Çocukluğumda sosyalist-kemalist (bir tür Baas) bir ortamda “başı örtülü olanın”, “namaz kılanın”, “dini inançları doğrultusunda yaşamak isteyenin tüm engellere direnmesinin” ve sonuçta “Türkiye’nin dindar insanlarının” Türkiye için “büyük tehlike olduğu” öğretildi bana.
Ramazan’da “oruç tutmamak” sanki “övülesi bir marifetmiş” gibi yerleştirildi kafama.
Üniversitelere “başını örten kızların girmesi” sanki “tüm özgürlüklerin sonuymuş” gibi anlatıldı.
Bunu yaşayan tek ben miydim? Elbette, hayır! Milyonlarca çocuk ve genç Türkiye’de onlarca yıl ülkeyi ellerinde tutan ve sırtını yeri geldiğinde tüm faşist baskıları uygulamaya hazır” militarizme dayamış “kemalist oligarşik azınlık” mensupları tarafından tam bir “beyin yıkama operasyonunu” “Atatürkçü ve laik eğitim” maskesi altında yaşadı ve yaşadık.
“12 Eylül Faşist Askeri Cuntası” nedeniyle ilk defa yurt dışına çıkıp Almanya’da yaşamaya başladığımda “dini konularda” bilgi sahibi olmaya başladım. İster inanın, ister inanmayın “Sunni-Alevi” konularına bile yabancıydım “20 yaşıma kadar”. Almanya’da “gözüm açıldı” bu konularda.
2002 yılında AK Parti iktidarı gündeme geldiğinde tüm o zamana kadarki yaşamımda “Milli Görüş kökenli politikacılardan endişe etmem” gerektiği kafama işlendiğinden Türkiye’nin geleceğinden kaygılıydım.
“Milli Görüş kökenli” insanların ve devlet adamlarının anlatıldığının aksine tüm Türkiye’yi kucaklayabilen ve Türkiye’yi demokratikleştirenler olduklarını pratikte yaşamam ve öğrenmem gerekti. “Sahte modern geçinenler” ve Türkiye’yi gerçekten “modernleştirenler” arasındaki farkı gördükçe “müslüman demokrat” kavramının değerinin farkına vardım.
İşte “Kabataş’ta müslüman bir kadına, genç bir anneye sadece ve sadece başı örtülü olduğu için yapılan saldırıyla” ilgili son günlerde yaşadığımız asıl “saldırıları” tüm bu deneyimlerimin ışığında onlarca yıl asıl endişelenmemiz gereken “tehlike” işte “bu ulusalcı kemalist-statükocu” “kafa yapısıymış” diye izlemekteyim.
Onlara yurt dışından belli mihrakların “taşeronu” olarak “cemaat” takımının eşlik etmesi de “ulusalcı kemalist oligarşi” artıklarının “”iktidarı tekrar ele geçirmek için” her şeyi yapabileceklerinin açık kanıtı.
“Düşman” olarak gördükleri “cemaate bile sarılıyorlar” bu uğurda.
Kabataş’ta genç bir annenin bebeğiyle birlikte saldırıya uğraması Avrupa’da olsaydı tüm toplum tepki gösterirdi. Türkiye’de ise o dönemde sadece ve sadece başı örtülü olduğu için “çok modern geçinen o Atatürk lafını ağızlarından düşürmemeye meraklı” sözde “çağdaş” kadınlar ve de “iş konuşmaya geldi mi” kadına karşı şiddet konusunda bol “laf salatası” yapanlar “sus-pus” oldular.
Ve bu “susan” kadınlar ve onların destekçileri nedense son günlerde “doğruluğu şüpheli” bir takım görüntüler servis edlip de “Kabataş’ta saldırı” olmamış iddiası yayılmaya başlayınca birden “çoştular”!
İşte tam bir çifte standart!
Kabataş’ta camiden çıkan bir grup “başı açık bir kadına saldırmış” olsaydı, onun sadece “dediklerinden” yola çıkarak sadece Türkiye’de değil, AB ve BM nezdinde kıyameti koparacak olanlar ve Türkiye’ye karşı Avrupa başkentlerinde eylemler yapacak olanlar, saldırıya uğrayan “başörtülü” olunca utanmasalar aynı eylemleri “şiddete uğrayan kadın yalan söylüyor” diye yapacak haldeler!
Demek ki bu çevreler için “kadın hakları” Türkiye söz konusu olduğunda “başını örten müslüman kadınlar” içimn geçerli değilmiş!
Çok takdir ettiğim gazeteci dostum Mustafa Karaalioğlu bugünkü (19.2.2014) Star Gazetesi’nde konuya yönelik çok güzel bir yazı kaleme almış. Bu yazıyı Almanca olarak Almanya’daki tüm dostlarımıza iletmek için gerekli adımı da attım. Almancanın hakim olduğu AB ülkelerinde okunmasını sağlayacağımız Mustafa Karaalioğlu’nun yazısının konuyu özetleyen kısımını aktarıyorum ilk önce, neler olduğunu anlayabilmeniz için: “Gezi olaylarının hemen başlangıcında Kabataş’ta bir genç kadın ve bebeği eylemcilerin sözlü ve fiili saldırısına uğradı. O kadının meydandaki yüzlerce-binlerce kişi arasından seçilmesinin nedeni ise başörtülü oluşuydu. Malum, Gezi eylemcilerinin ciddiye alınması gereken bir bölümünün söylemleri ve eylemleri dindar-muhafazakar görünürlüğe karşı bir öfkeyi içeriyordu. Zehra Develioğlu ve bebeği işte bu öfkenin karşısına yanlış zamanda ve yanlış mekanda bulunmanın talihsizliğini yaşadı. O gün başından geçenleri medyaya anlattı ve savcılığa da müracaat ederek şikayette bulundu. Adli Tıp Kurumu’ndan yaşadığı saldırıyı belgeleyen raporlar aldı.”
Evet “Gezi Olayları” sırasında ellerinde bira şişeleri ve çirkin sloganları ile sokaklarda “av arayan” sözde “çevre dostlarının” İstanbul Kabataş’ta bebeğiyle birlikte tek başına kocasını bekleyen bir genç kadına saldırmaları yaşanan tek olay değildi.
Bizzat ben “Gezi Olayları’nın” ilk gününde Ankara’da Çankaya gibi merkezi bir ilçede kentin en işlek caddesinde bir elinde bira şişesi öteki elinde tuttuğu kalın bir sopaya bağlanmış “kalpaklı Mustafa Kemal” resimli bir bayrakla ne dediği anlaşılmaksızın “böğüren” birinin yolu kesmiş olan “göstericiler” adına benim aracımı nasıl kontrol ettiğini yaşadım. Eğer o an yanımda “başörtülü” bir kadın oturuyor olsaydı araca elindeki sopayı vurmaya ve alkol saçan ağzından salyalar akıtarak sövmeye hazırdı “o çirkin insan”.
Bir çok yerde dediğim oldu da maalesef!
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ya da Adana’da ellerinde bira şişeleri ve bayraklı sopalarıyla içinde “başörtülü kadınların oturduğu” araçlara saldırdı bazıları.
Gezi olayları sırasında bırakın “başı örtülü olan kadınları”, kendi görüşlerini savunmayan medya organlarının temsilcisi kadın gazeteciler tekmelendi ve taciz edildi Taksim meydanında. Hem de “basın özgürlüğü engelleniyor” yalanını söylerlerken saldırdılar kadın muhabirlere!
O günlerde nedense “kadın hakları”, “laik kadınlar” ve benzeri sloganları konuşmayı çok seven “kemalist kadınlarımız” “kadına karşı şiddet” konusunda saldırıya uğrayan kadınlara hiç sahip çıkmadılar. CHP’li kadınlar kayıptı!
“Kadına karşı şiddete maruz kalanlar başörtülü” ise “şiddet” nedense bu çevreleri ilgilendirmedi.
Tüm bu çok “Atatürkçü geçinen sözde modern kadınlar” sınıfta kaldılar bu konuda Türkiye’de.
Şimdi ise durum daha da vahim.
Mustafa Karaalioğlu’nun tereddüt etmeden tamamını imzalayabileceğim yazısından aktarmaya devam ediyorum: “Biliyorsunuz… Olayın yaşandığı günlerde herkes bir görüntü peşindeydi. Ama emniyet o zaman elindeki görüntüleri gizledi ve kimseye vermedi. Sonra yaklaşık 9 ay sonra aynı emniyet tarafından düzenlenmiş, işaretlenmiş ve grafiklerle düzenlenmiş olarak medyaya sızdırıldı. Sızdırıldı ki toplum böyle bir saldırının gerçekte yaşanmamış olduğunu düşünsün istendi. Sızdırılan o görüntü kesinlikle olay anını yansıtmıyor. Üstelik saldırıya uğradığını söyleyen kadın 9 ay sonra yine konuştu ve ilk söyledikleriyle arada hiçbir çelişki olmayan yeni açıklamalar yaptı. Buna rağmen medyadaki Gezi-cemaat-Ergenekon-vb ittifakı o sınırlı ve maksatlı görüntüleri büyük bir sevinçle karşıladı. Bir genç kadının ve bebeğinin çiğnenen onurunu hiçe sayarak en az o gün Kabataş’ta olanlar kadar yeni ve şiddetli bir saldırıya geçtiler.”
İşte bu saldırıya uğrayan, şiddete maruz kalan kadın için çok daha ağır ve acımasız bir saldırı şu anda ona yaşatılanlar!
Saldırıya uğrayan kadına “bak biz görüntüler bulduk, sana saldırı gözükmüyor! Hani senin görüntülerin? Saldırı olduysa bize görüntüsünü ver inanalım” diyenler aslında sadece kadın haklarını değil insan haklarını ayaklar altına alacak kadar “alçalmış” durumdalar.
Tam bir skandal!
Kadının yaşadığı “iğrenç saldırı”, ifadesi, doktor raporları sanki yokmuş gibi “ustaca kesilmiş, yapıştırılmış” görüntülere dayanılarak “kadının şiddete maruz kalmadığını” kanıtlama derdinde “ulusalcı kemalist-cemaat-Ergenekon artıkları” ittifakı! Bu ittifaka başka amaçlarla katılan cemaati bilmem ama geri kalanının tek derdi saldırıya uğrayan kadının “başının örtülü olması” gerçeği.
Türkiye bu “başörtüsü yasağına dayalı faşist kafa yapılarından çok çekti” ve hala da bir takım çevreler “bu safsata” sayesinde halkı kandırarak iktidarı devirebilecekleri inancıyla “başı örtülü, başörtülü, türbanlı kadınları hedef olarak” göstermekte ve onları “istismar” etmekte.
İşte Türkiye’nin “acı” gerçeği bu!
Türkiye’nin sorunu “dindar” olanlar değil, tam tersine onlarca yıl “şeriat geliyor” diye “dindarları” düşman ilan ederek Türkiye’yi yağmalayan, geri kalmasına ve sefaletine neden olan “ulusalcı kemalist oligarşik” azınlık ve “bilinçli ya da bilinçsiz” şakşakçıları.
Üniversitelere “başını örten kızların girmesi” sanki “tüm özgürlüklerin sonuymuş” gibi anlatıldı.
Bunu yaşayan tek ben miydim? Elbette, hayır! Milyonlarca çocuk ve genç Türkiye’de onlarca yıl ülkeyi ellerinde tutan ve sırtını yeri geldiğinde tüm faşist baskıları uygulamaya hazır” militarizme dayamış “kemalist oligarşik azınlık” mensupları tarafından tam bir “beyin yıkama operasyonunu” “Atatürkçü ve laik eğitim” maskesi altında yaşadı ve yaşadık.
“12 Eylül Faşist Askeri Cuntası” nedeniyle ilk defa yurt dışına çıkıp Almanya’da yaşamaya başladığımda “dini konularda” bilgi sahibi olmaya başladım. İster inanın, ister inanmayın “Sunni-Alevi” konularına bile yabancıydım “20 yaşıma kadar”. Almanya’da “gözüm açıldı” bu konularda.
2002 yılında AK Parti iktidarı gündeme geldiğinde tüm o zamana kadarki yaşamımda “Milli Görüş kökenli politikacılardan endişe etmem” gerektiği kafama işlendiğinden Türkiye’nin geleceğinden kaygılıydım.
“Milli Görüş kökenli” insanların ve devlet adamlarının anlatıldığının aksine tüm Türkiye’yi kucaklayabilen ve Türkiye’yi demokratikleştirenler olduklarını pratikte yaşamam ve öğrenmem gerekti. “Sahte modern geçinenler” ve Türkiye’yi gerçekten “modernleştirenler” arasındaki farkı gördükçe “müslüman demokrat” kavramının değerinin farkına vardım.
İşte “Kabataş’ta müslüman bir kadına, genç bir anneye sadece ve sadece başı örtülü olduğu için yapılan saldırıyla” ilgili son günlerde yaşadığımız asıl “saldırıları” tüm bu deneyimlerimin ışığında onlarca yıl asıl endişelenmemiz gereken “tehlike” işte “bu ulusalcı kemalist-statükocu” “kafa yapısıymış” diye izlemekteyim.
Onlara yurt dışından belli mihrakların “taşeronu” olarak “cemaat” takımının eşlik etmesi de “ulusalcı kemalist oligarşi” artıklarının “”iktidarı tekrar ele geçirmek için” her şeyi yapabileceklerinin açık kanıtı.
“Düşman” olarak gördükleri “cemaate bile sarılıyorlar” bu uğurda.
Kabataş’ta genç bir annenin bebeğiyle birlikte saldırıya uğraması Avrupa’da olsaydı tüm toplum tepki gösterirdi. Türkiye’de ise o dönemde sadece ve sadece başı örtülü olduğu için “çok modern geçinen o Atatürk lafını ağızlarından düşürmemeye meraklı” sözde “çağdaş” kadınlar ve de “iş konuşmaya geldi mi” kadına karşı şiddet konusunda bol “laf salatası” yapanlar “sus-pus” oldular.
Ve bu “susan” kadınlar ve onların destekçileri nedense son günlerde “doğruluğu şüpheli” bir takım görüntüler servis edlip de “Kabataş’ta saldırı” olmamış iddiası yayılmaya başlayınca birden “çoştular”!
İşte tam bir çifte standart!
Kabataş’ta camiden çıkan bir grup “başı açık bir kadına saldırmış” olsaydı, onun sadece “dediklerinden” yola çıkarak sadece Türkiye’de değil, AB ve BM nezdinde kıyameti koparacak olanlar ve Türkiye’ye karşı Avrupa başkentlerinde eylemler yapacak olanlar, saldırıya uğrayan “başörtülü” olunca utanmasalar aynı eylemleri “şiddete uğrayan kadın yalan söylüyor” diye yapacak haldeler!
Demek ki bu çevreler için “kadın hakları” Türkiye söz konusu olduğunda “başını örten müslüman kadınlar” içimn geçerli değilmiş!
Çok takdir ettiğim gazeteci dostum Mustafa Karaalioğlu bugünkü (19.2.2014) Star Gazetesi’nde konuya yönelik çok güzel bir yazı kaleme almış. Bu yazıyı Almanca olarak Almanya’daki tüm dostlarımıza iletmek için gerekli adımı da attım. Almancanın hakim olduğu AB ülkelerinde okunmasını sağlayacağımız Mustafa Karaalioğlu’nun yazısının konuyu özetleyen kısımını aktarıyorum ilk önce, neler olduğunu anlayabilmeniz için: “Gezi olaylarının hemen başlangıcında Kabataş’ta bir genç kadın ve bebeği eylemcilerin sözlü ve fiili saldırısına uğradı. O kadının meydandaki yüzlerce-binlerce kişi arasından seçilmesinin nedeni ise başörtülü oluşuydu. Malum, Gezi eylemcilerinin ciddiye alınması gereken bir bölümünün söylemleri ve eylemleri dindar-muhafazakar görünürlüğe karşı bir öfkeyi içeriyordu. Zehra Develioğlu ve bebeği işte bu öfkenin karşısına yanlış zamanda ve yanlış mekanda bulunmanın talihsizliğini yaşadı. O gün başından geçenleri medyaya anlattı ve savcılığa da müracaat ederek şikayette bulundu. Adli Tıp Kurumu’ndan yaşadığı saldırıyı belgeleyen raporlar aldı.”
Evet “Gezi Olayları” sırasında ellerinde bira şişeleri ve çirkin sloganları ile sokaklarda “av arayan” sözde “çevre dostlarının” İstanbul Kabataş’ta bebeğiyle birlikte tek başına kocasını bekleyen bir genç kadına saldırmaları yaşanan tek olay değildi.
Bizzat ben “Gezi Olayları’nın” ilk gününde Ankara’da Çankaya gibi merkezi bir ilçede kentin en işlek caddesinde bir elinde bira şişesi öteki elinde tuttuğu kalın bir sopaya bağlanmış “kalpaklı Mustafa Kemal” resimli bir bayrakla ne dediği anlaşılmaksızın “böğüren” birinin yolu kesmiş olan “göstericiler” adına benim aracımı nasıl kontrol ettiğini yaşadım. Eğer o an yanımda “başörtülü” bir kadın oturuyor olsaydı araca elindeki sopayı vurmaya ve alkol saçan ağzından salyalar akıtarak sövmeye hazırdı “o çirkin insan”.
Bir çok yerde dediğim oldu da maalesef!
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ya da Adana’da ellerinde bira şişeleri ve bayraklı sopalarıyla içinde “başörtülü kadınların oturduğu” araçlara saldırdı bazıları.
Gezi olayları sırasında bırakın “başı örtülü olan kadınları”, kendi görüşlerini savunmayan medya organlarının temsilcisi kadın gazeteciler tekmelendi ve taciz edildi Taksim meydanında. Hem de “basın özgürlüğü engelleniyor” yalanını söylerlerken saldırdılar kadın muhabirlere!
O günlerde nedense “kadın hakları”, “laik kadınlar” ve benzeri sloganları konuşmayı çok seven “kemalist kadınlarımız” “kadına karşı şiddet” konusunda saldırıya uğrayan kadınlara hiç sahip çıkmadılar. CHP’li kadınlar kayıptı!
“Kadına karşı şiddete maruz kalanlar başörtülü” ise “şiddet” nedense bu çevreleri ilgilendirmedi.
Tüm bu çok “Atatürkçü geçinen sözde modern kadınlar” sınıfta kaldılar bu konuda Türkiye’de.
Şimdi ise durum daha da vahim.
Mustafa Karaalioğlu’nun tereddüt etmeden tamamını imzalayabileceğim yazısından aktarmaya devam ediyorum: “Biliyorsunuz… Olayın yaşandığı günlerde herkes bir görüntü peşindeydi. Ama emniyet o zaman elindeki görüntüleri gizledi ve kimseye vermedi. Sonra yaklaşık 9 ay sonra aynı emniyet tarafından düzenlenmiş, işaretlenmiş ve grafiklerle düzenlenmiş olarak medyaya sızdırıldı. Sızdırıldı ki toplum böyle bir saldırının gerçekte yaşanmamış olduğunu düşünsün istendi. Sızdırılan o görüntü kesinlikle olay anını yansıtmıyor. Üstelik saldırıya uğradığını söyleyen kadın 9 ay sonra yine konuştu ve ilk söyledikleriyle arada hiçbir çelişki olmayan yeni açıklamalar yaptı. Buna rağmen medyadaki Gezi-cemaat-Ergenekon-vb ittifakı o sınırlı ve maksatlı görüntüleri büyük bir sevinçle karşıladı. Bir genç kadının ve bebeğinin çiğnenen onurunu hiçe sayarak en az o gün Kabataş’ta olanlar kadar yeni ve şiddetli bir saldırıya geçtiler.”
İşte bu saldırıya uğrayan, şiddete maruz kalan kadın için çok daha ağır ve acımasız bir saldırı şu anda ona yaşatılanlar!
Saldırıya uğrayan kadına “bak biz görüntüler bulduk, sana saldırı gözükmüyor! Hani senin görüntülerin? Saldırı olduysa bize görüntüsünü ver inanalım” diyenler aslında sadece kadın haklarını değil insan haklarını ayaklar altına alacak kadar “alçalmış” durumdalar.
Tam bir skandal!
Kadının yaşadığı “iğrenç saldırı”, ifadesi, doktor raporları sanki yokmuş gibi “ustaca kesilmiş, yapıştırılmış” görüntülere dayanılarak “kadının şiddete maruz kalmadığını” kanıtlama derdinde “ulusalcı kemalist-cemaat-Ergenekon artıkları” ittifakı! Bu ittifaka başka amaçlarla katılan cemaati bilmem ama geri kalanının tek derdi saldırıya uğrayan kadının “başının örtülü olması” gerçeği.
Türkiye bu “başörtüsü yasağına dayalı faşist kafa yapılarından çok çekti” ve hala da bir takım çevreler “bu safsata” sayesinde halkı kandırarak iktidarı devirebilecekleri inancıyla “başı örtülü, başörtülü, türbanlı kadınları hedef olarak” göstermekte ve onları “istismar” etmekte.
İşte Türkiye’nin “acı” gerçeği bu!
Türkiye’nin sorunu “dindar” olanlar değil, tam tersine onlarca yıl “şeriat geliyor” diye “dindarları” düşman ilan ederek Türkiye’yi yağmalayan, geri kalmasına ve sefaletine neden olan “ulusalcı kemalist oligarşik” azınlık ve “bilinçli ya da bilinçsiz” şakşakçıları.