalıkta.
Bir Devlet Nasıl Kurulur?
Bir milletin devlet kurabilmesi için de pek çok şart gereklidir. En başta üzerinde devlet kurmaya elverişli bir coğrafya, yani vatan gerekmektedir. Bir coğrafyayı vatan yapmak için ise, onun uğruna akıtılmış oluk oluk kan gerekmektedir. Peki, Kürtlerin bu anlamda bir vatanları var mıdır? Yok! Çünkü Kürtler, Farsların, Arapların ve Türklerin arasında bölük pörçük şekilde yaşayan bir topluluktur ve bu sayılan milletlerin içinde tarihin hiç bir döneminde yönetimi ele geçirecek boyutta bir çoğunluğa sahip olamamışlardır.
Kürtlerin yönetime ortak olduğu tek coğrafya Türklerin kahir ekseriyette olduğu Anadolu coğrafyasıdır. Bunun bir sebebi ağır aksak işlese de, eksiği, gediği olsa da Türkiye’nin demokratik ve laik cumhuriyetle yönetiliyor olması, diğer bir sebebi de Türklerin, Kürtleri kendilerinden farklı görmemeleri ve onları eşit yurttaşlar, dahası kardeş olarak kabul etmeleridir. Bugün Arapların egemen olduğu coğrafyada Kürtlere nüfus hüviyet cüzdanı bile verilmemekte, yani bu ülkelerde Kürtler adam yerine bile konulmamaktadır. Bugün Irak’ta bağımsız bir devletin başkanı gibi davranan Mesut Barzani ve Irak’a Devlet Başkanı yapılan Celal Talabani bile daha düne kadar Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyorlardı. Yani bu adamlar, daha düne kadar Türker’in himmetiyle ve ihsanıyla adam yerine konuluyordu uluslararası arenada.
Bir milletin devlet kurabilmesi için öncelikle bir bağımsızlık savaşı vermesi ve bu savaşı onurlu bir zaferle taçlandırması gerekiyor. Peki, Kürtler böyle bir savaş verip, bu savaşı zaferle sonuçlandırdı mı? En azından henüz ortada böyle bir savaş ve zafer yok. Ancak gelin görün ki; Kürtler, yine Türkiye sayesinde böyle bir zaferi kazanmak üzeredir! Türk televizyonları günlerdir Kürtlerin Kobani’de kahramanlık destanı yazmakta olduğunu haykırıp duruyorlar! CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na bakılırsa Kobani’de IŞİD’e karşı mücadele veren PYD, düşmana karşı vatanını savunan bir güç! Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün önce Afganistan dönüşünde “Bizim için IŞİD neyse PYD de odur. Bu sebeple yardım etmemiz söz konusu olamaz!” demişti. Gelin görün ki; Erdoğan’ın bu açıklamasından tam tamına iki gün sonra çiçeği burnunda Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu’ndan beklenen itiraf geldi; “Kobani’ye geçmeleri için Peşmerge güçlerine yardım ediyoruz!”.
Peşmergeye Özel Tezkere!
Anlaşılan, MHP’nin de destek vermesiyle geçenlerde meclisten geçirilen tezkere “Peşmerge’ye Özel Tezkere” özelliği taşımaktadır. Zira bu konuda daha önce çıkarılmış bir tezkere zaten vardı. Bu tezkereye eklenen tek ayrıntı ise “yabancı silahlı güçlerin Türkiye’ye gelmesine izin verilmesi” hususu idi. Demek ki; “Yabancı silahlı güç”ten maksat Peşmerge güçleri imiş!
Bu sebeple tu bana! Allah benim belamı versin! Çünkü ben de bu tezkereye destek verenlerden birisiyim. Ancak ben, bu desteği ülkemize sığınan 1.5 milyon Suriyeli’nin memleketlerine gönderilmesi ve onlar için Kuzey Suriye’de “Güvenli Bölge” oluşturulması ve Türkmen soydaşlarımıza da yardım edilmesi şartına bağlı olarak verdim. Muhtemelen MHP de aynı düşüncelerle bu tezkereye “Evet” dedi. ABD Başkanı Barak Obama ısrarla “Kara savaşına girmeyeceğiz” dediğinde aslında anlamalıydık bu tezkerenin altında bir bit yeniği olduğunu. Doğrusu ya Peşmerge’ye koridor hakkı verileceği hiç aklımıza gelmezdi.
Ne var ki; benim ve MHP yönetiminin unutmuş olduğumuz bir ayrıntı vardır. O da Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Bizim için IŞİD neyse PYD de odur. İkisi de terör örgütüdür. Bu sebeple bizim PYD’ye yardımcı olmamız düşünülemez” dedikten iki gün sonra yıllardır “PKK’nın Suriye’deki uzantısı” olarak isimlendirilen PYD’ye yardım için Peşmerge güçlerine koridor açan ve “Bu konuyu Obama’ya ben teklif ettim” diyen bir Cumhurbaşkanı tarafından yönetildiğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yegane güven kaynağı olan ve her şeye rağmen hala dünyanın sayılı ordularından birisi olan TSK’nin ise “Peşmergeye koridor konusunu bize sormayın, gidin Dışişleri Bakanı’na sorun” diyen küskün ve kırgın bir kısım kumanda heyetinin emir komutasında olduğudur.
