Hz. Muhammed’in mezhebi neydi?!

Geçenlerde (16.02.2014) Habertürk TV kanalında yayınlanan “Öteki Gündem” programın konuklarından birisi ilahiyat profesörü Muhammet Nur Doğan, diğeri de Tarihçi-Yazar olarak tanıtılan Erol Çalı idi. Konusu “İslam’da Fitne” olan programda Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, aklı, Erol Çalı ise anlayabildiğim kadarıyla aklı fazla reddetmese de daha çok nakli temsil ediyordu.

Programda konuşulanlardan aklımda kalan şeyler, daha çok Muhammet Nur Doğan’ın söylemleri oldu. Muhammet Nur Doğan, mezhep ve mezhepçiliğin İslam’ın özüne aykırı olduğunu, bu tür şeylerin Hz. Peygamberin devrinde, yani Asr-ı Saadette ortaya çıkmış şeyler olmayıp, sonradan ortaya çıktığını, mezhep kurucusu diye isimlendirilen kişilerin gerçekte mezhep kurucusu olmadıklarını, onlara izafe edilen mezheplerin, Müslümanların sonraki devirlerde bu zatların ortaya koydukları fıkhî görüşler etrafında toplanmasıyla oluştuğunu, mezheplerin temelinde etnik farklılıkların da yattığını, etnik faktörlere dayalı mezheplerin, İslam’da fitneye sebep olduğunu ve bu sebeple İslam Dünyası’nda asırlarca kan döküldüğünü ve dökülmeye devam ettiğini, sadece Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı’nda 83.000 Müslüman’ın telef olduğunu, Kerbela’da ise Ehl-i Beyt’e mensup 70 küsur kişinin katledildiğini dile getirmiştir.

Hadislere kuşku ile yaklaşılması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, tv ekranlarına çıkıp, “Faiz yiyenle, Kâbe’nin içinde anasıyla yetmiş kere zina etmişçesine günah işlemiş olurlar” şeklinde Hz. Peygamber’e hadis isnat edenlerin, büsbütün şarlatan ve müfteri olduklarını da beyan etmiştir o program sırasında.

Hz. Peygamber Eğer Bunları  Görseydi Gerçekten Utanırdı!

Tarihçi-Yazar Erol Çalı’nın da iştirak ettiği bu bilgiler, gerçekten de insanın kanını donduracak türden bilgilerdir. Söz konusu programda, adı geçenlerin de vukufiyetle dile getirdikleri gibi, birçok kaynakta Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Aişe bizzat siyasete bulaşmış ve siyasi iktidar mücadelesine girişmiştir. O, Hz. Peygamber’in eşi ve Müminlerin annesi olmasının yanında, Hz. Peygamber’in damatlarından hem Hz. Osman’a, hem de Hz. Ali’ye karşı gelen siyasi bir figürdür. Hz. Ali’ye düşmanlığının sebebi, “İfk Hadisesi” sebebiyle hem damadı, hem de amca oğlu olmasından, yani kendisiyle yakın akraba olmasından hareketle Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’e Aişe’yi boşamasını tavsiye etmesidir. Anlaşılacağı gibi; Hz. Aişe’nin Hz. Ali’ye olan düşmanlığı, büyük oranda aile içi sürtüşmenin bir sonucu olup, biraz da duygusal nedenlere bağlıdır.

