Bu coğrafi konum aslında son derece önemlidir. Öncelikle doğanın kendi zorluğu başlı başına bir meseledir. Anadolu, İran ve Arabistan arasındaki dağlık bölgelerde yani Zağros dağlarında “sıkışıp yaşayan” Kürtlerin doğal yaşam alanı bu dağlardaki mağaralar olmuştur. Zağros dağlarının sarplığında ve dağ geçitlerinin arasında “sıkışıp kalma” bu nüfusun psikolojisini de elbette etkilemiştir.
Yüzyıllarca devam edecek bir “sıkışıp kalma” hissi onlarda tam tersine bir algılamaya yol açacak ve dağ geçitlerinin arasında yaşamalarının nedenini bu geçitlerin hemen ötesinde bulunan ve büyük ovalarda, vadilerde, deniz kıyılarında yerleşen üç komşu halkla açıklayacaklardır.
Onlara göre bu üç büyük halk yani Türkler, Araplar ve Farslar onları bu geçide sıkıştırmıştır. Ve bu sıkıştırmanın etkisi ile tarihsel bir ırkçı nefretin tohumları Zağros dağlarında hep canlı tutulmuştur.
Sinsi, pusucu ve yağmacı bir kişilik
Sıkışıp kalan Kürt psikolojisi
Yıllardır ülkede terör estiren, insanları hunharca öldüren, her yeri yakan yıkan bir hareket var. Onlar buna “Kürt Hareketi” diyorlar. Yaptıklarını ise hiç çekinmeden savunuyorlar.
Bugüne kadar hep onların bu vahşetini kınadık, karşı çıktık, bitirmeye çalıştık.
Ama biraz daha derine inip bu defa şu soruyu soralım:
Bu insanlar neden böyle?
Bu vahşeti neden uyguluyorlar?
Nasıl bir psikolojileri var?
Neden böylesine yok edici bir ırkçılık geliştirmişler?
Yani biraz da Kürdü anlamaya çalışalım…
Bugün kendisine Kürt diyen ya da kendisine Kürt denilen bir nüfus bulunmaktadır. Ama bu nüfusun ne olduğu hâlâ bir araştırma konusudur. Kürt, bir ulus mudur, bir kabile midir, bir ırk mıdır, bir halk mıdır belli değildir. O halde Kürdün psikolojisini belirleyen en önemli gerçeklik bu “ne olduğu belli olmamak” durumudur.
Bugün kendisine Kürt denilen bu nüfusun tarihte adına ilk kez Selçuklu döneminde rastlanılır ve bu ifadeyi kullanan kişi de bir Türk devlet başkanı olan Sultan Sancar’dır. Ama o dönemde bile kendisine “ben Kürdüm” diyen bir nüfus bulunmamaktadır ya da varsa bile bunu yazıya dökecek ve tarihe not düşecek bir kültürel seviyeye henüz ulaşamamıştır.
İşin çok daha önemli kısmı ise bu Kürt nüfusun bulunduğu, yaşadığı bölgedir. Kürtler o dönemde, tıpkı bugünkü gibi üç ulus arasındaki bir dağlık bölgede yaşamaktaydı. Doğuda Farslar, kuzeyde Türkler, güneylerinde ise Araplar.
Bu coğrafi konum aslında son derece önemlidir. Öncelikle doğanın kendi zorluğu başlı başına bir meseledir. Anadolu, İran ve Arabistan arasındaki dağlık bölgelerde yani Zağros dağlarında “sıkışıp yaşayan” Kürtlerin doğal yaşam alanı bu dağlardaki mağaralar olmuştur. Zağros dağlarının sarplığında ve dağ geçitlerinin arasında “sıkışıp kalma” bu nüfusun psikolojisini de elbette etkilemiştir.
