“Sansürcü Erdoğan
Erdoğan Fas’tan Habertürk’ü arıyor… Devlet Bahçeli’nin sözlerinin TV ekranından çıkarılmasını istiyor… Fatih Saraç panik içinde teknik servise bağlanıyor…”Kayan yazı ne varsa hepsini çıkarın” diyor.” Yurt Gazetesi-6/Şubat Perşembe
Başbakan tarafından kaldırılması istenen alt yazılar, MHP Genel Bşk.nı Devlet Bahçeli’ye aittir.
Peki, Sn. Bahçeli ne diyor? Başbakan’a hakaret mi ediyor? Hayır..
Esra Erol’un bebeğini düşürdüğü için reklamın iyisi, kötüsü olmaz anlayışı ile ekranlara yansıttığı o çok büyük üzüntüyle (!) dalga mı geçiyor?
Veya bakanları, onların oğullarını rüşvetle, kara para aklamakla mı suçluyor? Hayır…
Yahut Erdoğan’ın mahdum ve kerimelerinin kurduğu ve yöneticisi olduğu TÜRGEV’in kasasına giren 99 milyon doların nerden geldiğini mi soruyor? Hayır…
Hatta Adalet Bakanlığı’nın 4 bakanla ilgili fezlekeleri neden savcılığa geri gönderildiğini ve 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu’nu yürüten savcıların neden görevden alındığını da sormuyor…
Sadece ve sadece Gezi olaylarında Türk bayraklarıyla meydanlarda tek yürek “Her Yer Taksim (vatan)- Her Yer Direniş” diye haykıran Türk milletine uygulanan orantısız güç ve şiddet
karşısında Cumhurbaşkanlığı makamını göreve çağırıyor.
Erdoğan’ın gösterdiği tepkiyi anlamak mümkün değildir. Bu sansürcü davranış bir diktatörün, “ben yaptım, oldu” anlayışının yansımasıdır.
Bu yansıma 1930’lu yıllarda Nazi Almanya’sındaki dikta rejiminin siyah-beyaz fotoğraflarının, 2014’e yansıyan renklendirilmiş kopyalarıdır.
Türkiye “Tek adam diktatörlüğü”ne dönüşmüştür. 2014 Türkiye’sinin tek farkı, Nazi Propaganda Bakanlığı yerine, bir tek kişinin telefonla sansürü uygulamaya koydurmasıdır.
Adolf Hitler’in en güvendiği yandaşlarından biri olan Joseph Goebbels, Halkı Bilgilendirme ve Propaganda Reich Bakanlığı’nın başına getirilmiştir. Bu kurum, tüm medyadaki yazıların ve yayınların (gazete, radyo programları ve filmler) yanı sıra, genel eğlence ve kültür programlarını (tiyatro, sanat ve müzik) da sansürlemiştir. Dr. Joseph Goebbels’in liderliğindeki, Nazi Propaganda Bakanlığı, gazete, dergi, kitap, halk mitingi ve toplantısı, sanat, müzik, sinema ve radyo gibi Almanya’daki her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirerek, Alman halkının haber alma özgürlüğünü yok etmiştir. Herhangi bir şekilde Nazi inançlarına ya da rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramış ya da radyo ve gazetelerde yayımlanması yasaklanmıştır.
Film galaları basılmış, kitaplar yakılmıştır. Tüm iletişim araçları Nazi propagandası yapmıştır.
Türkiye’nin bir Propaganda Bakanlığı’na ihtiyacı yoktur. Yazılı ve özellikle görsel basın bu bakanlığın görevini seve, seve yapmaktadır. Senelerdir televizyonlarda Güneydoğu’daki aşiretlerin yaşam tarzını, geleneklerini beyinlere enjekte eden diziler ve filimler vizyondadır. Kürtçe isimler moda olmuş, Türk milleti dilini yitirmiştir. Türk’ün beyni Batı’dan kopyalanmış diziler ve yarışma programları ile hallaç pamuğuna dönüştürülmüştür.
Mitingler ve halk toplantıları İçişleri Bakanlığı’nın emriyle adeta yasaklanmış, “Benim valim-benim polisim” devreye girmiş Türk milleti cebir ve şiddetle karşı, karşıya kalmıştır. Gezi Protestolarında ve daha sonrasında gencecik insanların canına kıyılmış, kimi gözünden kimi de yaşamından olmuştur.
“Benim polisim” yeterli gelmemiş, iktidar partisinin gençlik kolları sokağa dökülerek emniyet güçleri ile birlikte kadın, kız demeden insanları insafsızca dövmüşlerdir.
Aslında sansürün ana sebebi, şimdiye kadar “gül” gibi geçinen “iki kuma”nın birbirlerine düşmesidir. İkisi de kara sevdalıdır. Aynı yastığa baş koymaktadırlar. Sevdalarının adı iktidar ve ranttır. Ancak kumanın biri fazla palazlanınca, aynanın karşısına geçerek; “Ayna, ayna var mı benden daha güçlüsü?” diye kabarınca, erkek evi “Dünya Hükümeti”, ABD vatandaşı olan öbür kumanın kucağına yolsuzluk, kara para aklama, ihale, rüşvet dosyalarını bırakıvermiştir.
Kimler yoktur bu dosyalarda?
“Ben sana varmam Bilal Oğlan ben sana varmam,
Yedi yıl karşımda dursan yine sana yalvarmam.”
“Bilal Oğlan” türküsü yeniden güncellik kazanmış, listelerde birinci sıraya yükselmiştir.
Dosyalar yüklendikçe iş çığırından çıkmış ve yolsuzluk dosyaları ayakkabı kutularına sığmaz olmuştur. Yargı, emniyet tarumar edilmiş, dünün “kahraman savcı ve yargıçları” tenzili rütbe ile haritadan yer beğenmişlerdir. Daha doğrusu onların yer beğenmelerine fırsat kalmadan “gereği yapılmış” ve nokta atışı ile yargı ve emniyet darmadağın edilmiştir.
Karşılıklı dua-beddualar birbirine karışmış, kirli çamaşırlar tek, tek ortaya dökülmüştür. Mütarekeci basının eski yandaş yazarları bile çalakalem yerli kumanın yüzündeki makyajı silmeye koyulmuşlardır.
Gözlerdeki sürme, kaşlardaki rastık, yanaklardaki allık, pudra silinince tüm gerçekler ortaya çıkmıştır.
“Bunların tümü yalandır.” “Dış güçlerin işidir.” “Cemaat kendi milli ordusuna kumpas kurmuştur.” Ve hatta bu yapılanların tümü “milli irade hırsızlığıdır.”
Ateş olmayan yerden duman tütmez derler ama ayakkabı kutusunda bulunan 4,5 milyon doların “Milli irade hırsızlığı” ile ilgisi nedir anlamak mümkün değildir.
Gerçekte Türk milletine Lozan’la tapulanmış bu ülkeyi ve toprakların zenginliklerini küresel çetelere peşkeş çekenler, kendi aralarında pay edenler milli irade hırsızlığının dik alasını yapmaktadırlar.
Erdoğan’ın dediği gibi internet sansürü ahlaksız paylaşımları önlemek için yasalaştırılmamıştır. Ortaya çıkan ve seçimler öncesi açıklanacağı ve iktidarı zor duruma düşüreceği iddia edilen yolsuzluk dosyalarının üzeri örtülmek için çıkarılmıştır bu yasa…
Minareyi çalan kılıfını hazırlar derler. Ancak minare kılıfa sığmamaktadır. Üstelik kılıf da yama tutmaz olmuştur.
Korkunun ecele faydası yoktur. Bu korku interneti karartmaya ve Türk milletinin haber alma özgürlüğünü yasaklamaya nedendir.
Tükenmişlik, çaresizlik yasaklarla gizlenilmeye çalışılmaktadır. Haklı olanın değil, güçlü olanın hakim olduğu dönem Benito Mussolini’nin sansürcü anlayışıyla aynen örtüşmektedir.
Ama sadece keser değil, hesap dönecektir.
09/02/2014
S.Figen ÖZEN
Yazıları posta kutunda oku