Askerin bu çıkışı karşısında Milli Savunma Bakanı hemen atlamış sahneye; “Benim bu konudan haberim vardır. Ben askerin bakanıyım…” . Hele bakın şuna; haberi varmış! Madem haberin vardı, neden askeri haberdar etmedim Sayın Bakan. Yarın bir savaş kararı alınsa onu da mı haber vermeyeceksin askere? Bu bakımdan sen “Askerin bakanı” değil, olsa olsa “Erdoğan’ın bakanı” olabilirsin Sayın Yılmaz. Zaten o da öyle diyor sürekli olarak; benim bakanım, benim Genel Kurmay Başkanım, benim valim, benim müsteşarım, benim genel müdürüm… İşte sen o bakanlardan birisin Sayın Bakan!
PKK’nın Kobani Zaferi!
Bir ayı aşkın süredir PKK’nın Suriye kolu PYD, Kobani’de IŞİD’e karşı mücadele veriyor ve bu mücadele Türk televizyonlarında sürekli “Kahramanlık Destanı” olarak lanse edilerek muazzam bir algı yaratılıyor. Şimdi ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri havadan, Türkiye de, gerek Peşmerge güçlerine koridor hakkı vererek, gerekse açık açık söylenmese de (illegal yoldan yapılan) silah yardımı yaparak PYD’nin IŞİD’e karşı zafer kazanmasına yardımcı oluyorlar. Yani PYD’nin, daha doğrusu PKK’nın Kobani’de zafer kazanması artık çok yakındır!
Ne demiştik yukarıda; bir milletin devlet kurabilmesi için kan dökerek bağımsızlık savaşı vermesi ve bu savaşı onurlu bir zaferle taçlandırması gerekmektedir. Peki, PKK’nın Kobani Zaferi bu anlamda bir zafer midir? Hayır, asla! Zira Kobani, hem Bağımsız ve meşru Suriye Cumhuriyeti’nin bir toprağıdır, hem de PKK ve PYD bir millet değildir, adı üstünde terör örgütüdür. Tıpkı IŞİD gibi. Bunu sadece ben demiyorum, ülkemizin en yetkili ağzı olan Cumhurbaşkanı da öyle diyor!
Devlet olmak için gerekli diğer şartlardan bazıları da Milli Bayrak, Milli Marş, Milli Para gibi üst yapı kurumlarıdır. Bunlarsa çerez-çekirdek kabilinden şeylerdir. Zaten terör örgütü, sadece dağlarımızı, tepelerimizi değil, şehirlerimizi bile donattı bayrak dediği çaputlarla! Hem de en büyük şehirlerimize varıncaya kadar.
Biz bu tezkereye “EVET” dedik değil mi? Şu halde haydi gereğini yap ey hükümet! Haydi şimdi, görev başına marş marş! Bak, IŞİD Irak’ta Türkmen kasabası Karatepe’yi ele geçirmiş, onlarca Türkmen’i öldürmüş, bir o kadarını kaçırmış ve on binlerce Türkmen soydaşımız evini barkını bırakıp yollara düşmüş! Önümüz kış ve bu insanların her şeye ihtiyacı var. Musul, Telafer ve Tuzhurmatu gibi Türkmen şehirleri IŞİD’in işgali altında. Irak Türkmen Cephesi Lideri Erşad Salihi, silah için Irak merkezi yönetimine başvurmuş. Haydi şimdi gereğini yapın.
Çünkü biz, bu şartla tezkereye destek verdik. Hani diyorum; şu Adana’da yakalanan meşhur MİT tırları? Türkmenlere gönderilen silahları taşıyordu değil mi? Madem öyle, ITC lideri Erşad Salihi silah yardımı konusunda neden Irak hükümetine başvurdu? Zira sizin gönderdiğiniz tırlar dolusu silahlar bu zamanlar içindi değil mi ey hükümet? Yoksa o silah dolu depolar da IŞİD’in eline geçmiş olmasın! Tıpkı bizim Hüseyin Barak Obama’nın semadan paraşütle ve armut çuvalı gibi fırlattığı silah dolu çuvalların IŞİD’in eline geçtiği gibi!
Uzun sözün kısası; Türkiye, Peşmerge’ye koridor açmakla, hem Irak’ın, hem de Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstermeyen, hem de bu iki komşusunun iç işlerine müdahale eden bir devlet pozisyonuna düşmüştür. Türkiye iyi komşuluk ilişkilerine rafa kaldıran güvensiz bir ülke durumuna getirilmiştir. Türkiye, bu tavrıyla tıpkı ABD gibi uluslararası hukuku ayaklar altına alan bir ülke konumuna indirgenmiştir. Türkiye, PKK’nın Suriye kolu olan PYD’ye yardım ederek PKK ile mücadelede şehit düşen on binlerce Mehmetçiğin manevi hatırasını ayaklar altına almıştır…