Rivayete göre; 627 yılında Müstalikoğulları üzerine gerçekleştirilen Müreysi Gazası dönüşünde henüz 16 yaşlarında genç bir kadın olan Hz. Aişe, gerdanlığını kaybetmiş ve bulmak için aranırken ordunun gittiğini fark edememiş ve geride kalmıştır. Bunun üzerine Safvan Bin Muattal isimli bir sahabi, Aişe’yi kendi devesine bindirerek arkadan orduya yetiştirmiş, bu manzarayı gören münafıklar Hz. Aişe ile Safvan arasında ilişki olduğunu beyanla kendisine zina iftirasında bulunmuşlardır. Olay, Hz. Peygamber’i üzüntüye gark edince ailenin bir parçası olan Hz. Ali, O’na Aişeyi boşamasını tavsiye etmiş, Aişe de bunu duymuştur! Dolayısıyla; Aişe, Ali’nin bu iftiraya inandığını düşünerek kendisine kırılmış ve bu kırgınlık araya giren fitneciler yüzünden zaman içinde büsbütün düşmanlığa dönüşmüştür. Öyle ki; Hz. Osman’ın katledilmesinden sonra Hz. Aişe, Hz. Ali’nin değil, Talha b. Ubeydullah isimli sahabenin halife olmasını istemiş ve bu düşmanlığı, 656 yılında cereyan eden Cemel Savaşı’nda Hz. Ali’ye karşı gelen orduya kumandanlık yapmaya kadar vardırmış ve bu savaşta, halifeliğe aday gösterdiği Talha b. Ubeydullah ile birlikte 8.500’ü kumanda ettiği ordudan olmak üzere toplam 13.500 sahabenin bir hiç uğruna ölmesine sebep olmuştur!

Hilafeti sırasında kayırmacı, yakınlarına bol keseden makam, mevki ve maddi çıkar sağladığı gerekçesiyle Hz. Peygamber’in diğer damadı Hz. Osman’a da düşman olan Hz. Aişe, Osman’ı iktidardan uzaklaştırmak için Mısır’dan gelen orduya bilerek karşı çıkmamış ve Osman’ın evinin sarıldığını haber aldığı halde isyancıları teskin etmek yerine “Hacca Gidiyorum” bahanesiyle Medine’yi bile terk etmiştir. Ne acıdır ki; evine girip Hz. Osman’ı sakalından tuttuğu gibi yere çalan ilk kişi de Aişe’nin kardeşi, yani Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed b. Ebi Bekir olmuştur. Osman’ın, Muhammed’i karşısında gördüğünde ki tepkisi “Baban senin bu halini görseydi senden utanırdı” olmuştur. Dolayısıyla; Hz. Muhammed, eşi Aişe’nin ve kayın biraderi Muhammed b. Ebi Bekir’in yaptıklarını görseydi gerçekten utanır ve hatta kahrolurdu!

Bahsi geçen programda, Muhammet Nur Doğan ve Erol Çalı, bu tür acıklı olayları anlattıktan sonra özellikle Muhammet Nur Doğan, mezhep olgusunu, dinin kaynağı olarak da Kur’an dışındaki kaynakları açıkça reddetmiştir.

Bilindiği gibi; İslam Alimleri “Edille-i Şerie” adı altında “Dinin Kaynakları”nı, umumiyetle Kitap (Kur’an-ı Kerim), Sünnet (Hz. Peygamberin söz ve fiilleri), İcma (İslam Alimlerinin ortak görüşü) ve Kıyas-ı Fukaha (Alimlerin bazı kıstaslardan hareketle mevcut delillere kıyasla Kur’an’da ve Sünnet’te deli olmayan problemler hakkında verdikleri hükümler) şeklinde açıklar ve kabul ederler.

İtiraf etmek gerekirse; biz de Muhammet Nur Doğan gibi düşünenlerdeniz. Öyle ya; uydurma hadislerin havalarda uçuştuğu ve en ciddi kaynaklara kadar sirayet ettiği bir ortamda hadislerin, bilginin ve bilimin bu kadar geliştiği bir devirde yüzyıllar öncesinde varılan ortak kanaatlerin, yani icmânın, mezheplerden en eskisi olan Hanefiliğin temelini oluşturan İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Kur’an ayetlerine ilave olarak sadece 50 civarındaki hadisten hareketle hüküm verdiğini, yani Mütevatir (râvi zinciri sağlam ve kesintisiz olan) hadislerin tamamının henüz tedvin edilmediği bir zamanda hüküm verdiğini düşünürsek; asırlarca önce kıyasen verilmiş hükümlerin, en azından bu  devirde dinin kaynağı olarak kabul edilmesi mümkün değildir. İslam Dünyası’nın, yani Müslümanların temel sorunu da zaten budur. Yani “yüzlerce yıl önce  verilmiş hükümlere sıkı sıkıya bağlı olmaları” demek istiyorum.

Bu bakımdan Muhammet Nur Doğan’ın, bahse konu programda “Hz. Ali’yi öldüren haricilerin devamı bugünkü El-Kaide’dir” şeklindeki benzetmesi oldukça anlamlıdır ve üstelik doğrudur da. Bilmeyenler için söyleyelim; El-Kaide ve Taliban gibi fanatik ve katı görüşlü örgütler, bir anlamda Suudi Arabistan’ın Milli ve siyasi mezhebi olan Vehhabilik gibi İslam’ın “çöllü insanlarca” yani “Bedevilerce” yapılmış yorumu olan Hanbeli Mezhebi’ni temel alan İbn-i Teymiye’nin görüşleri etrafında şekillenmiş örgütlerdir. Esasen El-Kaide’nin kurucusu olan Usame Bin Laden’in de bir Suudi vatandaşı, hatta Suudi Arabistan’ın en büyük sermaye gruplarından birisi olan “Laden” ailesinin bir mensubu olduğu biliniyor ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, hac ve Umre organizasyonları sırasında pek çok ihtiyacını bu grup üzerinden gidermektedir. Mesela hacı adaylarına Arafat’ta verilen kumanyaları bu “Şirket-i El-Âlemi” ismiyle faaliyette bulunan Laden Grubu temin etmektedir! En azından 1998 veya 2003 yılı haccında durum böyleydi.

Hz. Peygamber’in Mezhebi Neydi ve İslam’da Hak Mezhep Meselesi!

Arapça “Mezhep” kelimesi, Türkçemize “Gidilen yol” olarak tercüme edilecek bir kelimedir. Bu anlamda “Tarikat” kavramıyla yakın bir anlam içerir. Bilindiği gibi; “Tarikat” kelimesi “Yol” anlamına gelen Arapça “Tarik” kelimesinin çoğulu olup “Yollar” anlamına gelmektedir. Arapçada “Parti” anlamına gelen “Hizb” kelimesi de yine “Mezheb-Mezhep” kelimesi ile aynı kökten gelir. Hizb’ullah, Hizb’uttahrir, Hizb’i İslami gibi. Buradan varılacak netice şudur; “Mezhep” bir anlamda “Hizb”, yani “Parti” demektir.

Hele hele mezheplerin, şu ya da şekil ve derecede, fikir babaları veya fikir öncülleri kabul edilen kişilerin (yani imamların) mensubu bulundukları etnik karakterlerini ve kültürel motiflerini taşıyor olmaları, bizim bu konudaki düşüncemizi son derece güçlendirmektedir. Mesela Türk Dünyası, yani Balkanlar’dan Orta Asya’nın en uzak noktalarına kadar uzanan coğrafyada yaşayan Türkler, umumiyetle İmam-ı Azam Ebu Hanife (Numan b. Sabit) ile İmam Maturidi’nin İslam yorumları etrafında toplanmışlardır ki; her iki ismin de Türk oldukları bilinmektedir. Bunun anlamı şudur; Hanefilik ve Maturidilik, bir anlamda Türklerin İslam’a giydirdikleri birer elbisedir. Yani, Hanefilik ve Maturidilik, bir anlamda “Türk İslam”ı ya da “Türk Müslümanlığı”dır ki; bu anlamda Aleviliğin de bu inançlardan az çok etkilendiğini söylemek fazla yanlış olmayacaktır.

Zira Aleviliğin, İslam’ın Türkler arasında yayılmasında öncülük ettiği kabul edilen Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin fikirleri etrafında şekillendiği ve bu iki ismin, tıpkı kendileri gibi Türk oğlu Türk olan Ebu Hanife ile İmam Maturidi’nin fikirlerinin dini hayata uygulandığı coğrafyada, yani Ulu Türkistan’da yetiştikleri ve tebliğ görevini bu coğrafyada yaptıkları bilinmektedir. Aleviliğin içine sonraki yıllarda bazı yabancı fikirler, örneğin bugün İran’da yaygın olup, Fars Milli Kültürü’nden izler taşıdığı için bir anlamda İran’ın Milli Mezhebi (yani bir anlamda İran’ın Milli Partisi) olan Şiilik’ten alıntılar bulunduğu kabul edilebilir. Elbette Aleviliğin içinde kadîm Türk Kültürü’nden ve Anadolu’da yaşamış eski kültürlerden, hatta Hıristiyanlık gibi diğer bazı Semavî dinlerden de bir kısım izler bulunmaktadır. Örneğin, Alevilikteki “Dara Çekilmek” ile Hıristiyanlıktaki “Günah Çıkarma” ve Alevilikteki “Düşkün ilan edilme” ile Hıristiyanlıktaki “Aforoz etme” arasında direk ilişki ve etkileşimler vardır.

Bununla birlikte; her ne kadar Hanefiliğin ve Maturidiliğin yaygın olduğu coğrafyadan çıkıp, şu ya da bu şekilde başlı başına bir inanç sistemi haline gelmiş olsa da Alevilik, bizim için en az Hanefilik ve diğer mezhepler kadar değerlidir ve önemlidir. Neticede bütün mezhepler, az veya çok Kur’an ve Sünneti temel aldıklarını söyleseler de, tamamı insanlar tarafından sistematik hale getirilmiş kurallar ve ilkeler bütünüdür. Hepsi de aynı ölçüde değerlidir ve saygıya layıktırlar. Bu nokta-i nazardan bakılınca Alevilerin en masum taleplerinin karşılanması, örneğin cemevi yapımı için yer tahsis edilmesi ve okullarda diğer mezhepler kadar Alevilik hakkında da bilgi verilmesi elzemdir ve gereklidir. 

Bu bakımdan hiç bir mezhep mensubu, kendi mezhebini veya mezhep öncülünü yüceltmek için Kur’an’dan ve sünnetten delil aramaya, “Şu ayet veya şu hadis bizim mezhebimize veya bizim mezhep öncülümüze, bizim pirimize işaret etmektedir” demeye kalkışmasın. Önce kendi mezhep öncülünde bazı üstün meziyetler vehmedip, arkasından da Kur’an ayetlerinde genele şamil olarak övülen bazı üstün meziyetleri özel indirgeyip kendi mezhebine veya kendi mezhep öncülüne teksif etmek, yanlış ki; yanlıştır! Hele hele, Kur’an ayetlerini, kendi kafasına göre ve herhalde kendi mezhebine veya mezhep öncülüne işaret eder tarzda yorumladıktan sonra “Kur’an’da bizim mezhebimizle veya mezhep öncülümüzle ilgili şu kadar ayet vardır…” demek, büsbütün insanları kandırmakla ve onları vesveseye düşürmekle eş değerdir. Bunların tamamı safsatadır, boşuna gayretlerdir. Daha da önemlisi, mezhep çatışmalarına yol açacak, mevcut çatışmaları ise daha da alevlendirecek art niyetli yaklaşımlardır. Bu tür düşüncelere asla itibar edilemez. Din ve bilim, bunları kaldıramaz ve korumaz.

Öte yandan sözlüklerimiz, “Mezhep” kavramını, “Bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollardan her biri” olarak tarif etmektedirler(1).

Durum böyle olunca; bildiğimiz anlamda Hz. Peygamber’in mezhebi de yoktur, tarikatı da. O’nun mezhebi, yani takip ettiği yol olsa olsa Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’dir.  Kur’an’ın va’z ettiği din ise tektir, biriciktir. Bu anlamda dini, Mezhep İmamı denilen adamların görüşlerinden hareketle değil, Kur’an’da yazılı olduğu şekliyle hayatımıza uygulamak zorundayız.  Hz. Ali’nin takip ettiği yolun ise Hz. Muhammed’in gittiği yoldan farklı olduğunu söylemek abesle iştigaldir ve mâzallah insanı küfre bile götürür.

Kur’an öyle bir kitaptır ki; ne O’nda, ne de O’nun ayetleriyle çelişmeyen hadislerde bugünkü anlamda hiçbir mezhebe ve hiçbir tarikata işaret edilmemiştir. Eğer böyle bir şey olduğunu iddia edenler varsa; bilin ki onlar, Kur’an’ın tabiriyle “Allah’ın ayetlerini kendi menfaatleri için eğip büken” yalancılardır(2). Kur’an’da bulamadıklarını ise Hz. Peygamber’e söyleten hadis uydurucularıdır.  Ve  bu konuda sarıldıkları en sağlam ip ise “O(Peygamber) kendi arzusuna göre de konuşmaz. O(bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir” şeklindeki Kur’an ayetleridir(3). Oysa o yalancılar bilmiyorlar ki; bu ayetler, ancak ve ancak Hz. Peygamber’in “Bunlar Allah’tandır” diyerek tebliğ ettiği Kur’an ayetlerini kapsamaktadır ve O aziz Peygamber, vaktiyle “Benden Kur’an’dan başka şeyler yazmayın” diyerek ashabını bu konuda özellikle uyarmıştır.   Bu sebeple, O’nun insan olarak ve sırf insani duygularla söylediği sözler ve yaptığı fiiller de vardır ve bu sözlere ve fiillere de “Allah’ın O’na vahyettiği şeyler” olarak bakmak yanlıştır ve Peygamber’in bu kabil söylem ve eylemleri kendisine hastır ve biz Müslümanlar için bağlayıcı değildir. “Peygamber böyle oturmuştur”, “Böyle uyumuştur” veya “yürürken önce şu adımını atmıştır” diyerek onu taklit etmekle fazladan sevap kazanılamaz. Sevap kazanmak, böyle ucuz ve zahmetsiz olamaz. Bu tür şeyler, şekilcilikten ve maskaralıktan başka bir şey değildir. Merhum Mehmet Akif işte bunun için demiştir ki;

“Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!”

Elbette O, Allah’ın yakın gözetim ve denetiminde birisi olarak, Kur’an’da yazılanlardan tamamen bağımsız ve haşa Kur’an’a aykırı söylem ve eylemlerin içinde birisi de olamazdı, olmadı da. Ufak tefek yanlış yaptığı anlarda bile Allah tarafından ayet gönderilerek ikaz edildiği, hatta bazen azarlandığı bile olmuştur(4). Öte yandan en yakın görgü tanığı ve en gizli sırlarını öğrenme imkanına sahip olan eşi Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kur’an idi” şeklinde,  beyanatta bulunduğu biliniyor ki; esasen bizzat Allah, onun bu durumunu “Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin” diyerek tescil etmiş bulunmaktadır(5).

Bizim “O’nun insan olarak ve sırf insani duygularla söylediği sözler ve yaptığı fiiller de vardır ve bu sözlere ve fiillere de ‘Allah’ın O’na vahyettiği şeyler’ olarak bakmak yanlıştır” dediğimiz şeyler elbette bunlar değildir. Biz sadece, Hz. Peygamber’in yatması, kalkması, jest ve mimikleri, gülmesi, espri yapması, yürümesi, koşması, cinsel hayatı vs. sırf insan olmasından mütevellit söylem ve eylemlerini kast ediyoruz. İnsanlar, bu tür eylemlerinde Hz. Peygamber’i taklit etmekle sevap anlamında fazladan bir şey elde edemezler. Mesela Hz. Peygamber, bu dönemde yaşamış olsaydı, aynı hareketleri yine aynı şekilde değil, herhalde bizim gibi yapardı. Mesela Müslümanlara büyük abdestten sonra kıçlarını en az üç taşla temizlemelerini değil, herhalde su ile yıkayıp tuvalet kağıdı ile kurulamalarını tavsiye ederdi. Ya da ne bileyim, yiyecekleri aynı kaptan elle, içecekleri yine aynı tastan tepeye dikerek içmez, tıpkı bizim gibi ayrı tabaklardan kaşık kullanarak yer, ayrı bardaklardan içerdi. Dişlerini temizlemek için ısrarla misvak değil, fırça ve diş macunu kullanırdı…   

Netice olarak ve mükerreren diyelim ki; ne Hz. Peygamber’e, ne başta Hz. Ali olmak üzere;  sahabelerinden herhangi birisine ve hatta ne de ondan birkaç yüzyıl sonra yaşayan Müslümanlara bir mezhep isnat edilemez ve bu insanlar herhangi bir mezheple veya tarikatla irtibatlı kılınamaz. Esasen en eski ve en çok mensubu bulunan mezhep olan Hanefiliğin fikir öncülü olarak kabul edilen İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin 767 yılında vefat ettiği düşünülürse; Sahabelere ilave olarak “Tâbiûn” ve “Teba-i Tâbiûn” adı verilen İslami neslin de herhangi bir mezheple irtibatının kurulması akıl kârı değildir(6).  Şu halde en eski mezhep bile, Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 200 sene sonra ortaya çıktığına göre; “İslam’da Hak Mezhep” diye bir kavram da yoktur ve kabul edilemez. Ancak mensubu bulunan mezhepler vardır, hepsi bu.

Dolayısıyla; “İslam’da Hak Mezhepler” diyerek, Hanefilik, Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik, adı altında bazı mezhepleri hak ve makbul mezhep kabul ederek, diğer inanç şekillerini ve gruplarını dışlamak İslam’ın özüne aykırıdır, yanlış oğlu yanlıştır.

İsterseniz yazımızı Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan’ın altına imza atabileceğimiz şu cümleleriyle bitirelim:

Benim ırkım, başkalarının ırkından;  benim mezhebim/meşrebim/cemaatim, başkalarının mezhebinden/meşrebinden/cemaatinden; benim (çıkar) bölgem başkalarının (çıkarlarının) bölgesinden üstündür.” düşüncesi aslında Adem oğullarına ilahî ruh üflendikten sonra meleklerin muhatap olduğu (insana) secde (itaat ve inkıyad) emrine isyan eden İblis’in sarıldığı mantıkî -dikkat buyurunuz, aklî değil- gerekçe idi. Tamamen demagojiye dayalı bir üstünlük iddiası: “Beni, topraktan üstün olan ateşten yarattın; o halde benim insandan daha üstün olmam gerekir.” Demek ki, ırkçı, mezhepçi ve bölgeci fitnenin merkezinde İblis’in mantığı bulunmakta ve Şeytan bu bölücü, ayırıcı ve ihtilafa düşürücü ideolojinin önderi/lideri konumuna getirilmiş olmaktadır. Şeytan ve hizbinin bu üç savaş üssünden üzerimize yönelttiği hücumlara karşı insanoğlunun tahkimi ve takviyesi gerekiyor.”(7).

____________________

1-Türkçe Sözlük, c, 2, s, 1555, TDK Yayını, Ankara, 1998.

2-Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân Suresi, 3/78,

3-Kur’an-ı Kerim, Necm Suresi, 53/3-4.

4-Kur’an-ı Kerim, Mücadele Suresi, 58/1, Abese Suresi, 1-16.

5- Kur’an-ı Kerim, Kalem Suresi, 68/4.

6- İmam-ı Azam Ebu Hanife: ö.767, Malik b. Enes: ö.795, İmam Şâfî: ö.820, Ahmet b. Hanbel: ö.855.

7-http://www.milatgazetesi.com/Bizi-etnik-ve-mezheb-ihtiras-boluyor/42705#.Uw8xovl_vWi


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir