Yıllardan bu yana “Grupçuluk”, “Particilik” anlayışını bir türlü bırakamadık.
Futbol takımı tutar gibi parti tuttuk.
Üç – dört kişi bir araya geldi bir parti kurdu…
Grup kurdu…
Ama görüşlerine, düşüncelerine yakın olan bir partiye girip, mücadeleyi orada sürdürmeyi, gerekirse yanlış çizgide ilerleyenleri eleştirip, devrimci çizgiye davet etmeyi hiç akıllarına getirmediler…
Yurtseverler; amipler gibi bölündükçe bölündü. Parçalandıkça parçalandı. Çoğaldıkça çoğaldı…
Emperyalizmin “BÖL –YÖNET” kuralını eksiksiz, dört dörtlük uyguladılar…
Zaman geldi “Armutun sapı, üzümün çöpü” derken, parti ve grup kavramını vatan kavramının üstünde tuttular.
Antiemperyalist, antifaşist, “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” cephesinde yerlerini alacaklarına birbirlerine düştüler. Herkesi, her şeyi eleştirdiler… Kendilerinden başka herkesi “hain” ilan ettiler…
Bu konuda Attila İlhan şunları söyler:
“En büyük kötülük şu; Batı son 50 sene içinde Türkiye’de küçük küçük siyasi guruplar yaratarak bizi birbirimize düşürdü. Hâlbuki her şeyden önce bunların birleşmesi lazım ki vatan dokusu oluşsun.
Gazi’nin Ankara’da oluşunu bir düşünün. Gazi’nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇORA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi’yi de çağırmıştı.
İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi beraber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı. Şimdi de aynı espri içine girmemiz lazım.”
Parti üyeleri, parti başkanlarını bir seçti, pîr seçti…
Onları ömür boyu “dokunulmazlık” zırhına sardı…
Parti başkanlığına seçilen kişi, koltuğa oturduktan sonra kutsallık kazandı, ilahi bir kişiliğe büründü.
Büründürüldü.
Hani derler ya “Şeyh uçmaz, mürit uçurur…”
Bilim, akıl, uygarlık düşmanı gericiler, nasıl şeyhlerini uçurdularsa, sol tutucular da liderlerini uçurdular…
Ne eleştirildi, ne özeleştiri yapıldı ne de eleştirenlere izin verildi.
Eleştiri yapanlar hainlikle, işbirlikçilikle, ajanlıkla suçlandı…
Eleştiri – özeleştiri kavramı örgütlere sokulmadı…
“Benim başkanım en iyisini bilir, benim başkanım en iyisini yapar… Benim partim en iyi partidir, benim partim en doğru yolda gidenidir…” Denildi.
Emperyalizmle işbirliği yaptılar.
Bölücülerle işbirliği yaptılar.
Tarikatçılarla işbirliği yaptılar…
Sonra da “Particilikte olur böyle şeyler…” Dediler…
“Yeter ki sen kötüleyerek, karşı çıkarak, eleştirerek partimizi zayıflatma, iktidarın ekmeğine yağ sürme…”
Ama geriye dönüp baktıklarında bir arpa boyu yol alamadıklarını göremediler…
Ne var ki AKP, 12 yıllık iktidarı döneminde yurtseverlerin bu zaafından da yararlanarak çok yol aldı.
Tüm kurumları kendi adamları ile doldurdu. Kadrolaştı.
Okullardan ve resmi kurumlardan Atatürk, Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı kaldırıldı… Ordu paramparça edildi. Yargı siyasallaştırıldı… Siyasal İslam ABD emperyalizmi ile birleşerek 1923 Kemalist Cumhuriyeti yerle bir etti…
Komutanlarımız tutuklandı. Yazarlarımız, çizerlerimiz, gazetecilerimiz, aydınlarımız tutuklandı…
Yıllarını zindanlarda tükettiler.
Dokunulmazlık zırhına bürünen parti başkanları ise sadece seyretti. Kimse de onları eleştirmedi.
Başkanların gökten zembille inemeyeceği, onların da yanlış yapacağı bir kez olsun akıllara gelmedi…
Nasıl ki tarikat müritleri şeyhlerinin, hoca efendilerin her dediğini yapar, yanlış da olsa, doğru da olsa icraatlarına eleştiri getiremezse, bizim sol tarikatçılar da kuzu kuzu liderlerinin peşinden gittiler.
“Eleştiri – özeleştiri kurumunu çalıştırmadan bir partinin gelişemeyeceğini, güçlenemeyeceğini anlamadılar. “Evet efendim, sepet efendim, çok doğru söylediniz efendim” diyerek partiye daha çok kötülük yaptıklarının farkına varamadılar…
Uzun sözün kısası, SOL TARİKATÇILIK TERK EDİLMEDEN NE DEVRİM YAPILIR, NE DÜZEN DEĞİŞTİRİLİR.
Devrim yapmak isteyen herkes, düzeni değiştirmek isteyen herkes, çağdaş uygarlığı yakalamak isteyen herkes, yeri geldiğinde Tıbbiyeli İhsan gibi gerçekleri savunmalı ve zamanında isyan etmesini, hesap sormasını da bilmelidir…
SİVAS Kongresi’ne arkadaşları adına İstanbul’dan delege olarak katılan Hikmet adlı askeri tıp öğrencisi “manda” tartışmalarının yapıldığı bir sırada söz alarak, Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şu konuşmayı yapmıştı:
”Paşam! Delegesi bulunduğum tıbbiye, bağımsızlık savaşımızı başarmak için açtığınız çalışmalara katılmak üzere beni gönderdi. Amerikan mandasını kabul edemem. Kongre bu yolda bir karar verecek olsa bile, bunlar kim olursa olsun, bütün gücümüzle karşı çıkarız. Varsayalım ki, Amerikan mandasını siz de onayladınız. Size de karşı geliriz. Sizi kurtarıcı değil, Batı’cı sayarız. Tel’in ederiz.”
Mustafa Kemal Paşa da bu sözler karşısında çok duygulanıp “Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk Milletinin taşıdığı asil kanın ifadesine dikkat edin. Çocuğum kaygılanma; gençliğimiz ile övünüyorum. Parolamız tekdir ve değişmez: Ya istiklâl ya ölüm” diyordu…
Bir yanıt yazın