Ülkücü’nün Ülkücü’ye yaptığını düşmanları bile yapamamıştır Burak!

“Bizim Referansımız Ne Muhammed’dir Ne de Marx” şeklinde atmış olduğu oldukça kışkırtıcı başlık, dikkatimi çektiği için yazısını okuma gereği duydum. Ne yalan söyleyeyim, başlığı görünce hemen herkes gibi ben de “Bu ne zırvadır, ne diyor bu adam lan” diye düşündüm. Meğer böyle düşünen herkes gibi ben de yanılmıştım. Yazının başlığı ona değil, geçmişte kısa bir süreliğine siyasete soyunan ancak tıpkı saman alevi gibi sönüp giden Cem Boyner’e ait bir sözmüş. Merhum Alparslan Türkeş ve merhum Bülent Ecevit ile birlikte Sabahattin Önkibar’ın hazırlayıp sunduğu bir program sırasında söylemiş bu lafı Cem Boyner. Zaten, sözün kaynağı da Sabahattin Önkibar’mış.

Dediğine göre; Merhum Türkeş’ten de gerekli cevabı almakta gecikmemiş tabi. Türkeş program sırasında şöyle azarlamış yeni yetme siyasetçi Cem Boyner’i:

“İslam’ın Peygamberine Muhammed diye hitap edip onu komünizmin kurucusu Marx ile bir arada terennüm edemezsiniz.”

Devamla şöyle iddialı bir laf da etmiş yazısında: “İşte edilen o söz ve verilen o karşılık Cem Boyner’i siyasette doğmadan öldürdü.”

Yazısını ise şöyle bağlamış: Soruyorlar bazı arkadaşlar, ‘eğer bilimin kabul ettiği bir şeyi Kur’an kabul etmiyorsa, sen Kur’an’ın tarafında mı yer alırsın yoksa bilimin tarafında mı?’ Tabii ki tarafımız Kur’an’ın tarafıdır. Biz her zaman “hak”kın tarafıyızdır. Bizim için bilimin de bizim gördüğümüzün de bir anlamı yoktur. Bizim tahta olarak gördüğümüze İslamiyet demir diyorsa bu bizim için artık demirdir. Çünkü İslamiyet teslimiyettir ve biz sorgusuz sualsiz teslim olmuş olanlardanız.”

Duramadım ve yazısına KUR’AN BİLİMLE ÇATIŞMAZ!” başlığıyla uzunca bir yorum(1). Ne yalan söyleyeyim, gencecik görüntüsünden hareketle, bana şöyle kallavi ve şımarıkça bir cevap vereceğini beklerken o, yaşından umulmadık bir hareket yaparak doğrusu beni mahcup etti. Çekmiş olduğu özel mesajda “Dini konularda benden farklı düşünmediğini” beyanla, son çıkan kitabını göndermek istediğini bu sebeple benden adresimi istedi, verdim. Ertesi gün kapım çalındı ve kapıyı açtığımda bir kurye elindeki paketi uzatarak “kargonuz var Ömer Bey” dedi. Gerekli belgeyi imzaladıktan sonra paketi açtım ve “Kur’an’sız İslâm-Vatan Seccadesinde Sehiv Secdesi” isimli imzalı bir kitapla karşılaştım. Evet, tahmin ettiğiniz gibi genç yazar Burak Kılıçaslan’dan bahsediyorum.

Kitabı açtım, açtığımla bitirmem de bir oldu. Sanırım küçük fasılaları düşersek birkaç saat içinde okuyup bitirdim kitabı. Çünkü, son derece akıcı bir kitap “Kur’an’sız İslâm”. Esasen, konulara yaklaşımı aşağı yukarı benimle aynı olduğu için kitabı satır satır okumaya gerek kalmadı benim için. Kısa kasa makaleler halindeki yazılara şöyle bir bakınca anladım ne demek istediğini. Zaten kendisi de özellikle kalın kafalı okuyucuları düşünerek, her yazının sonuna “Yazının Dibi” diye bazen bir, bazen birkaç cümlelik özetler ekleyerek iyice bir çakmayı düşünmüş yazdıklarını!

300 sayfalık kitabı eşit iki parçaya ayırmak gerekiyor. İtiraf edeyim ki; ilk 150 sayfada yazılanları daha çok sevdim ve beğendim ben. Burak Kılıçaslan’a tavsiyem, kitabın 150 sayfalık ilk bölümünde yazdıklarında sebat etmesi ve yoğunlaşmasıdır. Zira ilk 150 sayfa, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Mevlânâ yaklaşımıyla ele alınmış. Sanki karşımızda 24 yaşında bir genç değil de, 70-80 yaşlarında Sûfî geleneğine mensup bir derviş bulunuyor.

Ancak bu derviş, şeyhinin dayattıklarıyla ve nakillerle yetinmiyor, aklını ve mantığını sokuyor işin içine. Mantığını çalıştırıyor ve sorguluyor. Mezhep imamı, tarikat şeyhi, cemaat lideri adı altında bir kısım adamların çıkarımları ile yetinilmemesini, hatta onların bir tarafa atılarak Kur’an’da bulunan ve Hz. Peygamber’in vazettiği çıplak İslam’ı ön plana çıkarmaya çalışıyor. Hele hele 6-7 sayfa halinde verdiği ve dini konulara Mezheplerin “Helal-Haram” bağlamındaki farklı yaklaşımlarını özetlediği bölüm, Müslümanların yüzüne tam bir Osmanlı tokadı gibi inecek mahiyettedir. Özetle kitabın ilk 150 sayfalık bölümü, genel olarak “Allah dostları” adı verilen ne idüğü belirsiz bir takım adamların ve dini, kendilerinin veya temsil ettikleri toplulukların menfaatlerine olmak üzere yorumlayanların söylediklerine itibar edilmemesini, Kur’an’da yerini bulmayan bir hükme şüphe ile yaklaşılması gerektiğini söylüyor bize.

Kitabın 150 sayfalık ikinci bölümü ise, genelde günlük siyasete ilişkin yazılardan oluşuyor ki; bu yazıların bazılarına “haberiniz.com.tr” internet sitesinde de rastladık daha önce. Eğer Burak Kılıçaslan’ın, yazılarını okuyamayanlar veya kaçıranlar varsa “Kur’an’sız İslam” onlar için iyi bir fırsat.  Çünkü kitapta, bu makalelerin bir çoğu yerini bulmuş bulunmaktadır.

Ülkücünün Ülkücüye Yaptığını Düşmanları Bile Yapmamıştır Burak!

Burak Kılıçaslan’ın kitabında bulunan bir makale beni son derece etkiledi ve zihnimi aldı geçmişin derinliklerine götürdü. Burak Kılıçaslan, “Abdurrahim Karakoç’a Olan Vefamız Mahkemelik Olmak Üzere” başlıklı yazısında, “Merhum Karakoç ile ilgili olarak yazacağı  kitap konusunda, merhumun ailesinin buna karşı çıktığını, merhumun oğlu ve avukat olan gelini tarafından mahkemeye verilmekle tehdit edildiğini” söylüyor ve soruyor: “Şimdi size soruyorum değerli okurlar, Abdurrahim Karakoç’a halk olarak bizler sahip çıkıp vefa göstermeyecek isek, kimler gösterecek?”

Burak’a göndermiş olduğum özel mesajda da söyledim; bu konuda Merhum Karakoç ve ailesi bence sonuna kadar haklıdır arkadaş. Zira Ülkücüler, değerlerine ne onların sağlığında, ne de öldüklerinde gereken saygıyı göstermeyen ve gereken değeri vermeyen insanlardır! Bu yüzden de Ülkücü olarak doğan, şiirleriyle yıllarca Ülkücü cephenin en uç noktasında tıpkı bir azap askeri gibi savaşan Abdurrahim Karakoç, Ülkücülere kırılmış ve bu yüzden de kırık bir kalp ile gitmiştir ebedi aleme. Burak’a yazmış olduğum özel mesajda da söylediğim ve daha önce bir makalemde de bahsettiğim gibi(*); merhum, bir sohbetimiz sırasında bana “Beni meşhur eden ve bana sahip çıkanlar, ülkücü olarak yıllarca kendileriyle mücadele ettiğim solcular olmuştur. Eğer Musa Eroğlu şiirlerimi besteleyerek çalıp söylemeseydi ben bu kadar tanınamazdım. Oğlum için bile gittim Mahzuni Şerif’ten torpil istemek zorunda kaldım ben. Şu anda Sincan’da bir bodrum katta yaşıyorum…” demiştir.

Açık söylüyorum; şu anda ben de Abdurrahim Karakoç’un durumuna düşmek üzereyim! Zira özellikle kendilerini “Ülkücü” olarak lanse eden ve pazar olarak Ülkücüleri ve Türk Milliyetçilerini seçen bazı yayıncılardan yediğim kazık ve aldatılmışlık duygusu, beni bu noktaya getirmiş bulunmaktadır.  Şimdi burada isimlerini açıklamayı yersiz buluyorum ama Burak kardeşime isimlerini söyledim bu yayıncıların. Eğer bir gün tıpkı Abdurrahim Karakoç gibi bu dünyadan Ülkücülere kırgın olarak gidersem, bilin ki; bunun sebebi Ülkücü ve Milliyetçi geçinen yayıncılardır. O bakımdan Burak Kılıçaslan’ın, “Abdurrahim Karakoç’a vefa” ve “Onu sahiplenme” adına yazmayı düşündüğü kitabı gereksiz buluyorum. Adam fakr-u zaruret içinde ölmüş gitmiş kardeşim, ona vefa göstersen kaç yazar, göstermesen kaç yazar. Ölmüş bir adamın “sahiplenilme” diye bir ihtiyacı yoktur ki; sahiplenesin. Abdurrahim Karakoç gibi ölmüş bir adamın arkasından yazılan her makale ve her kitap, aslında ona gösterilen vefa değil, olsa olsa onun isminden istifade ile kitap ve makale sahibinin kendi kendisini tanıtmaya çalışmasıdır. Yani bir anlamda onun isminden istifade ile bizzat kendi reklamını yapmaya ve para kazanmaya çalışmaktır.

Bence bırakalım merhum mezarında bari rahat uyusun. Çünkü o, Ülkücünün Ülkücüye yapmış olduğu düşmanlığı en iyi bilenlerden birisiydi. Tıpkı bu fakir gibi. Naçizane tavsiyem, Ülkücü camia, Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mansur Yavaş örneğinde olduğu gibi MHP’de siyaset yapma imkanı bulamadığı için ayrılmak zorunda kalan Bozkurtları “Tilki” olarak, Hatay Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mete Aslan örneğinde olduğu gibi, dönüp dolaştıktan sonra soluğu kürkçü dükkanında alan tilki misali  ikbal günlerini başka partilerde geçirdikten sonra MHP’ye katılanları da “Bozkurt” olarak niteleme alışkanlığını bir an önce terk etmek zorundadır. Aksi takdirde kabirler, Ülkücülere kırgın ve küskün giden Ülkücülerle dolup taşacak, MHP ise büsbütün özünde Ülkücü olmayanların eline kalacaktır. Benden söylemesi…

Bu vesileyle kardeşim Burak Kılıçaslan’a yazın hayatında başarılar diliyorum…

____________

1-

2- Bk.Abdurrahim Karakoç ve Mahzuni Şerif” başlıklı makalemiz,

Abdurrahim_Karakoc_ve_Mahzuni_Serif.html

“Bizim Referansımız Ne Muhammed'dir Ne de Marx” şeklinde atmış olduğu oldukça kışkırtıcı başlık, dikkatimi çektiği için yazısını okuma gereği duydum. Ne yalan söyleyeyim, başlığı görünce hemen herkes gibi ben de "Bu ne zırvadır, ne diyor bu adam lan" diye düşündüm. Meğer böyle düşünen herkes gibi ben de yanılmıştım. Yazının başlığı ona değil, geçmişte kısa bir süreliğine siyasete soyunan ancak tıpkı saman alevi gibi sönüp giden Cem Boyner'e ait bir sözmüş. Merhum Alparslan Türkeş ve merhum Bülent Ecevit ile birlikte Sabahattin Önkibar'ın hazırlayıp sunduğu bir program sırasında söylemiş bu lafı Cem Boyner. Zaten, sözün kaynağı da Sabahattin Önkibar'mış. - Cami2

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir