LEVENT ERTÜRK : YAŞAM NEHRİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bunaldım.

Bombalar patlıyor, iftarlar açılıyor, her TV kanalında bir ilahiyatçı ebedi yaşam reçetesini anlatıyor; Tanrı ile ilişkileri çarpık olan bir sürü insan, sevap puanlarının düşmemesi ve ceza puanlarının artmaması için, dine, yani ilahiyatçıların yaşam tarzına uygun şekilde nasıl yaşamaları gerektiğini danışıyorlar ve gerçek yaşam akıp gidiyor.

Sessizlik lazım.
Bu sessizliğin en iyi bulunacağı yer, büyük usta Krishnamurti’nin yazdığı satırlar. Biraz ondan alarak, biraz kendim katarak, bir şeyler karalayıp sizlerle paylaşmak istedim. İtalik ve koyu yerler Krishnamurti’den alıntı …

Yürürken nehrin kenarındaki dar, uzun havuzu fark ettiniz mi, bilmiyorum. Nehirle bir bağlantısı yok, balıkçılar tarafından kazılmış olmalı. Derin ve geniş nehir sakince akarken bu havuz pislikle doludur, çünkü nehirdeki yaşamla bağlantısı yoktur ve içinde balık bulunmaz. Durgun ve pis bir sudur bu. Oysa hemen yanında yaşam ve canlılık dolu derin bir nehir akar.

Peki, insanların da böyle olduğunu düşünmüyor musunuz? Kendileri için, hızla akan yaşam nehrinden uzak, küçük bir havuz kazar, o havuzda kokuşur, o havuzda ölüp giderler. Bizler de bu durgunluğa, bu çürümeye “varoluş” adını veririz. Yani hepimiz bir kalıcılık hali isteriz. Bazı arzuların sonsuza kadar sürmesini, zevklerin sonunun gelmemesini isteriz. Küçük bir kuyu kazarız ve içine girip etrafına ailemizden, hırslarımızdan, kültürümüzden, korkularımızdan, tanrılarımızdan, çeşitli ibadet biçimlerimizden oluşan bir duvar örüp yaşamın; devamlılığı olan, sürekli değişen, hızlı, derin, sıradışı bir canlılık ve güzellikle dolu olan yaşamın dışarda akıp gitmesine izin vererek orada ölürüz.

Üstad Krishnamurti, çoğumuzu esir alan, kalıcılık arzusuna gönderme yapmakta haklı. Kalıcılık veya devinim, biyolojik hareketlerimize bakılarak anlaşılabilecek olgular değillerdir. Bir yere, bir ölü zamana takılıp kalmadan hareket etmek demek, biyolojik, fizyolojik hareketlilik demek değildir. Derin ve özümsenmiş bir bilgi ile dolmadan, sadece nedeni bilinmeyen şuursuz bir isyan hissi ile hareket eden insanlar, fizyolojik olarak canlı gibi görünseler de, zihinlerinin durağanlığı açısından aslında çoktan ölmüşlerdir. Diğer yandan, mesela Dr Hawking gibi, zihinleri sürekli çalışan, sürekli yeni bir şeyler üreten insanlar, bir sandalyeye bağlı olsalar dahi canlılık tanımına daha çok yakındırlar. Bizi kuklalardan ayırt edecek değerlerimiz, üretkenliğimiz olması gerekir. Hepimiz kukla seyretmişizdir; sürekli olarak hareket ederler, zıplarlar, oynarlar ama onların hareketlerinin, canlı bir hareket olmadığını biliriz. Ölü olduklarını ve gerçek bir yaşamı sadece taklit ettiklerini biliriz. Aynı şey kısmen bizler için de geçerlidir. Üretici yönümüz kısıtlandıkça, onu biz kısıtladıkça ve zincire bağladıkça, az çok kuklaya dönüşürüz. Yaşam nehrinin kıyısındaki çukurda kendi komik hareketlerini yapan bir kukla …

Yaşam nehrinin kıyısındaki bu küçük havuzda hiç kıpırtı yoktur, suyu hareketsizdir. Ve gözlemlerseniz göreceksiniz ki çoğumuzun istediği de budur. Yaşamdan uzak, küçük, durgun varoluş havuzları. Havuzda olmanın iyi olduğunu söyleriz, onu haklı çıkarmak için bir felsefe icat eder, onu destekleyen sosyal, politik, ekonomik, dini teoriler geliştirir ve rahatsız edilmek istemeyiz; çünkü, sizlerin de bildiği gibi, peşinde olduğumuz şey bir kalıcılık hissidir. (…)

Fakat yaşam böyle bir şey değildir. Yaşam kalıcı değildir. Bir ağaçtan düşen yapraklar gibi her şey geçicidir. Hiçbir şey sonsuza dek sürmez. Daimi olan yalnızca değişim ve ölümdür. (…) Fakat biz buna benzer bir şey istemiyoruz. Çocuklarımıza, geleneklerimize, topluma, isimlerimize, küçük meziyetlerimize sıkıca sarılıyoruz, çünkü kalıcılık istiyoruz ve işte bu yüzden ölmekten korkuyoruz. Tanıdık olanı kaybetmekten korkuyoruz. Konumumuzun, insanlar üzerindeki otoritemizin devam etmesini istiyoruz. Aslında yaşamı olduğu gibi kabullenmeyi reddediyoruz.

Peki bu satırlardan ne anlamak gerekir? “Yaşamı olduğu gibi kabul etmek” bir cins pasif felsefe midir? Öylece, hiçbir şey yapmadan, “ben yaşamı olduğu gibi kabul ediyorum” diyerek, miskince nefes almak mıdır hedeflenen yaşam? Elbette, hayır. Sorunun cevabı aslında metnin içinde verilmiş; yaşam üreticidir ve bu yüzden ölüm vardır. Durağan ve sonsuz bir yaşam, bir çukurun içinde pisliğe mahkum kalarak öylece çürümektir. Bütün devrimci zihinler -ölüm gerçeğini kabul etseler de- üreticidirler; yaşam gibidirler: değişirler ve değiştirirler. Yaşamı olduğu gibi kabul etmek iki türlü gerçekleşir. Birincisi, bir yanılsama olarak; o pis, hareketsiz ve nehirden kopuk küçük havuzun içinde debelenip durarak. İkincisi ise, yaşam nehri ile birlikte akarak. Ve ancak, o nehirle birlikte akan canlı, üretici bir zihin ölümü kabul edebilir. Yaşama saygı duyduğu için, ölüme de saygı duyar.

Yaşamı ve ölümü kabul edemeyen insanlar ne yaparlar? Bir duvar örerler. Takip edelim:

Duvarları olmayan, kendi biriktirdiklerinin, topladıklarının, bildiklerinin yükünü taşıyamayan, zaman kavramı olmadan güvenliksiz bir yaşam süren bir zihin için yaşam sıradışı bir şeydir. Böyle bir zihin yaşamın kendisidir; çünkü yaşamın dinlendiği bir yer yoktur. Fakat çoğumuz böyle bir dinlenme yeri, küçük bir ev, bir isim, bir konum ister, bunların çok önemli olduğunu söyleriz. Kalıcılık talep ederiz ve aslında Tanrı olmayan, yalnızca kendi arzularımızın yansıması olan tanrılar icat ederek bu talepler üzerinde yükselen bir kültür inşa ederiz.

Yukardaki satırlar çok önemli. Çünkü o satırlarda çağdaş kapitalizmin ve kapitalist yaşam tarzının etkisinde hep “kendini bulmaya çalışan insanın” iç çelişkilerini de gösteren tespitler mevcut. Krishnamurti ustanın satırları bana o kadar çok şey çağrıştırıyor ki, hangisini yazacağımı şaşırdım.

