Çankaya’da İdamlık Bir Cumhurbaşkanı!

Ergenekon sanığı olarak 26 aydır tutuklu bulunan Genel Kurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ’un tahliye edilmesi, Yargıtay Em. Savcısı Ahmet Gündel gibi birkaç hukukçu ile PKK terör örgütü ve bu örgütün meclisteki uzantısı BDP ve herhalde bahsi konu davanın açılmasına sebep olan ve AKP hükümeti tarafından “Kumpasçı” olarak ilan edilen güç odakları (elbette 12 senedir bu kumpasçıları himaye eden iktidar partisinin ve bu partiye oy verenlerin belli bir kesimi) dışında kalan bütün toplum kesimlerinde gözle görülür bir ferahlama ve rahatlama yaratmış bulunuyor. Ahmet Gündel ismini hassaten söyledim; zira hazret Sayın İlker Başbuğ’un tahliyesini izleyen birkaç gündür ekran ekran dolaşarak, tahliyenin hukuka aykırı olduğunu söylüyor!

Neymiş efendim; Müebbet hapse mahkum edilen bir mahkum tahliye edilemezmiş! Esasen Eski Savcı Ahmet Gündel, Ergenekon ve Balyoz gibi davaların haklılığını savunan hukukçulardan birisi. Şimdi de bu dava kapsamında şunca yıldır tutuklu bululanların tahliyesine karşı çıkıyor. Ancak ne olur ne olmaz şunu da ekliyor adı geçen: İlker Başbuğ’un tutuklanması yanlıştı, yargılanma süreci yanlıştır, almış olduğu ceza yanlıştır ve tahliyesi de yanlış olmuştur! Hadi anlayın anlayabilirseniz. Allah bu milleti ve bu memleketi, bu tür hukukçuların şerrinden muhafaza buyursun. Yüce Yargıtay kimlerin eline kalmış böyle. Adam şu anda avukatlık yapıyor ama hâlâ “Yargıtay Savcısı” titrini kullanarak kendisine prestij sağlamaya çalışıyor iyi mi? Oysa kendisi, sadece ve sadece vaktiyle Yargıtay bünyesinde rutin işler yapan yüzlerce savcıdan birisi. Gelin görün ki; sanki Yargıtay Em. Cumhuriyet Başsavcısı gibi yıllardır hava atıyor tv ekranlarında. İlker Başbuğ’un tahliyesini savunan bütün hukukçularla tv ekranlarında kavga etti desem yeridir!

Tahliyesi konusunda duyulan ortak sevince bakılırsa; önümüzdeki Ağustos Ayı içinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde bence en şanslı ve en güçlü aday Sayın İlker Başbuğ’dur! Zira şu anda İlker Başbuğ ayarında birleştirici ve bütünleştirici bir Cumhurbaşkanı adayı da yoktur ortada. Tahliyesi sırasında görüldü ki; kendisini karşılamaya gelen insanlar arasında BDP dışında kalan bütün partilere mensup insanlar vardı Silivri Zindanı’nın cümle kapısında. Hatta yer yer AKP flamaları taşıyanları da gördük kalabalıklar arasında. CHP, MHP ve İP zaten tam tekmil oradaydı.  Bunun dışında; başta başbakan olmak üzere AKP yöneticilerinin, ısrarla tutuksuz yargılama isteklerini dile getirdikleri, tahliyesinden sonra da kendisine arayarak “Geçmiş Olsun” dileklerini ilettikleri biliniyor ki; bunların içinde Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan da var. CHP, MHP ve İP’lilerin ise baştan beri Sayın Başbuğ’un yanında oldukları zaten bilinmektedir ki; tutuklu olduğu sırada kendisinin CHP ve MHP liderleri tarafından ziyaret edildiği, konuya ilişkin ve lehinde olmak üzere bu partilerin yöneticilerince defalarca beyanat verildiği bilinmektedir.

İP ise liderleri Doğu Perinçek’in de aynı dava kapsamında tutuklu olarak yargılanıyor olması sebebiyle zaten Silivri’de kamp kurmuş bulunuyor. Hatta, İlker Başbuğ’un kitaplarını yayınlayarak baştan beri kendisiyle kader ortaklığı yapmış durumdalar. Yine Sayın Başbuğ’un, yasama gücünü de elinde tutan iktidar partisinin “Milli Ordu’ya kumpas kuruldu” şeklindeki çıkışının gölgesinde ve iktidar partisinin öncülüğünde yapılan yasal düzenlemeler  kapsamında Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara istinaden tahliye edildiği açıktır.  Böyle olunca; üzerinde az çok toplumsal konsensüs sağlanan en güçlü kişi şu anda Sayın İlker Başbuğ’dur ve ilk turu 10 Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için en şanslı aday bence  odur. Elbette aday olursa.

