Yazımızın ilk bölümü oldukça yüksek reyting almış bulunuyor. Bu reyting, benim değil, elbette Nihat Hatipoğlu hocanın. Adamın ismi bile yetiyor reytingleri fırlatmak için efendiler.
Uğur Gevrek isimli okurumun yapmış olduğu yorum, konuya ilişkin bir yazı daha yazmamın gerektiğini hissettirdi bana. Uğur Gevrek’in yapmış olduğu yorum şu: “Adamın ne kötülüğünü gördün kardeşim? Adamın hakkına girme bilmeden. O adamın bildiklerini biz bilmiyoruz. Daha sahurdan yeni kalktım, adam yaşıyormuş gibi anlatıyor. Adamın bir kötülüğünü görmeden bu tarz iftiralar yanlış bence…”
Hayır, ben fert olarak Nihat Hoca’dan hiç bir kötülük görmedim. Çünkü ben, onun söyledikleriyle ve yazdıklarıyla amel eden birsi değilim. Öte yandan Nihat Hoca kadar olmasa da, ben de bir şeyler biliyorum elbette. Dini konularda en azından Uğur Gevrek isimli okurumdan çok daha bilgili olduğum ortada. En azından benim okur-yazarlığım, okuduklarımı ve dinlediklerimi anlama, yorumlama ve kıyaslama yeteneğim var. Ancak bu tür yetenekleri olmayanların, din adamı adı altında yazıp söyleyenlerden etkilendikleri kesindir. Yoksa bu toplum, durduk yerde güdülecek sürü haline gelir miydi sanıyorsunuz siz?
Uğur Gevrek, Nihat Hoca için diyor ki; “adam yaşıyormuş gibi anlatıyor!” E biz de aynı şeyi söylüyoruz kardeşim; adam yüzlerce değil, 1400 yıl önceki olayları bile bizzat yaşamış ve yaşıyor gibi anlatıyor. Çünkü büyük bir rol yeteneği var! Sanatını konuşturuyor! Hitabet sanatının bütün gereklerini yapıyor. Yeri gelince ağlayabiliyor, yeri gelince hüzünlenip mahzun olabiliyor. Yeri gelince de gülüyor. Jest ve mimiklerini harika kullanıyor. Antony Guin, “Çağrı” filminde tıpkı bir Müslüman gibi Hz. Hamza’yı ne kadar güzel canlandırmışsı, Nihat Hoca da o kadar güzel anlatıyor Hz. Hamza’nın şehit edilişini ve Uhut Savaşı’nı. Sanki Hz. Peygamber’in Ayneyn Geçidi’ne diktiği nöbetçilerden birsi de Nihat Hatipoğlu. Hatta onun Antony Guin’e göre bir avantajı daha var: çünkü o bir Müslüman!
İsterseniz gelin Nihat Hoca’nın rol yeteneğini daha yakından görebilmek için onun Merhum Babası Haydar Hatipoğlu’nu anlatışını kısaca bir görelim. Ancak onun sözlerine geçmeden önce babası Haydar Hatipoğlu hakkında kısaca bilgi verelim:
“1929’da Diyarbakır’ın Hazro İlçesinde doğdu. Müftü olan babasından özel Arapça, Hadis ve Fıkıh dersleri aldı. Hazro’da Müftülük yaptı. Orta ve lise tahsilini dışarıdan bitirdi. Zamanın Müderrislerinden Arapça, Nahiv, Sarf, Mantık, Beyan, Vazı, Münazara, Maâni, Bedi’, Fıkıh, Tefsir, Hadis ve Akaid İlimlerinin derslerin ikmal ederek birer ilmi icazet aldı. Siirt ve Uşak Müftülüklerinde bulundu. 1978 yılında Afyon Müftülüğüne atandı. 1980 Yılı Aralık ayında İzmir Müftülüğüne naklen tayin olan Haydar Hatipoğlu, 18.09.1987 yılında Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliğine atandı. Bu görevini sürdürürken 1994 yılında hac görevini yaptıktan sonra Medine-i Münevvere de vefat etti…”(1).
Nihat Hatipoğlu Babası Haydar Hatipoğlu’nu Anlatıyor
“…Babam, Resulullah (sav)’ın komşusu oldu… 23 Mayıs 1995 gece yarısı biz kendisini Esenboğa havaalanına getirecek uçağı beklerken Medinetü’r-resul’den telefon eden diş hekimi kardeşim Fatih, titrek sesiyle şöyle dedi: ‘Biz babamızı damat ettik. Aşık’ı Maşuk’a Resulullah’a teslim ettik. Cennetü’l Baki’de misafir edeceğiz.’ Ben o anda elimizden neyin gittiğini çok iyi biliyordum. 1987′de Mısır’a geldiğinde -bir anlamda kendisini deneyen- Ezher Ulemasının: “Sizin gibi bir alimin Türkiye’de olabileceğini tahmin edemezdik”, dedikleri Haydar Hatipoğlu hocamın, babamın gittiğini anladım. Hadis, tefsir,fıkıh, feraiz, bedii, meani, beyan velhasılı bütün dini sahalarda hüccet olan bir alimin toprağa gideceğini biliyordum. O hep Medine’liydi.
O hep Ravzayı Mutahhara’nın oralardaydı. Yatarken, yemek yerken, kürsüdeyken, kitap okurken hep Ravza’daydı. Allah da şahittir ki Hz Muhammed(s.a.s.) adını kullandığı her seferinde boğazı düğümlenirdi. Efendimizin adını rahat kullanamaz mutlaka ağlardı. Gece yarıları kalkar (teheccüt namazı) Resulullah’a aşkını ilan eden kasideler okurdu. Sabahları seccadesine elimi sürdüğümde secde yeri hala ıslak olurdu. O’nu hep şöyle hatırlayacağım: kitap odasında önüne birkaç kitabı açmış notlar alıyor, kitap üzerinde veya herhangi bir münasebetle Resulullah’ın adını andığında dudakları büzülüp sakalından aşağı yaşlar boşalıyor, gördüğü kim olursa olsun yüzüne tebessüm ediyor, seccadenin üzerinde sarığını sarıyor, evden çıkmadan duha namazı kılıyor. Kur’an okuduğunda bazı ayetleri dönüp-dönüp okuyor ve yüksek sesle ağlıyor, alacağı her kararda istihareye yatıyor, Kur’an ve sünnet uğruna canını feda etmekten zerre kadar çekinmiyor ve en zor şartlarda Kur’an ve Sünnetin, yani ehl-i sünnet akidesinin bir fedaisi gibi hep öne çıkıyor. Allah sana, zerreler adedince rahmet eylesin. Cennetmekan babam, seni hatırlıyorum! İbn-i Mace’yi şerh ediyordun.
Resulullah’ın vefatı bölümünü bir ayda bitirebilmiştin. ‘Resulullah’ın eli yana düştü..’ diyordun sonra ağlıyordun. Bir saat sürüyordu ağlaman. ‘Git, bugün daha yazamayız’ diyordun. Katibin olan ben ve kardeşim kalkıyorduk. İkinci gün oturuyorduk. ‘Ve Resulullah’ın ateşi yükseldi.’ diyordun, sonra yine hüngür-hüngür ağlıyordun. Sanki o an oradaymışsın gibi. Resulullah’ın vefatını nasıl yazdığımızı bir Allah, bir sen, ben ve kardeşim biliriz. Abdülhakim Arvasi (k.s.)’ın kabrini ziyarete gideceğimiz bir gün arabamıza bindiğimizde annemin esans kullandığını anladın. Artık yaşlı sayılan anneme: ‘hanım, git kokuyu gider, öyle bin arabaya. Koku sürünüp de dışarı çıkan kadına, Peygamberimiz: Melekler lanet ederler’ demiştir deyip annemi tekrar eve gönderdiğini hatırlıyorum. İslam’ın hiçbir hükmünü kimseye, hiçbir şeye feda etmedin. Hiçbir zaman gölgeye sığınmadın. İslam’ın hakikatını söylerken hiçbir kınayıcının kınaması seni zerre kadar etkilemedi. Allah ve Resulu şahittir ki hep öyle yaşadın, ailen içinde hiçbir günaha-harama müsaade etmedin.
Vefatında sonra Etlik Aşağı Eğlence’nin cemaati geldi. Meğer gitmeden Medine’de inşallah kalacağını ilan etmişsin. Kimine: ‘Resulullah’a bir arzuhalim var, inşallah bu sene cevap alacağım’ demişsin, kimine: “Medine’den firkat benim içimi yakıyor. Ne zaman Resulullah’a komşu olacağım, bekliyorum’ demişsin. Daha neler neler demişsin. Allah senin makamını ali etsin. Allah senden milyarlarca kere razı olsun. Sen vefat ederken de bize ders verdin. 18 Mayıs günü Medine’den dönecektin. 25′ine erteledin. Senin göğsünden ağrı duyduğunu haber alınca bir an önce gelmen için girişimlerde bulunduk. Medinede’ki kardeşim, Diyanet’in görevlileri, Medineli bazı aracılar, herkes seferber oldu. 18.30 uçağı olmasına rağmen senin gönlün 22.30 uçağındaydı. Annem diyor ki, arabaya bindiğinde dönüp-dönüp Ravzay-ı Mutahhara’ya bakıyormuşsun, ağlıyormuşsun. Havaalanına geldin.
Eşyalarla hiç ilgilenmedin. Annem sorunca; “Merak etme eşyan gidecek”dedin. Oradaki Kamil Bey’e bütün paranı vermek istedin. ‘Seydo, paran sana lazım olur’ dese de, bin doları verip: ‘Oğlum, benim bundan sonra para ile işim bitti.’ dedin. Yine anlamadılar. Nihayet turnikeden geçtin, uçak 23.30′a ertelendi. Herkesi uçak için otobüse alırlarken Sivaslı doktor Mecnun Bey’in ve ötekilerin şehadetiyle binmemeye çalışıyordunuz. Ayaklarınız gitmiyordu. Son anda doktora ‘gel abdest alalım’ dedin. Abdest aldınız. Herkes binmeye hazırlanırken siz oturdunuz. Sizi görenler diyor ki: ‘hocamız bir haber bekliyor da haber gecikmiş gibi huzursuzdu’. Doktor size sordu: ‘Bu kaçıncı hac!’ gülümsedin, elini sallayıp: ‘Bundan sonra sayılamaz’ dedin. Yine kimse anlamadı. Ama sen ne dediğini iyi biliyordun.
Çünkü orada hac mevsiminde defnedilen kıyamete kadar hac yapar. Sonra oturduğun yerde, sanki gelen haberciyi görmüş gibi, başını yana çevirdin ve sandalye üzerine eğildin o kadar. Ne bir çırpınma, ne bir sekerat. Hacılar tekbir getirdiler, seni öptüler. Ağladılar, seni müjdelediler. Sonra dediler ki: “Hocamızı pasaport işlemi bittiği için uçağa alıp Türkiye’ye götürelim.” Bu sefer cebindeki pasaport kayboldu. Tam bir saat da uçak onun için ertelendi. Pasaportu bulamadılar. Bulsalar, belki seni buraya getireceklerdi. Belki senin o güzel yüzünü görecektim. Ama sen habibinden uzak olacaktın. Seni bıraktılar. Uçak kalktı, baktılar ki pasaport cebinde. O gün sabah namazında Mescid-i Saadet’te bir senin cenazen vardı.
Senin cenazene bütün cemaat katılmış. Görevliler bu sayının yüzbinin çok üzerinde olduğunu söylediler. Seni Hz Osman’a yakın bir bölgede defnetmişlerdi. Seni gören herkes son üç-dört gün içinde yüzünün sakalından daha beyaz hale geldiğini söylüyorlar. Dr. Salih Bey: ‘Son bir gününde hocamın dünyayla bütün irtibatı kesilmişti…Bunu kelimelerle izah mümkün değil. Sanki vücut yok, ruh ver gibiydi.’diyor.
Bu Medine’ye, Mescid-i Saadet’in yanına, Cennetül Baki’ye defnin manevi hazırlığı olsa gerek. Babam! Ben seni övmüyorum. Ben Allah’ın Resulüne aşkı övüyorum. Resulullah sana sevgi buyurmuş. Ben, Allah’ın habibini övüyorum. Salat O’na, selam O’na… İbn-i Mace’yi bitirdiğin günü hatırlıyorum. Ah, diye bağırmış, ağlamıştın. Tam bir saat sürmüştü. Annem bizi odaya sokmamıştı. Sonra ne oldu, diye sorduk; dedi ki, ‘Baban diyor ki: İbn-i Mace’yi yazdıkça her gece Resulullah’ın yanındaydım. Ya ben bundan sonra ne yaparım?’ demiştin. Senin firakın bitti. Vuslat oldu. Ashabın kucağında Cennet’ül-Baki ehline verilecek umumi ve vacip olan şefaati bekliyorsun. Şimdi biz firakı yaşıyoruz.
Bu firak senin sevgilin olan Allah Resulüne kavuştuğumuz gün bitecek demek cüretini kendimde bulamıyorum. Cenazeni görenler, seni yıkayan Molla Burhan, hep senin o güzel yüzünle tebessüm ettiğini söylüyorlar. Onu öptük de öptük diyorlar. Ah, keşke bana da nasip olsaydı. Morga koyduk, morga güzel bir nisbet kokusu girdi diyorlar. Bana herkes ‘ah, babanın yüzünü göreydin!’ diyorlar. Göreceğim inşallah, firakın bittiği vuslat gününde göreceğim inşallah. Kitaplarına sahip çıkacağım. Senin baktığın yerlere senin vukufiyetinden çok uzak ama olsun bakacağım. Senin oğlun olmayı şerefle taşıyacağım. Senin bize öğrettiğin çizgin, kitap ve sünnet ölçüsü nefesim çıkıncaya kadar devam edecek.
Çünkü sen Resulullah’a nasıl aşık olunabileceğini gösterdin, öğrettin bize. Allah Resulune ve Hz Ömer’e dayanan soyunla sen mekanını buldun. Diyanet İşleri Başkanlığı sana pek çok hatim okuttu. Yüzlerce yerde gıyabi cenaze namazın kılındı. Herkesten Allah razı olsun. Bütün mü’min kardeşlerim sana haklarını helal ettiler, daha duyan herkes de edecektir inşallah. Ravza-ı Mutahhara’nın sahibine salat ve selam olsun; Baki’nin sakinlerine rahmet ve selam olsun…”(2).
Bir oğul, babasını ancak bu kadar güzel övüp yüceltebilir. Esasen sanki bir oğul, babasını değil de, bir mürit şeyhini anlatıyor gibi. Uçur da uçur, uçur da uçur! Nihat babasını değil de sanki geleceği önceden bilen keramet ehli bir şeyhi anlatır gibi değil mi? Babasını damat olarak Medine’de bırakmışlarmış! Âşıkı mâşukuna kavuşturmuşlarmış! Peki, gelin ve maşuk kim? Kim olacak Hz. Peygamber! Hz. Osman’ın kabrine yakın bir yerere defnetmişlermiş! Peki, Hz. Osman’ın kabri nerdeymiş? Neden ille de Hz. Osman? Üstelik Cennet’ül Baki denilen mezarlıkta hangi mezarın kime ait olduğu bile belli değil! Çünkü eski mezarlar tamamıyla tahrip edilmiş, yenileri ise belli bir süre sonra yerlerinden çıkarılıp başka bir yere götürülüyor. Çünkü Arabistan’da mezarlıkların sınırı hiç genişlemez.
Oğul Hatipoğlu’na göre; baba Hatipoğlu “Hüccet” derecesinde bir alim. Nedir hüccet? Delil ve burhan anlamına geliyor sözlükte. Bir anlamı da üst dereceli alim demektir. Hadis ilminde 300.000 dolayında hadisi ezbere bilen kişilere de hüccet denir. Baba Hatipolu İbn-i Mace’ye şerh yazacak kadar hadis ilminde ileri noktaya vardığına göre; oğul Hatipoğlu, “Hüccet” kavramını bu anlamda kullanmış olmalıdır.
Yazısında öğrendik ki; meğer Hatipoğlu sülalesi Hz. Ömer’in ve Hz. Peygamber’in soyundan geliyormuş! Yani Arap kökenli imiş bu aile! Peki, nasıl oluyor bu iş? Bildiğim kadarıyla Hz. Peygamber ile Hz. Ömer kan itibarıyla akraba değil. Hz. Peygamber’in, Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafza’dan çocuğu olmuyor. Demek ki; daha sonraki yıllarda ve asırlarda Hz. Peygamber ve Hz. Ömer’in soyundan gelenler arasında evlilikler oluşmuş ve bizim Hatipoğlu ailesi de bu evlilikten neşet etmiş! Peki, Nihat Hocam Seyyit mi yoksa Şerif mi? Beyanınca; Kamil bey isimli birisi babasına “Seydo-Seyda” şeklinde hitap ettiğine göre; Hatipoğlu ailesi, Hz. Hüseyin’in soyundan geliyor olmalı? Zaten bizim Kürtlerin yarısı Seyyiddir, diğer yarısı da Şerif(3). Bu adamlar, bu unvanlarla Osmanlıyı çok kemirdiler ve sömürdüler çok. Osmanlı, bu adamlar için “Nâkib’ul Eşraflık” adı altında bir kurum bile oluşturmuş ve bu adamları birçok vezaiften muaf tutmuştur.
Ayrıca doğuda ilim irfan sahibi büyük alimlere (melelere) de “Seyda” denilmektedir. Kim bilir, Kamil Efendi, belki de bunu kasıtla Haydar Hatipoğlu’na “Seydo” şeklinde hitapta bulunmuştur…
Ömer Sağlam
Bir yanıt yazın