Yüzyıllarca devam edecek bir “sıkışıp kalma” hissi onlarda tam tersine bir algılamaya yol açacak ve dağ geçitlerinin arasında yaşamalarının nedenini bu geçitlerin hemen ötesinde bulunan ve büyük ovalarda, vadilerde, deniz kıyılarında yerleşen üç komşu halkla açıklayacaklardır.
Onlara göre bu üç büyük halk yani Türkler, Araplar ve Farslar onları bu geçide sıkıştırmıştır. Ve bu sıkıştırmanın etkisi ile tarihsel bir ırkçı nefretin tohumları Zağros dağlarında hep canlı tutulmuştur.
Sinsi, pusucu ve yağmacı bir kişilik
Bu dağ yaşamı elbette kişisel bir psikolojik baskı da yaratmıştır. Sonuçta Araplar tüccar bir halktır, Türkler fetihçi bir halktır, Farslar sanatçı bir halktır.
Her üç ulus da hem büyük ticaret kervanları oluşturmaktadır, hem büyük sanatçıları, bilginleri yollara düşürmektedir, hem de büyük orduların hakimiyet savaşı sürmektedir.
Böylesi bir ortamda Zağros dağlarının geçidi sürekli büyük Türk ordularının Bağdat seferlerine, Arap tüccarlarının kervanlarına tanıklık eder. Orada yaşayan yerli Kürt nüfus ise genellikle bu kervanlara pusu kurarak, yağma yaparak yaşamaktadır.
Bu ise bu nüfusun “pusucu ve yağmacı”, acımasız bir tabiat edinmesine yol açar. Ve bu tabiatları da yüzlerce yıl hiç değişmez durur.
Ama daha önemlisi bu büyük orduların, büyük kervanların ve büyük sanatçıların güzergâhında oluşturulan “ezik” bir kimliktir. Hiçbir zaman ordulaşamamak, hiçbir zaman zenginleşememek, hiçbir zaman sanatçılaşamamak bu nüfusta ciddi bir komplekse dönüşür ve zamanla da ırkçı nefreti besler. Bu nefret genelde pusu kurarak kendin gösterir.
Sanıldığının aksine dağ insanı cesur değil korkaktır, sinsidir. Mesela Türkler tarih boyunca hep geniş bozkırlarda ve ovalarda yaşamış ve dostlarıyla da düşmanlarıyla da bu geniş alanlarda karşılaşmışlardır. Bu ise açık ve dürüst bir kişiliği gerektirir. Savaş bile son derece açık olmalıdır. O nedenle Türk ovalarda yaşar, meydanlarda savaşır. Bu nedenle de Türk’ün tarihi meydan savaşları tarihidir.
Yine geniş düzlükler, ovalar insana “yer ile gök arasında” geniş bir ufuk açar. Bu ufukta “yer ile gök arasında bir dünya” anlayışı gelişir ama dağ geçitlerindeki insan kendisini iki dağ katmanı arasında sıkışmış hisseder. O nedenle bir tarafta “açık yürekli bir cesaret”, diğer tarafta ise “sinsi bir pusuculuk” kültürü gelişir.
Uygar doruklar arasında bir kültür çukuru
Coğrafyanın ironisi ise bambaşkadır, bu dağlar aslında birer uygarlık çukurudur, etrafındaki ovalar ve deniz kıyıları ise birer uygarlık doruğudur. Gerçekten de Arap, Türk ve Fars uygarlıkları arasında sıkışıp kalan Zağroslar bir “kültürel çukur” görünümündedir.
Zağroslar’ın insanının da bu “çukur içinde” biçimlendiği görülmelidir. Büyük uygarlıklar arasında gelişen bu psikoloji ise ciddi bir aşağılık kompleksine yol açar. Kültürel yoksunluğun sebebi olarak kendisini değil etrafındaki uygarlıkları suçlamaya başlar. Ve yine ırkçı nefreti körükler.
Hakikaten de tarihsel olarak Kürtlerin üç büyük düşmanı olmuştur, Türkler, Araplar ve Farslar. Halbuki bu üçü de onların tek komşularıdır. Komşulara karşı beslenen bu nefretin sebebini kendilerinin mazlum, komşularınınsa zalim olduğu ile açıklama yoluna giderler.
Halbuki mazlum tarih anlayışı psikolojik bir yoksunluğu gizlemek için ortaya atılmıştır. Kültür ve uygarlık yaratamamak bu şekilde açıklanmakta ve aşağılık kompleksi dengelenmek istenmektedir. Kürt, böylelikle kendisini büyük uygarlıklarla eşitlemektedir.
Atasızlık ve babasızlık
Coğrafyanın gösterdiği bu tarih aslında gerçek tarihte bambaşka büyük travmalara yol açmaktadır.
Bir Türk için atasının kim olduğu bellidir. Türklerin kökeni, yurdu, tarihi kişilikleri bellidir. Aynı şey Araplar için de bellidir, Farslar için de…
Oysa Kürtlerin atası belli değildir.
Atasız olmak ise mümkün değildir aslında. Fakat sorun şudur ki Kürtler kendi atalarının kim olduğunu hâlâ bilmemektedir.
Adeta babasını arayan birer çocuk gibidirler.
Bu ise her açıdan son derece önemli bir olaydır ve esas olarak da psikolojinin araştırma alanına girmektedir.
Önce bir durum saptaması yapalım…
Tarihte kurulmuş hiç Kürt devleti var mı? Yok.
Hiçbir Kürt lideri var mı? Büyük bir askeri komutan ya da efsanevi bir lider? Yok.
Bir alfabeleri var mı? Yok.
Önemli bir şairleri var mı? Yok.
Bir biliminsanı yetiştirmişler mi? Yok.
Hiç tarihi bir yazılı belge bırıkmışlar mı? Yok.
Kendilerini gösteren resimli kaynakları var mı? Yok.
Bu kadar çok “yok”un olduğu bir yerde durduğunuzda “var olmak” çok zordur. Kendi varlığınızı, büyüklüğünüzü açıklamanın tek yolu vardır ırkçı teorilere sarılmak, ırkçı nefreti canlandırmak.
Kürt aile yapısı
Bunu besleyen bambaşka bir “aile yapısı” da önemli bir etken olarak hesaba katılmalıdır.
Genel olarak bu insanlar bir kabile hayatı yaşarlar. Bu kabileler çok çocuklu, çok kadınlı aile yapısından beslenir. Böylesi bir aile yaşantısının o ailedeki bireylerin psikolojisini ne şekilde biçimlendirildiği dikkatle incelenmelidir.
O, babasının sekizinci ya da onuncu oğludur.
O, kocasının üçüncü ya da beşinci karısıdır.
O, çocuk hesabına dahil edilmeyen beşinci kız çocuktur.
Şimdi böylesi bir ailede yetişen çocuklar için gerçekten çok vahşi bir rekabet ortamı bulunmaktadır.
Hiçbir zaman yeterli sevgi ve saygıyı bulamayacaklardır.
Kendi annelerinin yanında başka anneleri göreceklerdir.
Kendi babalarının yanında sadece kendi annesinin değil başka kadınların da olduğunu göreceklerdir.
Bu, çok acımasız bir ortamdır ve bu ortamda yetişen erkek çocuk, elbette ki sevgisiz ve özgüvenden yoksun olacaktır. Yine bu onu ciddi bir rekabete, hak arayışına ve şiddete yöneltecektir.
Bu tür bir ataerkil kabile yaşantısı çözülmedikçe, bir Kürt hep kalabalıklar içinde yapayalnız, güçsüz, her an aldatılmaya hazır, her an dışlanabilecek, yerini dolduracak birilerinin ve birçoklarının bulunduğu bir ortamda kendisine ait bir kimlik geliştirecektir.
Bu kimlik psikolojik olarak bir yoksunluk, dostsuzluk, anasızlık, babasızlık ve yalnızlıkla biçimlenecektir. Bunun dengelenmesi ise çok büyük bir “yok sayma” ve “yok etme” ile olabilir. Bunun yolu da ırkçı nefrettir.
Kabile yaşantısının yarattığı eziklik
Bu ırkçı nefreti bu toplumun egemen kesimi olan ağalar, beyler, şeyhler, şıhlar kullanacaktır. Çünkü egemen kabile yaşantısının sürdürülmesi için bu “patlamaya hazır enerji”nin bir şekilde bastırılması ve başka yerlere yöneltilmesi gerekir.
Geçmişte Kürt beyleri ve ağaları bu yöntemi denemiş ve kendi egemenliklerini sağlamanın yolunu Türk düşmanlığında bulmuştur.
Dersim’de kocasının yanında silahla savaşan Kürt kadını için sorun devletin getirdiği okuldur, oysa o kadın neden kocasının tek karısı olmadığını sorgulayamamaktadır.
Bugün de PKK ve DTP aynı yöntemi uygulamaktadır. Kürt gençlerine, çocuklarına ve kadınlara vaat ettikleri bir gelecek yoktur. Onlar kendi çocuklarını sevmemiştir, kendi kadınlarını sevmemiştir aslında ama şimdi onları bu şekilde denetim altına almışlardır.
Terör örgütünün meydana döktüğü nefretin psikolojik altyapısı çok iyi anlaşılmalıdır. Bugün sokağa dökülen, ateş yakan, molotof atan, yakan, yıkan genç ya da çocuk, ya da kendisini yakan genç kızlar aslında bambaşka bir psikolojik dengeleme içindedirler. Bu insanlar hâlâ babalarını aramaktadırlar. Bugün bu baba rolüne soyunan Apo ise gerçekten tabloyu çok daha fazla dramatize etmektedir.
Çünkü bu baba tipi aslında “lider” ve “güç sahibi” bir babadır ama şu anda hapistir. Fakat çok daha kötüsü bu baba, yakalandığı zaman açıkça yalvarmış ve kendisinin de Türk olduğunu, devlete hizmet etmeye hazır olduğunu söylemiştir.
“Pusucu lider” en sonunda “yalvaran bir lider” olabilir. Apo da bunu yapmıştır zaten. Bu baba, onlar için hem “kurtarılması” gereken biridir hem de “yoke dilmesi” gereken. Çünkü onu kurtarırlarsa korkak, ezik, sefil, rezil bir babaları olacaktır.
Kendilerine itiraf edemeseler de Kürt çocukları bunun travmasını yaşamaktadırlar. Eline silah almak, şiddet uygulamak ise kendi erkekliklerini ispat etmek, baba rolüne soyunmaktır.
İkitdarsızlık ve erkekliği ispat etmek
Böylesi bir tarihsel, coğrafi, kültürel, kabilesel, ailesel bir miras üzerinde durup düşünmeliyiz.
Kendisine ata arayan bir nüfusla karşı karşıyayız ve nedense bunlar kendi atalarını Sümerlerde, Medlerde, Aryanlarda, Cermenlerde bile aramaktadır da en yakınındaki Türklerde, Araplarda ya da Farslarda aramamaktadırlar.
Çünkü burada ırkçı bir nefret oluşturulmuştur ve ata arayışı çok uzak geçmişlerde ve çok uzak diyarlarda sürdürülmektedir.
En büyük travma ise bugün Kürtçülük yapan büyük çoğunluğun bile aslında soyu Türktür.
Dağları aşıp Türklerle karşılaştıklarında Türk göçer kabileleri kendi içlerinde asimile etmişlerdir. Ama bunu asla söylemezler ve hep saflık peşinde koşarlar. Saf ırk iddiası ise zaten ırkçılığın en büyük belirtisidir.
Dikkat edelim “kız alıp verme”, komşularla kültürel birleşme, büyük uygarlıkların ve büyük ulusların davranışıdır. Çünkü hiçbir uygar ulus kız vererek ya da komşu ulustan bazı değerleri alarak küçüleceğini düşünmez. O, bu şekilde zenginleşmeyi düşünür.
Ama ırkçı bir halk için “yabancı” kavramı belirleyicidir. O kendisinden olmayana “yabancı” der ve dışlar. Onunla ilişkilerini sıfırlar böylece “saf” kalmaya çalışır. Bu, Kürtler için de böyle olmuştur. Ama bu korumacılık aslında “Kürt feodal ataerkil sömürü sistemi”ni korumak için o “kabile erkekleri” tarafından uygulanan bilinçli bir stratejidir.
Onlar son derece “namusludur” o nedenle kızları üzerinde büyük bir denetim kurarlar. Fakat aynı zamanda ırkçı nefret ve aşağılık kompleksi ile rakip gördükleri ulusların kızlarını gelin almak isterler.
Bu ikili bir kıskaçtır; aslında kız almak bir anlamda saflığın yitirilmesidir ama güçlü ve ezen dedikleri uygarlıktan kız almak, onlar için erkekliklerinin, iktidarlarının ve güçlerinin ispatı olur.
Bu nedenle etrafımızda pek çok tanınmış isim görürüz ve hep bir şeyi derler; “benim anam Türk, babam Kürt”. Hatta bizzat bölücübaşı Apo da aynısını demektedir.
Dikkat edersek babalık hep Kürde, analık ise Türk’e düşmektedir. Çünkü tipik feodal kabilede erkeklik ve kadınlık rolleri belirlidir. Yıllardır “altta kaldıklarını” düşünen sefil bir kabile erkeği, böylece uygarlığı “alt ettiğini” düşünmektedir.
Çok kültürlü değil çok karılı Kürdistan
Tek bir Kürt tipi yaratmak ve bu Kürt için tek bir psikoloji belirlemek elbette son derece yanıltıcı olabilir. Ama bu yazdıklarımızın PKK ve onların yandaşı olan Kürtler için geçerli olduğunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.
Şu veya bu şekilde onları aklayan ve onlara sempati ile bakan insanlara -kökeni her ne olursa olsun- bazı gerçekleri göstermek gerekmektedir.
Bugün PKK’nın yaptığı ve kurmaya çalıştığının ne olduğunu anlamalısınız. PKK ırkçı bir örgüttür ve tüm eylemleri de ırkçıdır. Türkiye için çok kültürlülük ve çok renklilik önerenler, Kürde sempati ile bakanlar bir durup düşünün: Neden bu kadar saf, ırka dayanan bir örgüt var ortada?
Ve bu örgütün denetlediği Güneydoğu’da çok seslilik var mı?
Neden Türk’e ait hiçbir renk yok?
Neden Türk’ün adı bile yok orada?
Bu örgütün bulunduğu bölgelerde Türk kökenli Kürtçü örgütlere bile yaşam hakkı tanınmadığını; tüm militanlarının yok edildiğini bilmiyor musunuz?
Yine soralım: Siz kurulacak Kürdistan’da çok kültürlülük, çok seslilik ve çok dillilik olacağına inanıyor musunuz?
Hele hele bunlara destek veren kadınlara soralım:
Neden Kürt aile yaşamında yok edilen kadınlığı savunmazsınız? Neden çok eşliliğe karşı çıkmazsınız?
PKK’nın yöneteceği bir ülkede olacaklar bellidir:
Tek kültürlü, tek dilli, tek renkli, tek sesli, tek liderli ama çok karılı, çok çocuklu, çok yoksullu, sevgisiz, saygısız, yoksun, yoksul bir hayat!
Bunu mu istiyorsunuz…
Bir yanıt yazın