Esasen, Silivri Zindanı’na girerken “Türkiye Cumhuriyeti’nin 26’ncı Genelkurmay Başkanı, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten tutuklandı. Takdir yüce Türk Milletinindir” diye seslenen İlker Başbuğ, zindandan çıkarken yine Büyük Türk Milleti’ne seslenerek; “Beni 26 ay hürriyetimden yoksun bıraktılar ama 6 Ocak 2012 günü söylediğim gibi, Yüce Türk Milleti, oynanan oyunu, iddiaların geçersizliğini, bir Genelkurmay Başkanı ve karargahını terör örgütü karargahı ve terör örgütü olarak suçlamanın kabul edilmez bir durum olduğunu, bizlerin darbecilikle hiçbir alakamızın olmadığını Yüce Türk Milleti kısa zamanda anladı” demek suretiyle; tıpkı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının “Milli Mücadele” yıllarında yaptıkları gibi; dayanılması gereken yegâne gücün Büyük Türk Milleti olduğu gerçeğini vurgulamak suretiyle bana göre; Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Türk Milleti’ne bir mesaj da vermiş bulunmaktadır.

Öte yandan ben, bu milletin büyük çoğunluğu gibi baştan beri, büyük ölçüde bir NATO ve ABD operasyonu ve tamamen sanal bir dava olduğuna inandığım Ergenekon Davası sanığı İlker Başbuğ’un cumhurbaşkanı seçilmesiyle, NATO ve ABD ile birlikte onların yerli işbirlikçilerine de sağlam bir tokat indirileceğine ve Milli Ordu’ya sahip çıkılmış olacağına da inanmaktayım. Ayrıca ben, 4.5 ay tutuklu kalan bir kişinin başbakan olabildiği bir ülkede, 26 ay tutuklu kalan bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasında şaşılacak herhangi bir yan olmayacağına da kaniim!

Dava sonuçlanmadığına ve hüküm kesinleşmediğine göre; İlker Başbuğ’un  Cumhurbaşkanı adayı olmasının önünde herhangi bir engel bulunmuyor sanırım. Eğer aday olup seçilirse ve seçimden sonra yerel mahkemenin vermiş olduğu hüküm onanırsa; ortaya çıkacak manzara şudur: ÇANKAYA’DA İDAMLIK BİR CUMHURBAŞKANI!  Çünkü İdam cezası kaldırılmamış olsaydı İlker Başbuğ herhalde İdam cezasına çarptırılmış olacaktı! Ne var ki; ceza yasasında böyle bir ceza bulamayan mahkeme heyeti, ikinci en ağır cezayı verdi İlker Başbuğ’a; Ağırlaştırılmış Müebbet Hapis!(bu cezanın daha sonra müebbet hapse çevrildiği söyleniyor).

Ancak biz bu hukuk garabetinin ve hukuk üzerinden yürütülen güç savaşının uzun sürmeyeceğine ve yanlıştan dönüleceğine inananlardanız. Bizim bu konudaki inancımız aslında yeni de değildir. Biz, ta başından beri bu davanın, Türk toplumunu ve siyasal rejimimizi değiştirmeye, devletimizi ulus devlet yapısından çıkartıp federal bir yapıya dönüştürmeye matuf siyasi içerikli ve sanal bir dava olduğunu savunduk durduk. Ve bizim, Diyanet’te çalıştığımız sırada  bu konuda yapmış olduğumuz konuşmaları dinleyenler ve bu konuda yazdığımız yazıları okuyanlar, ne yazık ki o günlerde şaka ile karışık bizi de “Ergenekoncu” ilan etmişlerdi. Doğrusu o tarihlerde hiç kimseyi inandıramamıştım kendime! Bugün gelinen noktada hükümetin bile “Milli Orduya kurulmuş kumpas” ve “Paralel Devletin yargıdaki uzantılarınca tezgahlanmış bir oyun” olarak ilan ettikleri bu davaya ve dava konusu Ergenekon Terör Örgütü’nün varlığına inanan bizim AKP ve Cemaat Mensubu Diyanetçiler, şimdi biraz olsun utanmışlar mıdır bilmiyorum. Umarım utanmışlardır ve bize olan özür borçlarını bir an önce öderler.

Ergenekon ve Halepli Abdürrahim Efendi Davası!

Bugüne kadar “Ergenekon Davası”nı konu alan veya kıyısından, köşesinden bu davaya dokunduğum birçok makale kaleme aldım. Bu dava hakkındaki en saf ve en temiz kanaatim, elbette davanın açıldığı tarihlerde yazmış olduğum ilk yazılar olmalıdır. Bu kanaatim aslında hiç değişmemiş olsa da yine de en temiz ve su katılmamış olanları o ilk yazılardır. Zira sonraki yazılarda belki bir miktar temkin ve en azından bir miktar oto sansür olabilir diye düşünüyorum. Bu bakımdan, arşivimde yapmış olduğum küçük bir gezintiden sizler için seçtiğim ve bu davanın bugün geldiği noktayı az çok tahmin ettiğim 14.07.2008 tarihli ve “Ergenekon ve Halepli Abdürrahim Efendi Davası!” başlıklı yazımı tekrar bilgilerinize sunuyorum(*). Umarım beğeni ile okursunuz:

Ah şu gazeteci milleti; yaptıklarına bir türlü akıl sır ermiyor! Toplumu germekte, kliklere, gruplara ve bloklara ayırmakta üstlerine yoktur. Olayları haklı olarak kendi pencerelerinden bakarak yorumlayanların yanı sıra, başkalarının pencerelerinden, hatta başkalarının koltuk ve etek altlarından bakarak yorumlayanları da var. Bu durum, AKP’nin kapatılması davası ve Ergenekon soruşturması ile bir kez daha su yüzüne çıkmış bulunmaktadır…

“Elveda Rumeli” gibi bazı favori TV dizilerim vardı. Bu diziler sezon finali yapalıdan beri ben de Televizyona “Elveda” demiş dudumdayım. Mecbur olmasam haberleri de izlemeyeceğim. Çünkü izledikçe içim kararıyor, moralim bozuluyor. Şöyle iç açıcı, umut ve moral verici hiçbir haber yok televizyonlarda. Bir kanalda kene saldırısı varsa öbür kanalda PKK saldırısı var. Bir kanalda Kato Dağı’nda ya da Tunceli’nin bilmem neresinde mayın tuzağına basarak şehit olanların haberi var, diğerinde ise ABD konsolosluğu önünde girişilen terörist saldırıda şehit olan güvenlik görevlilerimizin haberi (Allah cümlesine rahmet eylesin). Diğerleri ise ya İzmir’in içme suyundaki arsenik oranının yüksekliğini ya da İstanbul’da musluklardan lağım suyu aktığını haber veriyor. Haberlerin veriliş biçimi ve haber seçimi de büyük oranda gazetecilerin hüneri tabi. Dedik ya; ah şu gazeteci milletli diye. Pireyi deve yapmakta üstlerine yoktur…

Geçen hafta yayınlanan “Siyaset Meydanı” ile “32. Gün” programlarına gözüm ilişti ve birkaç dakika da olsa bakmak zorunda kaldım. Siyaset Meydanı’nın ağır topları gazeteci Ümit Zileli ve Nazlı Ilıcak’tı. 32. Gün programının ağır topları ise gazeteci Gülay Göktürk ve Prof. Dr. Yalçın Küçük. Diğer konuklar ise tamamen birer figürandan ibaret kaldılar söz konusu programlarda. Dün akşam Haber-Türk TV kanalında yayınlanan “Basın Kulübü” programının yıldızı ise gazeteci Kürşat Bumin idi. İsme bakar mısınız lütfen Kürşat Bumin! İsmine bakarsanız, Ergenekon soruşturması kapsamında içeri alınması gereken ilk kişi Kürşat Bumin’dir! Tıpkı Gülay Göktürk gibi!

Çünkü Göktürk, Bumin ve Kürşat isimleri direk Ergenekon çağrıştırmaktadır insanda! Malum Bumin Kağan, Birinci Göktürk Devleti’nin kurucusu ve bu devlet, Ergenekon Destanı’nın geçtiği olayı müteakiben tarih sahnesine çıkmıştır. Bu sebeple Bumin Kağan, muhtemelen Ergenekon Destanı’nda konu edilen Türk Prensi olmalıdır. Hani şu demir dağı eritip Asena’nın peşinden giderek halkını Ergenekon’dan çıkaran prensten bahsediyorum.  M.S.534’ten itibaren adını duyurmaya başlayan Bumin Kâğan,  552 yılında Birinci Göktürk Devleti’ni kuran şahsiyettir…

Kürşat ise, Göktürk prenslerinden olup, (bir kaynakta) Göktürk Hanedanı’ndan 10. Büyük Türk İmparatoru Çuluk Kağan’ın küçük oğlu olduğu yazılıdır. 39 arkadaşı ile birlikte Çin Sarayı’nı basan, Türk özgürlük ateşinin çerağı ve sembol ismidir Kürşat. Kürşat Bumin, işte bu iki ismi mahlas olarak kullanmaktadır yazılarında ve katılmış olduğu TV. Programlarında. Tıpkı Gülay Göktürk’ün, kendisine Göktürk soyadını kullandığı gibi. Ancak gelin görün ki; kendilerine eski Türk tarihini çağrıştıran ad ve soyadları seçen gazetecilerin hemen hepsi, var olduğu söylenen Ergenekon yapılanmasına ve Ergenekonculara karşı olan cephede yer almış durumdadırlar(1).

Hele hele bayan gazeteciler. Sanırsınız hepsi birer tarih uzmanı ve devlet yönetme üstadı! Bunların en ünlüsü Nazlı Ilıcak olmalıdır. 32. Gün programında dedi ki; “Emekli Orgeneral Şener Eruygur, daha muvazzaf iken Atatürkçü Düşence Derneği’ni kurdurarak darbe planları yapmaya başlamıştır!” Gazeteci Ümit Zileli, “Ne alakası var, bu dernek 1990’lı yıllarda, öldürülen ünlü hukukçu Prof. Dr. Muammer Aksoy tarafından kurulmuştur” şeklinde düzeltme yaptıysa da Nazlı Ilıcak, “Her neyse” diyerek bu konuda ne kadar kaşarlı olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu tavrıyla Nazlı Ilıcak, Fatih Altaylı’ya “Atatürk’ü sevmediğini ve Humeyni’yi sevdiğini söyleyen ve Milli Mücadele’nin “Nene Hatun’un Kahraman Maraş’ta Fransız askerlerince taciz edilmesiyle…” başladığını söyleyen türban savunucusu zavallı kızın durumuna düştüğünün farkında bile değildir. Değil mi ki Nazlı hanımın milletvekilliği, Ergenekon Soruşturması kapsamında tutuklanan kişilerin temsil ettiği zihniyet tarafından geri alındı, o zaman “delidir, ne yapsa yeridir” hesabı, veryansın, altta kalanın canı sıksın! Üstüne üstlük o, Yassı Ada mağduru Muammer Çavuşoğlu’nun kızı olma kimliğini de taşıyor üzerinde. Bu sebeple askerlere ve TSK’ne karşı biraz şaşı bakmaktadır her nedense… 

Bu kategoriye giren bayan gazetecilerden birisi de Nuray Mert olmalıdır. Dünkü Basın Kulübü programının konuklarından birisi de Nuray Mert idi çünkü ve Nazlı ve Gülay hanımlarla benzer laflar etti program boyunca. Bakın neler diyor Nuray Mert;

“… Bir kere şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Bu bir darbe girişiminin önlenmesi süreci midir; yoksa darbe girişimi hazırlamak üzere bir araya gelmiş, başaramamış, başarma ihtimali de tartışılacak bir çeteleşmenin yargılanması mıdır? Veriler ikincisi olduğunu gösteriyor. O yüzden zaten bildiğim kadarıyla terör suçundan yargılanacaklar. Terör bir suç mudur? Tabii ki suçtur, ama meseleyi birbirinden çözülmez hale getirip sonra bir darbe yapılacakmış da engellenmiş gibi takdim etmek,  işte o bir şeyi efsaneleştiriyor.”(2)

Görüldüğü gibi Nazlı Ilıcak ve Nuray Mert gibi delikanlı gazeteciler, çoktan hükümlerini vermiş durumdalar: Org. Şener Eruygur ve Org. Hurşit Tolon gibi generaller muvazzaf iken ve darbe yapmak amacıyla Atatürkçü Düşünce Derneği diye bir dernek kurduruyorlar, emekli olunca da bu derneğin başına geçip fiilen çalışmaya başlıyorlar. Ancak Cumhuriyet Mitingleri düzenlemek gibi biraz yüksek sesli düşündüklerinden ve hedef saptırmak maksadıyla kendileri gibi düşünen Cumhuriyet Gazetesi’ni bombalatmak ve Danıştay II. Dairesine silahlı baskın düzenletmek gibi biraz patırtılı gürültülü çalıştıklarından yakayı ele verip Kandıra’yı boyluyorlar! Bayan gazetecilerimiz genelde böyle düşünüyorlar…

