ALİ ERALP
“Sarı öküz hikâyesi”ni hepimiz biliriz.
Çok sık anlatılır.
Bir zamanlar bir ormanda, bir öküz sürüsü ile aslan sürüsü yan yana yaşarmış… Öküzler besili, iştah açıcı… Aslanlar onları yemek için can atarlarmış… Ama onların her saldırısında öküzler hemen birleşip, güç birliği yaparak, sivri boynuzlarını aslanlara çevirirlermiş… Aslanlar çaresiz… Bu güçlü savunma karşısında arkalarına baka baka geri dönerlermiş…
Küçük hayvanlarla yetinmek zorunda kalan aslanlar, avlarının giderek azaldığını da görerek, çözüm yolları aramaya başlamışlar. İçlerinde en zayıf, en güçsüz olan topal bir aslan, “Siz işi bana bırakın, ben bu sorunu çözerim demiş…”
Daha sonra yanına iki de aslan alarak, beyaz bayrakla birlikte öküzlerin yanına gitmiş. Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilerle tatlı bir dille konuşmaya başlamış:
“Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öksüz’de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım.”
Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz”ü vermişler aslanlara. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış, ama kimseye derdini anlatamamış…
Daha sonra çeşitli bahanelerle topal aslanın bu planı tekrarlanmış… Bir gün uzun kuyruklu öküzü, bir başka gün parlak, siyah renkli öküzü istemişler…
Bu istekler sonunda öküzler güçsüzleşmiş, azalmış, aslanların her dediğine boyun eğer duruma gelmişler… İçlerinden biri liderleri Boz Öküze sormuş: “Ne yaptık biz, nerede yanlış yaptık ki bu savaşı kaybettik?”
Bu soruya Benekli Öküz yanıt vermiş. Ağlamaklı bir sesle: “Biz” demiş, “Sarı Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı…”
Ülkemizde ise yüce insan Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra verildi sarı öküz…
İktidara geçen onun yakın arkadaşları, ilk icraat olarak, Mustafa Kemal döneminde siyasetten uzaklaştırılan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf bey, Ali Fuat Cebesoy gibi isimleri yeniden işbaşına getirdiler. Bu davranışları ile bir bakıma Atatürk’ün politikasını yeniden düzenleme yoluna gittiler.
1945’lere gelindiğinde devrim yasaları ve Atatürkçü ilkelerin yerini liberalizm, dinci uygulamalar almaya başlamıştı. Kemalizm’in temelleri oyuluyordu.
12 Temmuz 1947’de imzalanan “Truman Doktrini” ile Ata’mızın “Tam bağımsızlık ilkesi, başkalarından borç ya da yardım almaksızın kalkınma planları” bir kenara atılıyordu. Kısaca söylersek, bundan böyle Türkiye her adımını Amerika’ya sorup atacak, ona rapor verecek, kredileri onun izni olmadan, dilediği gibi kullanamayacaktı.
Böylece, kan ve can pahasına kazanılan vatanımıza, ABD, tek kurşun atmadan, elini kolunu sallaya sallaya giriyor, geleceğimiz üzerinde söz sahibi oluyordu.
Bir de bu anlaşmanın üstüne üstlük, 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri konuluyor, Demokrat Parti iktidarından önce laiklik anlayışı siyasete kurban ediliyordu.
Atatürk’ün politikasında yapılan bu temel değişikliklerin ardından gelen iktidarlar, emperyalizmin acentesi gibi çalıştılar. Ülkeyi karanlığa gömdüler. Bu karanlıktan, iç ve dış talan ortamından kurtulabilmek için nice canlar verildi. Nice fidanlar darağaçlarında yok oldular. Niceleri yağlı kurşunlara geldi. Ömrünün ilkbaharında sevdalanmadan, çoluğa çocuğa karışmadan yeni açan bir çiçek gibi dalından koparıldılar.
Sustuk ve sadece seyrettik…
Uğur Mumcu’lar, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Muammer Aksoy’lar, Turan Dursun’lar göz göre göre katledildiler…
Her yurtsever aydınımızın ölümünden sonra, Ortaçağ kalıntısı şeriatçılar çıkıp, birbiri ardına bildiriler yayınladılar:
“Putçu Kemalist rejim… Lanet olsun tüm laik diktatörlüklere…”
Aydınlarımız, yurtseverlerimiz gelen tehlikenin farkına varmadı. Önemsemedi…
Silkinip, ayağa kalkmadı. Meydanları doldurmadı. Tepki vermedi…
Sağırdı. Dilsizdi. Kördü…
SARI ÖKÜZ VERİLMİŞTİ ZALİMLERE…
Oysa ABD’nin ezeli ve ebedi ortakları tekkeler, tarikatlar, cemaatler, şeyhler, şıhlar saman altından su yürütüyorlardı. Örgütleniyorlardı. Palazlanıyorlardı.
Gerici, işbirlikçi Çiller’lerden, Evren’lerden, Özal’lardan sonra gelip 2000’lere dayandık. 2002’de ABD planları ile AKP iktidar oldu. Ortaçağ karanlığı gibi kara bulutlar sardı her yanımızı …
Genç teğmenlerimizi tutukladılar. Yüzbaşılarımızı, albaylarımızı, generallerimizi enselerinden tutup, sabahın köründe arabalara doldurdular… Tutsak aldılar…
Ordunun kozmik odalarına girdiler…
Muhalefet liderleri sadece seyretti. Genel Kurmay Başkanı seyretti. “Adalet gereğini yapar dediler…”
İktidar, terör örgütü PKK ile önce gizliden, sonra açıktan görüşmeler yaptı. Bebek katilinin salyalarını akıtarak havlaması, bazı PKK’lı milletvekillerinin ülkemizden pervasızca toprak ve petrol istemesi işte bu görüşmelere dayanmaktadır.
Gülen Cemaati ile AKP omuz omuza, sırt sırta verip yargıyı, emniyeti, Milli Eğitimi ele geçirdiler. Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde Sınav sorularını çalıp, Kuleli’ye 500 Fethullahçı öğrenci yerleştirdiler. Onlar büyüdü, serpildi, boy attı… Komutan oldu… Savcı oldu… Yargıç oldu… Şimdi…
Askeri Yargıtay’a doldular. Orduya komutan oldular…
Uğur Mumcu bunu yıllar önceden haber vermişti:
“Onlar bir gün savcı olacak” demişti…
“İmam hatip okulları ne işe yarar? Bunlar imam hatip olmuyorlar. Yargıç, savcı oluyorlar, kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma kaymakam yetiştiren bölümlerdeki öğrencilerin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu gösterdi. 2000 yılına doğru baktığımızda vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak.”
OLDU…
Şimdi kendilerinden olmayanlara kan içiriyorlar…
Yurtseverlere işkence etmeye devam ediyorlar…
ZAMANINDA SARI ÖKÜZÜ VERMEYECEKTİK…
Ama olan oldu bir kez, hiç olmazsa aklımızı başımıza toplayalım artık, bir kez daha çamura düşmeden, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yolundan giderek, kurtuluşa koşalım…
(alieralp37@gmail.com)
Bir yanıt yazın