Özge Kocakaya/Radikal Blog
18.05.2014 02:42:05
Bugün, tarihteki yerini kömür siyahıyla aldı. Her yer karbonmonoksitli karanlık kokuyor. Burnumun direğiyle gözlerim aynı anda sızlıyor. Biber gazı etkisine vücudum kendisini mi hazırlıyor yoksa? Çünkü yarın, sokağa çıkmayı gerektiriyor. Resmi olmayan açıklamalara göre yüzden fazla “ölü” var. Resmiler elbette korkmaktan açıklama yapamayıp, baştan savma, çok şey söylüyormuş gibi yapıp da hiçbir şey söylememece oynuyorlar. Şaşkın mıyım, tabii ki hayır. Durağanlığımın ardından bir öfkenin yükselişini an be an izliyorum.
2. Gün:
Ölümlerin sayısı biz nefes alıp verdikçe artmayı sürdürüyor. “Daha üç gün sürer hepsinin çıkarılması…” diyor kimileri. Nefesimi tutsam diyorum, illa ölüm gerekliyse ben ölsem de evde babalarını bekleyen çocuklar sevinse. Sonra bu duygusallıkla bir yere varılmaz, varılamadı deyip “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı” yeğliyorum. Akşam olunca soluğu Taksim’de alıyorum. Oraya ulaşana kadar kahkaha atabilen herkesten nefret ediyorum bir süreliğine. İstiklal’de hayat her zamanki gibi akıyor neredeyse. Robotlar ve araçları bir gösteriye hazırlanır gibi iki dirhem bir çekirdek olmuş, yeni kahramanlık destanlarını yazmaları için komut bekliyorlar. Yüzlerine kömür karası bulaştırmış insanlar bir grup insanın gözlerinin dolmasını, öfkesinin artmasını tetikliyorken, kimileri içinse anlamlandırma çabasına düşmeyecek kadar gereksiz, ortada dolaşıyorlar.
Arada gövde gösterisi yapanlar, gelmişken arkadaşları görelimciler, görmüşken hasret giderelimciler, ölüm ve yastan uzaklaşıp geçmiş zaman kahramanlarını anmaya koyulanlar üzüntümü ve umutsuzluğumu artırıyorlar. Bir köşeye çekilip sessizce yas tutuyorum. Henüz bir saat olmuşken yuh sesleri eşliğinde kaçan insanları ve yükselen gaz bulutlarını görüyorum. Üniformaların vicdan geçirmeyen kumaştan yapıldığını bir kez daha anlıyorum. Nasıl olduğunu anlamadan kalabalık bir topluluğun içinde daracık bir sokaktan kaçmaya çalışırken buluyorum kendimi. Bir ara arkamı dönüp baktığımda bol tazyikli su ve ardı ardına patlayan gaz bombalarını yakından izliyorum. Sokaktan çıkarken tam karşımızda görevi devralmayı heyecanla bekleyen robotumsular beliriyor. Öksürükler eşliğinde bir dükkana sığınıp nefes alabilmenin tadını çıkarıyorum!
Bu işte yine bir yanlışlık var diyorum. -Belki hayat yanlışlıklara verdiğimiz tepkilerimizle sınıyordur bizi, iyi ki buradayım.-
3.Gün:
Sabaha kadar oturup, koşturmacalı-acılı kabuslarla öğlene kadar uyuyorum. Güzel bir güne uyanmayacağımı bildiğimden midir bilmem, oyalanıyorum uyanmamak için. Uykum kabuslu, uyandığım gün kabustan beter ilerliyor. Dışarıdan gelen inşaat gürültülerine sinirleniyorum, yoldan vızır vızır geçen arabalara… Hayatı böyle bir günde de durduramıyor, bir parça tepki çıkarıp koyamıyorsak ortaya; ne işe yarıyoruz biz, doğadaki her varlıktan kendini üstün gören ve meydan okuyan; insan?!
Akşama kadar çaresizliğin farklı boyutlarında geziniyorum. Aptal yerine konmanın öfkesi acıyı bastırır hale gelmeye başlıyor git gide. Ölümlere neden olanlar, ölümlere tepki gösterenlere şiddetin her halini itinayla gösteriyorlar, akıllı telefondan izleyip cinsiyetçi küfürler savurmak dışında yapılabilecek bir şey gelmiyor elden. ” Ne gelir elmizden insan olmaktan başka…” dizelerini mırıldanıyor iç sesim, sık sık. İnsan olmamıza bile izin vermiyorlar oysa. Kral ve soytarıları tekmeler ve yumruklarla konuşmayı tercih ediyor; acıyı unutturup gündemi öfke ile değiştirmeye çalışıyor olduklarından şüpheleniyorum. O kadar akıllı olmadıklarını, sadece mahalle kabadayısı taraflarının devreye girdiğini anlamam uzun sürmüyor. Anlamlandırma çabalarım sürekli boşa çıkıyor.
Tokadı yiyen adamın konuşmaları, korkunun vücut bulmuş hali olarak dokunmatik ekranımdan suratıma bir tokat gibi iniyor. Hayatı boyunca sindirilmiş, önemsiz oluşunu içselleştirmiş alt sınıf mensubu ağbiler, devletin malına zarar gelmesini istemediklerini belirten konuşmalar yapıyor. Gerçekte devlet malını insan canından daha fazla önemsiyor olamaz diye düşünüyorum. Olsa olsa eline geçen önemsenmiş olma fırsatını değerlendirip, geleceğini düşünmüştür diyerek empati yoluna gidiyorum. Babasının ölüm acısıyla başbakanın yumruk acısını aynı anda yaşayan genç kız için söylecek cümlem kalmıyor, susuyorum. Kadıköy çağrısına kulak veremeyecek kadar ümidimi yitirdiğimi hissediyorum.
Hiçbir şey değişmiyor, çünkü talep edemeyen insanlarız. Çünkü olmuşla ölmüşün çaresinin olmadığına inancımız tam. Coğrafya gereği acısever yanımız da daima iş başında. Acısavar olarak ağlamayı dost biliyoruz. Çaresizliğimize acıyıp daha çok ağlıyoruz. Hep ağlıyoruz.
4.Gün:
Gündelik hayatıma devam etme zorunluluğum ile karşı karşıyayım. Hayatı durdurmayı başaramıyorum/z çünkü. Otobüse biniyorum her şey normal, iniyorum ve büyük afişlerde halen daha seçim sonrası kazanan belediye başkanlarının teşekkürlerini ve sahtekar gülümsemelerini görüyorum. Arada tek-tük küçük esnaf “Başımız sağolsun.” yazısı asmış camekana, o kadar. Ha bir de, Soma için hatim kampanyaları başlamış, “İsyan etme, dua et!” diyenlerin çoğunlukta olduğunu görmek hiç zor olmuyor. Radyodan ciğeri beş para etmez cinsinden devlet adamlarının ve patronların açıklamalarını dinliyorum. Kendilerinden emin ve bol sayılı, soğukkanlı konuşmaları midemi bulandırıyor, kanal değiştiriyorum. Neşet Ertaş’tan geliyor sıradaki parça, “Yazımı kışa çevirdin..”
“Ne söylesem boşa..” diyor, ağlıyoruz beraber.
Akşam olunca şehir şehir eylemler ve tabii saldırıların haberleri görmezden gelinecek gibi değil. Avukatlar kelepçelenmiş, on yaşında çocuk gözaltına alınmaya çalışılmış, gaz bombaları rutine dönmüş şekilde ortalıkta fink atıyor. Çocuk hapishanelerinin olduğu bir yerdeyiz; ‘taş atmak’ suçundan oraya gönderdiğimiz yüzlerce çocuğumuz var, şaşırmasam da ürperiyorum bir kez daha. İddia iddia üstüne: “Gerçek rakam gizleniyor, içeriden çıkarılmayan kayıtsız işçiler var, tehdit ediliyoruz…” İddia dediğime bakmayın, doğruluğundan şüphe duymuyorum bir çoğunun. Gerçekleştirebildiğim tek eylemliliğim Facebook iletisi yazmaktan öteye gidemiyor, duygu durumumu aktarıyorum : “Bir cinnet her şeyi halleder mi gerçekten? Eşiğinde oturdum sallanıyorum. Öldürme isteğim baş gösteriyor. “Yeter!” Diye bağırmayı denedim, hiçbir şey değişmiyor. “
5.Gün:
Resmi(!) açıklamalar arama kurtarma çalışmalarının sona erdiğini, 301 işçinin hayatını kaybettiğini söylüyor. Ağızdan bir çırpıda çıkıyor, sanki matematik dersi işliyoruz. Bir tane özeleştiri, özür içerikli konuşmaya tanıklık edemeden konu kapanıyor. Hiyerarşi sıralamasında aşağıdan yukarıya doğru herkes bir üstündekinin arkasını kollama görevini başarıyla tamamlıyor. Kısa sürede her şeyin unutulacağından hiç şüpheleri yok. Profesyonel katiller sırada bekleyen diğer cinayetleri işlemek üzere çoktan yola çıkmış olmalı. Kahramanlık destanlarına yenilerini eklemek isteyen birtakım tanımlanması güç cisimler Taksim ve civarında her geçen gün sayıları artmış bir şekilde, hazır halde beklemeye devam ediyorlar. Toma manzaralı ‘selfie’ çekerek, yayalaştırmak yerine tomalaştırdıkları Taksim’in bu yeni halini kanıksadığını ispatlayan yeni bir nesil büyüyor. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, bilmiyorum. İyi-kötü iç içe geçti. Doğru-yanlış göreceli. Yaşamlarımız, ömür sürelerimiz muğlak. Unutkanlık, içimizdeki kanser hücresi.
Kesin bilgi; ölüm.
Radikal Blog