***

Ergenekon diye bir örgüt var mı, emekli generaller böyle bir örgüte gerçekten üye mi ve bu adamlar gidip Bodrum’da ve Marmaris’te üst devrelerinin yaptıkları gibi emekliliklerinin tadını çıkarmak varken neden darbe gibi başarısız olunduğunda kelleyi kaybetme riski bulunan bir eyleme teşebbüs ettiler (tabi ettilerse) elbette bilmiyoruz. Bu davanın sonucu nereye varır onu kestirmek de bizim için muhaldir. Temennimiz, hukukumuzun bu davadan başarı ile eğer haksız yere suçlananlar varsa onların da aklanarak çıkmalarıdır. Ancak bizim emekli generaller inşallah Halepli Abdürrahim Efendi’nin durumuna düşmezler (ya da tam tersi onun gibi bu davadan aklanarak çıkarlar)! Aksi takdirde, Pkk’ya karşı yıllardır dağlarda savaş verdikleri için bu milletin saygısını ve güvenini hak etmiş olan bu insanların, iddia edildiği gibi gayrimeşru faaliyetler içine girmeleri bu milleti cidden üzer. Üstelik işin içinde bir de Çuval Hadisesi olunca…

Meraklısı için isterseniz Halepli Abdürrahim Efendi’nin başına gelenleri bir de biz anlatalım:

Halepli Abdürrahim Efendi uzun entarisi ile dolaşır, altına don giymezmiş…
Bir gün Halep çarşısında dolanırken şiddetli bir rüzgâr çıkmış… Entari havalanmış…
Halepli Abdürrahim Efendi’nin açıkta kalan maslahatını herkes görmüş…
Esnaf kendi arasında homurdanmış, bu uygunsuz durumu Kadı’ya kadar duyurmuşlar…
Kadı da Abdürrahim Efendi’yi adaba mugayir davranışlarından dolayı yargılamak
üzere mahkemeye çağırmış…

Dava görülmeye başlamış…

 

Kadı kimlik tespiti yaparken sormuş:
‘Evli misin?’
‘Evliyim… Dört karım, dört de cariyem var…’
‘Kaç çocuğun var?’
‘Dur hele Kadı Efendi düşüneyim?’
Halepli Abdürrahim Efendi başlamış düşünmeye,
düşünürken de parmak hesabı yapmaya…
‘Birinci karıdan altı çocuk… İkinciden dört
çocuk… Üçüncüden iki kızım var ellerinden öper…’
‘On iki etti… Başka?’
‘Küçük karıdan da üç çocuk… Cariye kullarından ikişer çocuk daha…’
Bizimki sadece sayı söylüyor… Hesabı Kadı yapıyor…
‘On dokuz etti… Başka?’
Başka yok Kadı Efendi… Hanımlardan üçü hamile…
Cariye kullarından da ikisi yüklü…’
‘Yani beş çocuk daha yolda…’
‘Sayende Kadı Efendi…’
Halep Kadısı bu ifade üzerine biraz düşünmüş…
Uzun, kır sakallarını karıştırmış…
Karşısında boynu bükük duran Abdürrahim Efendi’ye
uzun uzun baktıktan sonra ‘Yaz kâtip’ deyip hükmünü açıklamış…
‘Halep’de mukim, Abdülmecit’ten olma Raziye’den doğma
Abdürrahim Efendi’nin don giymeye fırsat bulamadığından beraatine…’ 
14.07.2008

__________

1-Öte yandan kaderin cilvesi midir yoksa tesadüf müdür nedir bilinmez; Ergenekon soruşturmasına kayıtsız şartsız destek veren medya mensuplarının ad soyadları gibi bu davanın sanıklarından bazıları da eski Türk Devletleri’ne ait soyadları taşımaktadırlar. Örneğin Şener ve Hurşit paşaların soyadları olan “Eruygur” ve “Tolon” kelimeleri, bize Uygur ve Tolonoğulları Devletlerini çağrıştırmaktadır. Sinan Aygün’ün soyadı olan “Aygün” ise Oğuz Kâğan Destanı’na göre Oğuz Han’ın altı oğlundan Ayhan ve Günhan isimlerinin ilk hecelerini hatırlatmaktadır.

2- internet adresinde bulunan 14.07.2008 tarihli ve “Ergenekon davasından demokratikleşme çıkmaz!” başlıklı Devrim Sevimay mülakatı.

___________________

(*) http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=1936.0  &  http://ceyhanrehberi.tr.gg/Ceyhan-Haberleri.htm 

 

Yaşar Büyükanıt - İlker Başbuğ

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir