Milli Eğitim eski bakanlarından Hasan Âli Yücel (1897-1961), halk eğitimine büyük önem vermiş, Dünya klasik eserlerinin Türkçeye çevrilmesini sağlamış, Köy Enstitülerini kurmuştur. Aşağıda, 1950 yılında Akşam gazetesinde yayımlanan bir makalesine yer verilmiştir. Gününüz aydın olsun…
***
Türkiye Cumhuriyeti millî bir isyan ve ihtilâlin eseridir. Bu ayaklanma, iki cepheli görünür: Biri dışarıya, diğeri içeriye…
Dışarıya olanı. 1914-1918 harbi sonucunda yenilmemiz üzerine düşmanların vatan topraklarını yer yer işgal etmelerine karşı Türk halkının silâha sarılmasıyla başlar. Önce millî ve mahallî kuvvetler halinde, daha sonra düzenli bir ordu kurularak istilâcı düşmanlarla döğüşmek suretiyle devam eder. İstiklâl mücadelesi, başlı başına bir hürriyet savaşıdır. Millî kitleyi esirlikten kurtarma hamlesidir. Bu ana hürriyet yolunda Türk milletinin mal ve can hürriyeti tehdit edilmiştir. Büyük çokluk, bu baskıyı iyi niyetle karşılamış, ödevlerini seve seve yerine getirmiştir. Nihayet İzmir’in ele geçirilmesi ve düşmanların denize dökülmesiyle askerî zafer, Lausanne Muahedesiyle de siyasî başarı; Türk milletine, kaybettiği hürriyeti, yeniden elde etme imkânını vermiştir.
İçeriye karşı olanı, Osmanlı Hânedanından gelen bir padişahın devleti parçalamak isteyenlerle beraber hareket etmiş olmasından doğar. Bunun talihsiz remzi, Kuvayi İnzibatiyedir. Düşman uçaklarıyla memleket göklerinden atılan Şeyhül-İslâm fetvaları, padişah tarafından âsi ve şakî ilan edilen millî kuvvetlerin, uğruna can verdikleri vatan toprakları üzerine düşüyordu. Ne hazin tecellî… Anzavur Balıkesir ve Bursa’da bu fetvanın âsi dediği Mustafa Kemal’e ve kuvvetlerine saldırıyordu. Bolu ve Düzce’de aynı ruhu taşıyanlar millî mücadele aleyhine baş kaldırmışlardı. Bunların topuna verilen “Hilâfet Ordusu” ismi, birtakım masum ve cahil vatandaşları aldatmaya yetiyordu. Hiyaneti Vataniye Kanunu ve onu tatbik eden İstiklâl Mahkemeleri bu iç düşmanları bertaraf etti. “Mustafa Kemal ve adamları Yunanlılardan eşeddir” (daha serttir, kötüdür) diyenlerin bu sözü, acı hâtıralardan biri olarak tarihimizde kalacaktır. Başkaca Çerkez Ethem meselesi ve Orta Anadolu’daki isyanlar, iç cephede birtakım sert ve kanlı mücadelelere sebep oldu. Fakat onlar da bastırıldı.
Yeni doğan millî devlet: İstanbul’da kalmış, Sevr Muahedesine razı olmuş, ihtiyar Osmanlı iktidarının aczi yanında hayatı, istikbali ve istiklâli temsil ediyordu. Her iki tarafın bulunduğu Londra Konferansını (27 Şubat-12 Mart 1921) anlatan yabancı bir gazeteci söyle yazar:
“Osmanlı murahhasları (yetkilileri) titrek ve zayıf, ihtiyar adamlardı. Murahhasların başkanı olan beyaz sakallı bir zat, üşümemek için bacakları üstüne bir yün battaniye örtmüştü. Anadolu murahhasları, sağlam, dinç, top ağzından fırlamış mermiler gibi hızla ve şiddetle salona girdiler. Padişahın temsilcileri klâsik Hasta Adam’ın, millî murahhaslar ise Anadolu yaylasının saf ve sağlam havasında büyümüş genç ve gürbüz Türk Devletinin hakikaten mümessilleri (temsilcileri) idiler.”
Bu genç devlet Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920′de kurulmasıyle hayata çıkmıştı. Fakat Birinci Meclisin kuruluşunu takip eden aylarda hemen birtakım siyasî hizipler kendini gösterdi. Bunların isimlerine bakmak, ayrı birer siyasî rejim veya hedef tutmakta hiçbir kesinliğe erememiş olduklarını anlamaya kâfidir. Belli başlıları şunlardı:
a) Tesanüt Grubu
b) İstiklâl Grubu
c) Müdafaa-i Hukuk Zümresi
d) Halk Zümresi
e) İslâhat grubu
(Merhum Hasan Alî Yücel’in bu tesbitini yorumlamak isterim. “Halk, istiklal, istikbal, ıslahat-yenilikçilik vs aslında boş kavramlar değil. Fakat bu kavramlara sığınılarak hangi niyetlerin gizlendiğini incelemekte fayda var. Zaten H.Âli Yücel meclisteki bazı grupların fikir ve hedef açısından çok yetersiz olduklarını defalarca detaylı olarak anlatmıştır.)
Meclis içinde duyulan hürriyet; bu ayrılıklara, hattâ bunlardan başka isimsiz, birtakım küçük teşekküllerin faaliyette bulunmalarına sebep olmuştu. Atatürk büyük “Nutuk”ta bunlardan şöyle bahseder:
Bu isimlerini saydığım hiziplerin herbiri Meclis müzakreatında (tartışılan konularda) temin-i inzibat ve tevhid-i ârâ (düzen temini ve renk birliği) maksadıyle teşekkül etmiş oldukları halde mevcudiyetleri aksini bâis oluyordu. (Aksini ortaya çıkarıyordu.) Filhakika adetleri çok, âzaları mahdut olan bu hizipler, birbirleriyle müsabakaya kalkışmışlar ve yekdiğerini dinlememek yüzünden âdeta Mecliste bir şûriş (ciddi ve samimi olmayan bir durum) vücuduna sebep olmağa başlamışlardı.
1933-34′de Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanıp Atatürk’ün incelemesinden geçerek onun tasvibiyle neşredilen Tarih Kitabı, bu meseleye temas ederken, Mecliste hizipler halindeki dış görünüşün bir içyüzü olduğunu söyler ve der ki:
En sağ cenahta hocalardan mürekkep olmak üzere İslâmcı Muhafazakârlar, sağ cenahta daha Mutedil Muhafazakârlar; sol cenahta ise çok miktarda Demokratlar, yâni Mustafa Kemal’in fikirlerini bütün netayici ile kabul ederek İstanbul müesseselerini kaldırıp halkın hâkimiyetine müstenit yeni bir Türk devletinin pürüzsüz teşekkülüne taraftar olanlar ve nihayet bunların daha solunda komünist tesirlerine az çok kapılanlar vardır. Ekser mebusan meclislerinde olduğu üzere bazan sağ cenahla en sol cenahın uyuştukları (anlaştıkları) görülüyordu. Fakat umumiyetle bu muhtelif cereyanlara tâbi olanların çoğu maksatlarını iyice anlayıp muhakeme ederek şuurla hareket etmek kudretini haiz değildirler. Çünkü siyasi malûmat ve hazırlıkları noksandı. Fikriyatı işlenmiş ve sarahat kesbetmiş (açıklığa kavuşmuş) ancak iki cereyan vardı: Birisi, Mustafa Kemal’in inkılâpkâr halkçılığı, diğeri hocaların mutaassıp dinciliği.
Büyük Zafer’den sonra toplanan İkinci Büyük Millet Meclisi; bu muhalefeti siyaset sahnesinden sildi. İkinci Mecliste ikinci bir muhalefet doğdu. Memlekette saltanat ve hilâfetin ilgası (kaldırılması) gibi yeniliklerden memnuniyetsizlik duyuluyordu. Yeni muhalefetin etrafını bu hava sarmıştı. Terakkiperverler, sosyal sahada inkılâpçılığı (yenilikçi devrimciliği) değil tekâmülcülüğü (kendiliğinden gelişmeyi, değişmeyi) kabul ediyordu. “Fikir ve itikad-ı diniyeye hürmetkârlık” prensibi, bu partiyi halk nazarında dinci (dinî değerleri koruyucu) gösteriyordu. Esasında sadece muhafazakâr bir parti olan bu siyasi teşekkül, menfi ruhların ayaklanmasına -pek tabiî istemeyerek- vasıta oldu. Fakat netice, acıydı. Şark isyanı birçok vatandaşların kanına ve canına malolunca ve İzmir suikastı hâdisesi ortaya çıkınca bu siyasi parti de tarihe intikal etti.
Hükümetin takip ettiği onarma ve devletçilik siyaseti, halk arasında yeni hoşnutsuzluklar doğuruyordu. 1930 Ağustos’unda merhum Fethi Bey tarafından kurulan “Serbest Cumhuriyet Fırkası” liberal bir iktisadi siyaseti temsil ederek ortaya çıkınca yalnız ekonomik bir merkez olmakla kalmadı, inkılâplardan memnun olmayış ruhu da onun etrafına toplandı. Atatürk’e şahsen ve fikirce bağlı olmalarına rağmen yeni partinin dış teşkilatına mürteci unsurların sızması, işi Menemen isyanına kadar götürdü. Genç subay Kubilay’ın başını kesen âsiler bu cinayeti yaparlarken hareketlerini şiddetle yasak eden Müslümanlığın ilahî remzi olan “Tekbir’i” yüksek sesle vecd ile tekrar ediyorlardı. Bu feci akibeti daha önceden hissetmiş olan muhalif parti lideri, partisinin kuruluşundan dört ay sonra ve Menemen hâdisesinden üç hafta önce fesih (kapatılma) kararı vermişti.
Millî tarihimizin henüz yazıları kurumamış bu sayfalarını tekrar okuduğumuz zaman görüyoruz ki, bizde siyasi muhalefet, partiler şeklinde uzuvlaştığı zaman, -onu kuranlar istesin istemesin- iktisatta liberal, sosyal konuda dinci görünüyor veya öyle gösteriliyor.
Liberal oluş: kitaplarda okuduğumuz, ansiklopedilerde izahatını gördüğümüz ekonomik doktrinden ziyade vergileri aza indirmek, istihsalciye (üreticiye) malını yüksek fiyatla satmak, istihlâkçiye (tüketiciye) malı aşağı fiyatla almak hülyalarını veren tezadlı bir tefsire uğruyor. Vicdan hürriyeti ise ancak kendi inanışını doğru bilip onun dışında olanları sindirmek, hattâ engelleyici hareketlerde bulunmak serbestliği haline geliyor. Netice, bir ilerlemeden daha çok bir gerileme oluyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan yirmi yedi sene sonra bugünümüze bakıp, sadece bu memleketin evlâdı olmak sıfatıyla bu konu üstünde düşünmekten, hattâ derin derin düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Temennimiz odur ki, bugünün muhalefetleri kadar iktidarı da müşterek oldukları ana prensiplerde Türk cemiyetinin en küçük bir gerilemeye uğramadan yürümesi için fikir birliği, iş birliği, emel birliği yapsın. Bizi, geçirdiğimiz acı günlerin baskılı havasına döndürmemek, ancak bu arkaya çeken kuvvetlere sert, ilerletmek isteyenlere müsamahalı iç politika ile olur. Amaç, iktidarın iktidara devamı, muhalefetlerin iktidara gelmesi olmamalıdır.
İnanılmış prensiplerin yerine getirilmesi yoluyla Türk milletinin refahı, saadeti, kuvveti ve medeniyette ilerlemesi, milletler bütününde ileri bir cemiyet olarak tanınmaya devam etmesi, hepimiz için her şeyin üstünde bir ideal olabilmelidir. Cumhuriyet, bir imkân rejimidir. Bu imkân iyiye götüren bir imkân olmaktan çıkmamalıdır. İnsanlık, şimdiye kadar hürriyetin ortaya çıkardığı uygunsuzlukları hürriyetten daha tesirli bir ilâçla tedaviye muktedir olamamıştır. Temelleri yüzbinlerce şehidimizin kanı ile yuğrulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, millet sevgisinin doğurduğu bir varlıktır. Onu, birbirimizi severek, birbirimize inanarak, kendi kendimizden şüphelere düşmeyerek vicdan huzuruyla bizden sonra gelecek nesillere devredelim.
Hasan Âli Yücel, Akşam, 30 Eylül 1950
LİNK :
Bir yanıt yazın