Biriktirici zihnin donukluğu ve ölümcüllüğü. Yaşam gibi, ekonomi de devinmek ister. Bu devinim yolunun, sonsuz bir “biriktirme” arzusu ile tıkanması, toplumu gereksiz bir fakirliğe mahkum eder. Bu konu üzerinde çok durmak istemiyorum; zira ekonomi teorisyenleri bu olguyu zaten detaylı olarak işliyorlar. Benim üzerinde duracağım husus ise biriktirici bir zihnin psikolojik özellikleri. Biriktiren, ama işleme kabiliyetinden yoksun bir zihin ölü bir zihindir. Bir antikacıdır. Bilgiyi hapseden bir gardiyandır. Şunu iddia etmekteyim ki, veri saklama teknolojilerinin gelişmesi ile birlikte “statik” durağan bilgi sahibi olmamız giderek önemini kaybetmeye başlayacaktır. Daha şimdiden, terrabaytlar ölçülerini geçen veri toplama cihazları, öyle görünüyor ki, yakın bir gelecekte herhangi bir insan beyninden daha fazla veriyi saklayacak hale gelecekler. Öyle ise, bizi onlardan ayıran şey ne olacak? Bilgi sahibi olmak gereklidir ama yeterli değildir. Bilmek; sadece, Nil Nehri’nin uzunluğunu, falanca savaşın gerçekleşme tarihini, sineğin kaç gözü olduğunu ve benzeri milyarlarca veri parçacığını anlamsız bir şekilde biriktirmek değildir. Bunu yapan bir zihin, sayısız bilgi parçacıkları ile dolu olsa da üretici yeteneğe asla kavuşamaz. Çünkü üreticilik meydan okumaktır, sınırları zorlamaktır, isyan etmektir, yetinmemektir. İnsanların ezici kısmı ise, bırakın ansiklopedik bilgiyi, sadece kendi minik yaşamlarının bilgi parçacıklarını biteviye tekrar ederek yaşarlar ve o durağan, ölü yaşam havuzunun içine düşerler.

Devam edeyim. Çoğumuzun Tanrı zannettiği şey de budur. Kalıcılık özlemimizin ve biriktirici tavrımızın devasa bir yansıması. O şey, her şey olabilir; ama Tanrı olamaz. Eğer “Tanrı” derken, özlemlerimizi yerine getirecek bir tür irade arıyor isek, aslında Tanrı değil, mükemmel bir hizmetçi arıyoruz demektir. Tanrı var mıdır gerçekten? Bir yönü ile evet. Ama bir hizmetçi olarak değil, ismini kullanarak saplantılarımızı tekrar edeceğimiz bozuk bir plak olarak değil … tersine, bizde “tecelli eden olarak” bilinçli, seçici, savaşan ve üreten bir irade olarak vardır. Eğer her şeyi biz yapıyor isek, o zaman Tanrı’dan bahsetmenin anlamı nedir diye sorulacak olursa; kısmetse, bu derin konuyu belki başka zamanda açarım; şimdilik tek söyleyebileceğim şey, bizim evrenle birlikte şekillendiğimiz ve bunun bilincine vardığımızda evreni de kendimizle birlikte şekillendirdiğimizdir. Kaçamak bir cevap gibi görünebilir. Fakat “inancın” bir tür tembel avunması değil, irade gücümüzün bilincine varmamız olduğuna işaret ederek, geri kalan konulara geçiyorum.

Şunu belirtmiş Krishnamurti: “güvenliksiz bir yaşam isteyen bir zihin.” Püf noktası burdadır işte. Aslında hepimiz bunu biliriz. Yaşantımızın hiçbir garantisi yoktur. Bu yazıyı okuduktan sadece on dakika sonra bir kalp krizi geçirip ölebilirsiniz veya ben ölebilirim. Biliriz ama yine de güvenlikten vazgeçemeyiz. Bunu anlayışla karşılıyorum. İnsanız; sayısız zorluklar ile çarpıştığımız bu sahnede hepimiz artık bir parça sakinlik, düzen, güvence isteriz. Kimseyi ayıplamıyorum. Ama tehlikeli olan şey, bu güvenlik ihtiyacımızı tüm toplumda görme isteğimizdir; yani, herkesin kendimiz gibi olması isteği. Böyle insanlar da vardır. Sürekli olarak başkalarını kötüleyen, anlayamadıkları, deneyim sahibi olmadıkları hayatları yaşayan insanları mahkum eden zihinler. Bu istek, mükemmel bir totaliterlik doğurur ve kişinin kendisi ile birlikte tüm toplumu tek tipleşmeye yönlendirir. Her neyin adına yapılırsa yapılsın; din, ideoloji, devrim, sanat … hepsi tehlikelidir. Anlayamadıkları şey, tam da bu büyük insanın vurguladığı şeydir: “yaşam sıradışıdır”. Buna dikkatinizi çekerim. Yaşam gerçekten sıradışıdır. Eğer yaşam, tek ve belli bir formüle bağlı olarak sürekli ve aynen kendini kopyalayan bir şey olsa idi; sadece devinirdi ama hiçbir canlılığı kalmazdı. Bu aynı zamanda, evrimin de temel anahtarıdır ve umuyorum ki bir gün “yaratılışçılar” ile “evrimciler” arasındaki anlamsız kavga, bu olgunun derinlemesine anlaşılması ile sona erecektir. Yaşam, bazı yaratılışçıların anladığı gibi, belli bir prosedüre bağlı kalan bir tekrar makinesi değildir. Aynı oyuncağı, aynı prosedürle sonsuzluk boyunca üreten aptal bir imalat hattı değildir ve Tanrı’yı böyle kabul etmek, Tanrı’ya, yaşamın üretici gücüne hakaret etmektir. Ama yaşam tamamen keyfi de değildir.

Her yaptığını, bir saniye sonra mahveden, parçaları “şuursuzca” ve rastgele biraraya getiren, amaçsız, başıboş, sorumsuz bir dağıtıcı da değildir. Yaşam ürer, üretir ve kendi canlılığına bağlı kalarak yine kendi değişimine yol verir ve en az hayat kadar ölüm de bu canlılığın bir parçasıdır. Böylece, ustanın diğer cümlesine geçiyorum: “yaşam dinlenmez.” Dinlenir gibi görünürken dahi çürümenin içinden hayat, kaosun içinden düzen fışkırır. Ama düzen, bizim idealimizdeki, durağan düşüncemizdeki, şeylerin sıralanış biçimi değildir. Durum tam tersinedir aslında; bizler, sınırlı hayatımız içinde, bir şeylerin belli bir sıra ile ardarda geldiğini görür, buna alışır ve bunu “düzen” olarak nitelendiririz. Çoğu gözleme dayalı bu düşünsel alışkanlığımız ile, şeylerin hep böyle süreceğini farzeder ve bunun dışındaki bir kopuşu mantıksız, hatta inancımıza aykırı gibi görmeye şartlanırız. Daha açık bir ifade ile: Şeyler, belli bir düzen olduğu için dizilmez; öyle dizildikleri için bizim zihnimiz bu oluşu düzen olarak adlandırır. Devam ediyorum alıntılamaya:

Kalıcılık talep eden bir zihin çok geçmeden durgunlaşır; nehrin kenarındaki o havuz gibi kirlenir, bozulur. Yalnızca, duvarları, tutunacak yeri, bariyerleri, dinlenme yeri olmayan, tümüyle yaşamla birlikte hareket eden, zamansızca ilerleyen, keşfeden, patlayan bir zihin mutlu olabilir ve sonsuza kadar yeni kalabilir; çünkü, o, kendi başına yaratıcıdır.

Kalıcı bir mutluluk hali yoktur. Bir yanılsamadır. Bir biriktiriciliktir ve çürümüşlüğe özlemdir. Eğer böyle bir şey olsa idi, sonsuz bir acıya mahkum olurduk. Bir anın donması, bir hazzın hiç tükenmeden kendini tekrar etmesi, bir anının tekrar ve tekrar yaşanması korkulacak bir durumdur. Neyse ki, yaşam bu kadar acımasız değildir. Acımasız olan -kendine karşı da acımasız olan- bizim zihinlerimizdir; zira hep, durağan, donuk bir mutluluk hayali ile, geçmiş ile barışamaz; gelecek zaten belirsiz bir kavram olduğu için, onun belirsizliğinden korkarak yaşar ve yaşadığı anı bu iki soyut zaman algısı içinde sürekli olarak korkularına kurban eder. Yaşam, yaşadığınız andır.

Neden bahsettiğimi anlayabiliyor musunuz? Anlamalısınız; çünkü tüm bunlar gerçek eğitimin parçasıdır ve bunu anladığınızda tüm yaşamınız bir dönüşüm geçirecek; dünya ile, komşularınızla, eşinizle olan ilişkileriniz tamamen farklı bir anlam kazanacaktır. O zaman, tatmin peşinde koşmanın keder ve acıyı davet etmekten başka bir işe yaramadığını görecek ve kendinizi hiçbir şeyle tatmin etmeye çalışmayacaksınız. (…) Ama zihniniz bir kez ölü bir havuza yerleştiğinde, böyle bir zihin risk almaktan, araştırmaktan, keşfetmekten korkar; fakat hakikat, Tanrı, gerçeklik ya da aradığınız her neyse, o, bu havuzun dışındadır.

Çok güzel tesbitler. Tanrı, hakikat, mutluluk ve benzeri şeyler akar. Bunu görebiliyor musunuz? Akar. Durmaz, değişir, koşar, bölünür, ürer, yeni oluşlara yol verir. Bunu yürekten anlayabilir ve kabul edebilirsek, hepimizin içinde bulunduğu acınası durumu daha iyi idrak edebiliriz. Tanrı’yı ararız; ama o sonsuzdur, çoşkun bir enerjidir. Gerçeği ararız. Oysa gerçeklik, varolan gerçekliklerden yeni gerçeklikler üretir. Ama biz, değişmeden, öylece kalarak, değişen bir şeyi anlamaya, fethetmeye çalışırız. Durumumuz, dağın zirvesini görmek isteyen ama bulunduğu köyden dışarı bir adım atmaya cesaret edemeyen birisinin durumu gibidir.

Dinin ne olduğunu biliyor musunuz? Din ilahiler değildir; puja ayini ya da başka bir tören değildir; putlara veya taşlara tapınma değildir; tapınaklar ve kiliseler değildir. İncil ya da Gita okumak değildir. Kutsal bir ismin tekrar edilişi veya insanlar tarafından geliştirilmiş bir inanışın takip edilmesi değildir. Bunların hiçbiri din değildir.

Din, iyilik hissidir. Yaşayan bir nehir gibi, sonsuz bir hareket halinde olan sevgidir. İşte bu halde iken, artık hiçbir şeyin aranmadığı bir an geldiğini görürsünüz ve bu arayışın sonu, tamamen farklı bir şeyin başlangıcıdır. Tanrı, hakikat arayışı, tümüyle iyi olma hissi, iyiliğinin, tevazunun geliştirilmesi değil; zihnin icatlarının ve oyunlarının ötesinde bir şey istemek, yani o şey için bir duygu taşımak, onda yaşamak, o olmak – işte gerçek din budur. Fakat bunu ancak, kendiniz için kazdığınız havuzu terkedip yaşamın nehrine daldığınızda yapabilirsiniz. Ve o zaman, yaşam sizi istediği yere taşır; çünkü onun parçası olursunuz.

Bunu açmam gerekir. “Bir şey olmak hırsıyla” yapılan her şey çarpıktır; hatta özünde o şey iyi bile olsa. Tevazu sahibi olmak gerçekten bir erdemdir. Ama sırf ona “sahip olmak” için o şeyi yapıyorsanız, gerçekte asla tevazu sahibi olmamışsınız demektir; hatta hep iki büklüm yürüseniz dahi, davranışlarınız yapmacık kalacaktır. Olmayı denemeyin, kabul etmeyi deneyin; o zaman, bir davranışın gerçeği size kendiliğinden koşarak gelecektir. Farklı şekillerde dindar olabilirsiniz; bunun bir önemi yoktur. Buddha bir ağacın altında aydınlanmıştı ama biz bunu tekrar etmek zorunda değiliz. Krishnamurti’nin anlattığı, aslında çok eski bir Budist öyküsüne göndermedir. Hep aydınlanmayı isteyen sabırsız bir talebeye, hocası şunu sorar:

  • Yemeğini yedin mi?
  • Evet.
  • Öyleyse git ve yemek kabını temizle !

Öğrenci, yemek kabını temizlemek için yürürken bir anda değişim geçirir. Aradığı şey, herhangi bir şifreli metnin içinde saklı değildir veya bir büyük Guru’nun dağdaki yaşayışında değildir. Aradığı şey yaşamla bütünleşmektir ve yaşamla bütünleşmek için ilk yapması gereken şey yemek kabını temizlemektir, gerisi daha sonra gelecektir.

Pek çok topluma askeri, ekonomik üstünlük sağlayan Batı medeniyetinin anlayamadığı -veya yeni yeni anlamaya başladığı- şey budur işte. Zihin, yaşamla birlikte devinmedikçe, bir şeye sahip olsa dahi, hep sahip olamadığı yeni bir şeyin özlemi ile sürekli bir huzursuzluk hali içinde olacaktır ve zaten böyle olmaktadır.

Ölüm, orda bir yerde bekler. Aslında, ölüm beklemez. O hep bizimledir, bizim bir parçamızdır, biz onun beklediğini zannederiz. Biz kendimizi değiştirmezsek, yani o kokuşmuş, kirli yaşam havuzumuzdan, canlılık dolu nehre girmeye cesaret edemezsek, bizim yapamadığımızı, ölüm bizim için yapar.

Kolumuzdan tutar ve bizi nehre fırlatır.

Saygılarımla.


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir