Almanya’da yaşamakta olan ve bu ülkeyi “ikinci vatan” olarak benimsemiş insanlarımız son günlerde çok üzgün ve de kızgın.
Vergileriyle “sağlam ekonomik gidişine” katkı sundukları Almanya’daki Türkiye kökenli insanlarımız seyrettikleri, okudukları yorum ve haberler nedeniyle aynı zamanda tedirgin de!
Bir yandan “ön yargılarla” ve “saygısızca tanımlamalarla” özellikle 25 Mayıs 2014 tarihinde yapılacak olan Avrupa Parlamentosu Seçimi öncesi “kışkırtılan” yeni “Türkiye düşmanlığı” ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik “kara propaganda”, diğer yandan hala “çifte vatandaşlık” haklarından mahrum bırakılmaları ve “NSU Cinayetleri” konusunda tatmin edici bir “hesap sorulma” adımının aksaması insanlarımızın “yaşadıkları ülkedeki” bu “vefasızlığa” haklı tepkilerini de beraberinde getirmekte.
Geçen Salı Günü Wiesbaden kentinde yaşananlar çok tatsızdı.
Wiesbaden’de aslında bugüne kadar “dostluk” kavramının içini doldurma konusunda takdir edeceğimiz bir “Wiesbaden-Fatih Dostluk Derneği” var. Güzel çalışmaları ile tanımaktayız. Ancak ne olduysa ve kimler etkilediyse son aylarda gerek “Gezi” konusunda tek taraflı “Türkiye’ye yönelik” garip faaliyetler içinde bize “hayırdır acaba ne oluyor” dedirtirken birden 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’nin hemen ardından Salı Günü için bir toplantı organize ediverdi.
İlginçtir: sanki seçimlerden başka bir sonuç bekliyormuşcasına bir Alman Kurumu’nun Türkiye kökenli çalışanını konuşmacı olarak davet ettikleri planlanmış bir etkinlikti. Bu arkadaşımızın seçimleri “objektif” olarak değerlendiremeyeceği de baştan organizatörler tarafından bilinmekteydi. Yanına da “Türkiye ile çok sorunlu” ve tüm toplantı boyunca bir papağan gibi “Türkiye’nin Erdoğan ile AB’de yeri yok” diye bir cümleyi ağzına dolayan bir Alman gazeteciyi de moderatör olarak oturttumayı da ihmal etmemişlerdi.
Yani baştan “tarafsızlık” söz konu değildi ve istenmiyordu.
Öyle de oldu.
Türkiye konusunda “eksik bilgiler” ve “yanlış yorumlarla” “bilgilendirmeyi” üstlenen arkadaşımıza lafım yok. O maaş aldığı kuruma hizmet ediyordu.
Ancak toplantıyı adil bir şekilde yönetmesi gereken moderatör tam bir “felaketti”.
Toplantıda sürekli “Türkiye’de bir diktatörlük” olduğunu, “onlarca gazetecinin hapiste” bulunduğunu, (ilginçtir tüm hukuk devleti prensipleri çiğnenerek) yargısız infaz ürünü “yolsuzluk” suçlamalarını, “medyanın tamamen hükümetin elinde olduğunu (nasıl bir cahillik ya da kasıttır bilinmez, çünkü Doğan Medya Grubu ve cemaat yayın organlarını ve etkilerini görmemek için kör olmak gerekir), “Suriye ile savaş çıkarmak için kışkırtıcılık” hükümetçe yapıldığını ve daha nice tek yanlı, saçma ve aslı olmayan iddiayı dinleyen az sayıdaki Türkiye kökenli katılımcılardan bir bayan “Başbakanını savunmak” istediğinde sataşmalar çok çirkinleşiverdi.
Bir çok Türkiye aleyhine “abuk, subuk” soru sorulurken tepki vermeyenler, başi örtülü bayan konuşurken “hani sorusu?” tarzı tepkiler verme konusunda birbirleriyle yarıştılar.
Ne yalanlar dinlemek zorunda kaldık: Protestan Kilisesi’nin basın sözcüsüyüm diyen bir şahıs “Türkiye’de papazlara dini giysilerini giymek” yasak diye palavrayı “salladığında” o ana kadar sessiz ama çok üzgün vaziyette toplantıyı izleyen bir Alman dostumuz “doğru değil bu anlatılan” diye patlamak zorunda kaldı ve “gerçeği” anlattı.
Ama ne yazıkki tek tepkiydi bu o akşam.
Toplantıya katılanlara karşı “doğru dürüst bir şekilde” cevap veremeyen ve “kasıtlı soru baskısına teslim olan” konuşmacının durumundan da cesaret alan moderatör de çoştu ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakarete vardırdı işi!
Bizler hala iyiniyetle “bu toplantıyı izlemeye geldiğimizi ve hatta Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in selamlarını ilettiğimizi” söylediğimizde suratlarını görmeliydiniz. Sanki Mustafa Demir’in seçilmesi onları çok rahatsız etmişti.
Zaten ne zaman “ama seçmenlerin ezici çoğunluğu bu kararı verdi, işte demokrasi” dediğimizde en başta moderatörün ve “Türkiye üzerine atıp, tutanların” tepkileri de bence “demokrasi adına utanç vericiydi”.
“Biz Şansölye Angela Merkel hakkında sizin bizim Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a yaptığınız hakareti kimsenin yapmasına izin vermeyiz. Bu saygısızlık “dostluk” kavramına hiç uymuyor ve bu salonda oturan tüm Türkiye kökenlileri rencide ettiniz. Bize “dostluk” adına çağırdığınız bu toplantıda büyük bir hayal kırıklığı yaşattınız. Bu akşam burada Türkiye’ye karşı önyargıların nasıl oluşturduğunu yaşadık. Üzgünüz” dedik.
Tam olur ya belki hatalarını farketmişlerdir diye düşünürken bir katılımcı “bizim Türkiye konusunda Almanlar’ın duymak istediklerini anlatan” arkadaşa “Türkiye’de sizin gibi akıllı politikacılara ihtiyaç” var diye saçmalamaya başlaması üzerine de toplantıyı terk ettik. İyi de oldu.
Alman medyasına yansıdı bu durum ve “moderatör protesto” edildi şeklinde aktarıldı.
Bu bu kadar detaylı dile getirdiğim toplantı Almanya’da yaşamak zorunda kaldıklarımızın sadece biri.
Medyada da aynı “tek yanlılık” ve “ön yargıların yayılması faaliyetleri” bu toplantılardan geri kalmamakta. Salı Günü yayınlanan “Süddeutsche Zeitung’ta” bir haber içinde insanlarımızın vergisiyle maaşı ödenen bir resmi eyalet kanalının “Türkçe yayınlar” çalışanı “Başbakanı tehlikeli bulduğunu” ve “Türkiye’nin diktatörlük olma yolunda” olduğunu söylerken sanırım “yüzü kızarmıyordu”.
“Kendi duymak istediklerini söyleyen” Türkiye kökenlilerin ağzından söylemek istediklerini söyleten çevreler Türkiye-Almanya Dostluğuna’da büyük zarar vermekteler.
İlginçtir “NSU Cinayetleri” söz konusu olduğunda “ama hukuk devleti” ve “mahkeme kararı-mahkemeye saygı” diyenler Türkiye’de “17 Aralık Darbe Girişimi” ürünü montajlara dayalı ve “yasadışı” her türlü “mafya yöntemi” ile iddia edilen “yolsuzluk” tarzı suçlamalar gündeme geldiğinde nedense tüm “hukuk devleti prensiplerini çiğneyerek” Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerini “suçlu” ilan etme yarışına girmekteler.
Bu çok çirkin bir “çifte standart”!
Almanya’da “dostumuz geçinenlerin de” ya da “tamamen Türkiye karşıtlarının da” kabul etmesi gereken gerçek Türkiye’de 30 Mart Yerel Seçimlerinde 18.908.695 seçmenin yani tüm seçmenlerin yüzde 45’inin (Wiesbaden için özel olarak yazıyorum: İstanbul’da 4.074.110 seçmenin yani tüm seçmenlerin yüzde 48,1’inin ve Fatih’te 122.519 seçmenin yani tüm seçmenlerin yüzde 48,7’sinin) AK Parti’yi seçtiği gerçeği. Üstelik bu bir Genel Seçim olsaydı belki de yüzde 55 olacaktı seçmen oranı!
Demokrasiye saygı seçmenin tercihine saygıyı gerektirir.
Maalesef 1 Nisan Salı Akşamı Wiesbaden’de bu “saygıdan bir iz” göremedik ve genel olarak Almanya’da bu “saygıyı” görememekteyiz. Yazık!
Bir yandan “ön yargılarla” ve “saygısızca tanımlamalarla” özellikle 25 Mayıs 2014 tarihinde yapılacak olan Avrupa Parlamentosu Seçimi öncesi “kışkırtılan” yeni “Türkiye düşmanlığı” ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik “kara propaganda”, diğer yandan hala “çifte vatandaşlık” haklarından mahrum bırakılmaları ve “NSU Cinayetleri” konusunda tatmin edici bir “hesap sorulma” adımının aksaması insanlarımızın “yaşadıkları ülkedeki” bu “vefasızlığa” haklı tepkilerini de beraberinde getirmekte.
Geçen Salı Günü Wiesbaden kentinde yaşananlar çok tatsızdı.
Wiesbaden’de aslında bugüne kadar “dostluk” kavramının içini doldurma konusunda takdir edeceğimiz bir “Wiesbaden-Fatih Dostluk Derneği” var. Güzel çalışmaları ile tanımaktayız. Ancak ne olduysa ve kimler etkilediyse son aylarda gerek “Gezi” konusunda tek taraflı “Türkiye’ye yönelik” garip faaliyetler içinde bize “hayırdır acaba ne oluyor” dedirtirken birden 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’nin hemen ardından Salı Günü için bir toplantı organize ediverdi.
İlginçtir: sanki seçimlerden başka bir sonuç bekliyormuşcasına bir Alman Kurumu’nun Türkiye kökenli çalışanını konuşmacı olarak davet ettikleri planlanmış bir etkinlikti. Bu arkadaşımızın seçimleri “objektif” olarak değerlendiremeyeceği de baştan organizatörler tarafından bilinmekteydi. Yanına da “Türkiye ile çok sorunlu” ve tüm toplantı boyunca bir papağan gibi “Türkiye’nin Erdoğan ile AB’de yeri yok” diye bir cümleyi ağzına dolayan bir Alman gazeteciyi de moderatör olarak oturttumayı da ihmal etmemişlerdi.
Yani baştan “tarafsızlık” söz konu değildi ve istenmiyordu.
Öyle de oldu.
Türkiye konusunda “eksik bilgiler” ve “yanlış yorumlarla” “bilgilendirmeyi” üstlenen arkadaşımıza lafım yok. O maaş aldığı kuruma hizmet ediyordu.
Ancak toplantıyı adil bir şekilde yönetmesi gereken moderatör tam bir “felaketti”.
Toplantıda sürekli “Türkiye’de bir diktatörlük” olduğunu, “onlarca gazetecinin hapiste” bulunduğunu, (ilginçtir tüm hukuk devleti prensipleri çiğnenerek) yargısız infaz ürünü “yolsuzluk” suçlamalarını, “medyanın tamamen hükümetin elinde olduğunu (nasıl bir cahillik ya da kasıttır bilinmez, çünkü Doğan Medya Grubu ve cemaat yayın organlarını ve etkilerini görmemek için kör olmak gerekir), “Suriye ile savaş çıkarmak için kışkırtıcılık” hükümetçe yapıldığını ve daha nice tek yanlı, saçma ve aslı olmayan iddiayı dinleyen az sayıdaki Türkiye kökenli katılımcılardan bir bayan “Başbakanını savunmak” istediğinde sataşmalar çok çirkinleşiverdi.
Bir çok Türkiye aleyhine “abuk, subuk” soru sorulurken tepki vermeyenler, başi örtülü bayan konuşurken “hani sorusu?” tarzı tepkiler verme konusunda birbirleriyle yarıştılar.
Ne yalanlar dinlemek zorunda kaldık: Protestan Kilisesi’nin basın sözcüsüyüm diyen bir şahıs “Türkiye’de papazlara dini giysilerini giymek” yasak diye palavrayı “salladığında” o ana kadar sessiz ama çok üzgün vaziyette toplantıyı izleyen bir Alman dostumuz “doğru değil bu anlatılan” diye patlamak zorunda kaldı ve “gerçeği” anlattı.
Ama ne yazıkki tek tepkiydi bu o akşam.
Toplantıya katılanlara karşı “doğru dürüst bir şekilde” cevap veremeyen ve “kasıtlı soru baskısına teslim olan” konuşmacının durumundan da cesaret alan moderatör de çoştu ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakarete vardırdı işi!
Bizler hala iyiniyetle “bu toplantıyı izlemeye geldiğimizi ve hatta Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in selamlarını ilettiğimizi” söylediğimizde suratlarını görmeliydiniz. Sanki Mustafa Demir’in seçilmesi onları çok rahatsız etmişti.
Zaten ne zaman “ama seçmenlerin ezici çoğunluğu bu kararı verdi, işte demokrasi” dediğimizde en başta moderatörün ve “Türkiye üzerine atıp, tutanların” tepkileri de bence “demokrasi adına utanç vericiydi”.
“Biz Şansölye Angela Merkel hakkında sizin bizim Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a yaptığınız hakareti kimsenin yapmasına izin vermeyiz. Bu saygısızlık “dostluk” kavramına hiç uymuyor ve bu salonda oturan tüm Türkiye kökenlileri rencide ettiniz. Bize “dostluk” adına çağırdığınız bu toplantıda büyük bir hayal kırıklığı yaşattınız. Bu akşam burada Türkiye’ye karşı önyargıların nasıl oluşturduğunu yaşadık. Üzgünüz” dedik.
Tam olur ya belki hatalarını farketmişlerdir diye düşünürken bir katılımcı “bizim Türkiye konusunda Almanlar’ın duymak istediklerini anlatan” arkadaşa “Türkiye’de sizin gibi akıllı politikacılara ihtiyaç” var diye saçmalamaya başlaması üzerine de toplantıyı terk ettik. İyi de oldu.
Alman medyasına yansıdı bu durum ve “moderatör protesto” edildi şeklinde aktarıldı.
Bu bu kadar detaylı dile getirdiğim toplantı Almanya’da yaşamak zorunda kaldıklarımızın sadece biri.
Medyada da aynı “tek yanlılık” ve “ön yargıların yayılması faaliyetleri” bu toplantılardan geri kalmamakta. Salı Günü yayınlanan “Süddeutsche Zeitung’ta” bir haber içinde insanlarımızın vergisiyle maaşı ödenen bir resmi eyalet kanalının “Türkçe yayınlar” çalışanı “Başbakanı tehlikeli bulduğunu” ve “Türkiye’nin diktatörlük olma yolunda” olduğunu söylerken sanırım “yüzü kızarmıyordu”.
“Kendi duymak istediklerini söyleyen” Türkiye kökenlilerin ağzından söylemek istediklerini söyleten çevreler Türkiye-Almanya Dostluğuna’da büyük zarar vermekteler.
İlginçtir “NSU Cinayetleri” söz konusu olduğunda “ama hukuk devleti” ve “mahkeme kararı-mahkemeye saygı” diyenler Türkiye’de “17 Aralık Darbe Girişimi” ürünü montajlara dayalı ve “yasadışı” her türlü “mafya yöntemi” ile iddia edilen “yolsuzluk” tarzı suçlamalar gündeme geldiğinde nedense tüm “hukuk devleti prensiplerini çiğneyerek” Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerini “suçlu” ilan etme yarışına girmekteler.
Bu çok çirkin bir “çifte standart”!
Almanya’da “dostumuz geçinenlerin de” ya da “tamamen Türkiye karşıtlarının da” kabul etmesi gereken gerçek Türkiye’de 30 Mart Yerel Seçimlerinde 18.908.695 seçmenin yani tüm seçmenlerin yüzde 45’inin (Wiesbaden için özel olarak yazıyorum: İstanbul’da 4.074.110 seçmenin yani tüm seçmenlerin yüzde 48,1’inin ve Fatih’te 122.519 seçmenin yani tüm seçmenlerin yüzde 48,7’sinin) AK Parti’yi seçtiği gerçeği. Üstelik bu bir Genel Seçim olsaydı belki de yüzde 55 olacaktı seçmen oranı!
Demokrasiye saygı seçmenin tercihine saygıyı gerektirir.
Maalesef 1 Nisan Salı Akşamı Wiesbaden’de bu “saygıdan bir iz” göremedik ve genel olarak Almanya’da bu “saygıyı” görememekteyiz. Yazık!