2001 yılının başları idi. Fransız Ulusal Meclisinde, sözde Ermeni Soykırımı ile ilgili bir yasa görüşülmeye başlanmış, bu sebeple Türkiye’de, Fransız ürünlerine karşı boykot uygulanmasına varıncaya kadar bir infial yaşanmaya başlamıştı. Üstelik Türkiye’de tam bir kriz havası hüküm sürüyordu. İşte bu günlerde bir vatandaş olarak ülkem ve milletim hakkında hissettiklerimi, devletimin ve milletimin başındaki adamla, yani Sayın Ahmet Necdet Sezer ile paylaşmaya karar verdim. Oturup kendisine 12.02.2001 tarihini taşıyan şu mektubu yazdım:
Yıllardır hasret kaldığımız devlet adamı tipini bize yaşattığınız için size sonsuz teşekkürler. Bu sebeple bütün Türk Milleti gibi sıradan bir vatandaş olarak ben de sizlere güven ve saygı duyuyorum. Yıllardır katlanmak zorunda olduğumuz popülist devlet adamı kimliğini bir tarafa atarak ve herhangi bir ikbal kaygısı duymaksızın yapmış olduğunuz tasarruf ve icraatlar gönüllerimizi ziyadesiyle fethetmektedir. Bunun içindir ki; son günlerde özellikle siyasiler tarafından size karşı yöneltilen bazı sözlü tepkileri ve iyi niyetten yoksun olarak gözüken yasa ve Bakanlar Kurulu Kararı çıkarma girişimlerini aslında kendimize yöneltilmiş girişimler olarak algılıyoruz(1). Hele hele son günlerde parlamentoda yaşanan olaylar, bizim Yüce Meclise olan güvenimizi iyiden iyiye sarsmış bulunmaktadır. Bununla birlikte Parlamenter Demokrasi’nin bir gereği olarak, kendimizi Yüce Meclise güvenmek zorunda hissediyoruz.
Cumhurbaşkanlığı makamı, şu anda (elbette sizin sayenizde) milletin en çok güven duyduğu makamların başında gelmektedir. Bu itibarla bir vatandaş olarak ülkemizin içinde bulunduğu hal ve durum hakkındaki görüşlerimi sizlere aktarmayı bir görev sayıyorum. Çünkü ben ülkesini ve milletini seven bir insan olarak, bu ülkede bir şeylerin iyi gitmediğini görüyor ve üzülüyorum. İyi gitmeyenlerin başında da milletin güven duygusunun zedelenmesi ve halkımızın gelecek hakkındaki ümitlerinin azalması gelmektedir. 07.02.2001 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden öğrendiğimiz kadarıyla dünya çapında 43 ülkede yapılan bir araştırmada; diğer insanlara güvenme konusunda en güvensiz insanların Türkler olduğu tespit edilmiştir. Birbirine güvenmeyen, dolayısıyla birbirini sevmeyen, bu sebeple bir araya gelemeyen ümidi kaybolmuş ve morali bozulmuş bir milletin devletinin başarılı olamayacağı da kesindir. Bu sebeple süratle halkın moralini yükseltecek ve milletin, devletinin geleceği hakkındaki kaygısını giderecek tedbirler almak mecburiyeti vardır. Aziz Atatürk’ün yıllar önce söylediği “Benim naçiz vücudum elbet toprak olacaktır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidar kalacaktır!” şeklindeki özdeyişinin tahakkuku konunda vatandaşlarda ciddi kuşkular bulunmaktadır. Çünkü halkımız bir şeylerin iyi gitmediğini, mevcut siyasi, sosyal ve ekonomik yapının, mevcut sorunları çözemeyeceğini artık görmektedir.
Malumları olduğu üzere; son günlerde yine bir Ermeni soykırımı tartışmasıdır aldı başını gidiyor. İtalya konu ile ilgili yasa çıkarmış, Fransa konu ile ilgili yasa çıkarmış, İngiltere’de Yahudi Soykırımını anma toplantısında Osmanlılar kınanmış, ABD’de Ermeni Diasporası, kongrede dondurulmuş vaziyette bekletilen teklifin kanunlaşması için yeniden çalışmalara başlamış. Eğer bu konu yasalaşırsa, ABD Başkanları her yıl 24 Nisan’da yapacakları konuşmalarda bu soykırıma atıfta bulunacak ABD diplomatları bu konuda eğitilecekmiş. Haberler böyle! Ayrıca medyada, başta zat-ı devletleriniz olmak üzere, Başbakandan Dışişleri Bakanı’na, Genel Kurmay Başkanı’ndan TBMM Başkanı’na varıncaya kadar hemen her kademedeki yöneticilerimizin Fransa’daki muadillerine mektup yazarak Ermeni Soykırım Yasası’nın çıkarılmasının engellenmesini istedikleri, buna rağmen Fransa’nın söz konusu yasa teklifini kanunlaştırdığı konusunda haberler çıkmıştır. Bu durum, vaktiyle Kral I. Fransuva idaresindeki Fransa’yı koruma altına alan, Fransa’nın ekonomik durumunun iyileştirilmesi için bu ülkeye çeşitli ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) tanıyan bir milletin torunları olarak bizleri elbette üzmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere soykırım uygulanmış mıdır? Yani kasıtlı bir yok etme politikası izlenmiş midir? Elbette hayır! Peki bu konuyu ciddi olarak araştıranlar var mıdır? Elbette vardır. Ancak bu araştırmacıların devletleri güçlü olmadıkları için bu araştırmalar hiç dikkate alınmamaktadır. Çünkü biz ne dersek diyelim bu gün hak, hak edenin değil, güçlünündür. Bu gerçek, ne yazıktır ki; ulusal boyutta da, uluslar arası boyutta da böyledir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında devletin uygulamak zorunda kaldığı bir zoraki göç politikası olmuştur. Bu göç sırasında ve zor yol şartlarında bazı vefatlar olduğu da bilinmektedir. Bu vefatlar, sadece Ermeniler arasında değil Türkler arasında da vuku bulmuştur. Rus işgali sırasında Türkiye’de yaşayan Ermeni halkın Ruslarla işbirliği yaparak özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Türklere karşı bir katliam uyguladığı bilinmektedir. Bugün Bosna-Hersek’te bulunan toplu mezarlar, diri diri gömülmeler, canlı canlı yakmalar, vaktiyle masum Türk halkına da uygulanmıştır.
Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki hemen her şehir ve kasabada bulunan şehitlikler, bunun en güzel ispatıdır. Hadisenin en canlı şahitlerinden birisi de benim. Şöyle ki; bugün Kars şehir merkezinde “Kanlı Tabya” diye bir yer vardır. Eskiden askeri birliklerimiz barınırmış. Hala da öyle. İşte ben de askerliğimi burada yaptım. Burada bulunan taş binalardan birisinin duvarlarında, Ermeniler tarafından duvara çivilenerek öldürülmüş Türk askerlerinin kanları hâlâ durmaktadır. Çivilerin yerleri ve taşlara sinmiş kanlar hala canlı birer şahit gibi ortalıktadır(2). İşte Türklere karşı girişilen bu tür katliamlar sebebiyle ve savaş hengâmesinde bazı Ermeniler de ölmüş olabilirler. Ancak bunu bir soykırım olarak nitelemek ve bu sebeple tarihte olduğu iddia edilen bir olay sebebiyle bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni yargılamaya kalkışmak ve ona baskı uygulamak insafla bağdaşır bir şey değildir. Hatta Ermenilerin haksız yere öldürülmelerine göz yumduğu gerekçesiyle Boğazlayan kaymakamı Kemal bey’in idamla cezalandırıldığını herkes bilmektedir.
Soykırım denilen şey, eğer topluca ve maksatlı olarak öldürmek (jenosit) ise bunu Türk Milleti tarih boyunca hep yaşamıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse;
1-Eski Türk tarihlerinden öğrendiğimize göre; en büyük soykırımı Türklere karşı Çinliler yapmıştır. Orhun Abideleri’nde anlatıldığı kadarıyla; Çinliler soyunu sopunu kurutuncaya kadar Türk Milleti’ni toplu katliamlara tabi tutmuştur. Orhun Anıtları’nda Bilge Kağan şöyle der; “Çin milletinin sözü tatlı, ipeklisi yumuşak idi. Tatlı sözü yumuşak kumaşıyla kandırıp ıraktaki milleti kendine yakın tutardı. Kandırdıktan sonra da kötü yüzünü gösterirdi. Yurdu için direneni, yurdu için düşüneni yaşatmazdı. Bir kişi Çin’e karşı gelse onun soyunu sopunu kurutuncaya kadar yok ederdi. Çin’in tatlı sözüne, yumuşak ipeklisine çok aldandın, Türk Milleti onun için çok öldün; Türk Milleti aldanırsan öleceksin!”(3).
2-Haçlı seferlerini dikkate alırsak; Türklere karşı onlarca Haçlı Seferi düzenlendiğini görürüz. Hem de Papalığın çağrısıyla. Ve bu seferlerde yüz binlerce Türkün kanı akmıştır. Peki bu soykırım değil de nedir?
3-Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkan “Kızılderililer ve Türkler” isimli kitabında “Hun Türklerinin 2000 yıl kadar önce Bering yoluyla Amerika’ya girmiş oldukları hakkında bazı işaretler vardır…Yani Kızılderililerin Türk olduklarını ileri sürmüyorum. Türk değildirler, ama akrabadırlar. Macarlar ve Finler gibi…Amcaoğlu gibi durumdadırlar”(4) diyor. Buradan çıkarılacak sonuç, “Türk de olabilirler” şeklindedir. Ve Kızılderililere uygulanan soykırımı bugün herkes bilmektedir.
4-Çok eskilere gitmeye gerek yoktur. Daha dün Birinci Dünya Savaşı’nda sadece Çanakkale cephesinde yüz binlerce Türk insanı ya şehit edilmiştir, ya da sakat bırakılmıştır. Bugün Türkiye’de hiçbir aile yoktur ki; Çanakkale’de bir yakını şehit düşmüş olmasın. Çanakkale savaşlarında İngilizlerin Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi dünyanın öbür ucundan yerli askerler (Anzaklar) ve Afrika’daki yamyamlardan müteşekkil birlikler getirdikleri bilinmektedir. Bu askerler, asıl görevi öldürmek olan lejyonerlerden ibarettir. Dolayısıyla bu durumu sadece savaş mantığı içinde kabullenmek doğru olmasa gerek. Asıl soykırım işte budur. Yoksa Anzakların ve Yamyamların Türkiye’de başka ne işleri olabilirdi?
Bütün bu örnekler de gösteriyor ki; eğer yeryüzünde bir soykırımdan bahsetmek gerekirse, bu soykırım en şiddetli biçimde Türk Milleti’ne karşı uygulanmıştır. Dolayısıyla bugünkü Türk İnsanı’nın, dün vuku bulduğu iddia edilen bir olaydan dolayı hiç kimseye diyet borcu bulunmamaktadır.
Bu sebeple Türkiye’nin konuyla çok fazla ilgilenmemesi, karşı lobilere fazladan para kaptırmaması ve siyasilerin konuşmalarıyla halkı tahrik ve tazyik etmemesi gerekir. Çünkü biz tepki gösterdikçe bu yasaları çıkaranlar ve Ermeniler sevinçten göbek atmakta, belki de bizden bazı tavizler koparmanın hayallerini kurmaktadırlar. Bunun için bugün Fransa’ya karşı uyguladığımız politikayı doğru bulmuyorum. İhaleleri iptal ederek Fransa’ya zarar verileceğini beklemek hayalciliktir. Çünkü bugün Fransa hemen her bakımdan uluslar arası ölçekte bir ülke olup, Türkiye’nin tavrından kolay kolay etkilenecek bir ülke değildir. Esasen Fransa ile olan ilişkilerin bozulmasından daha çok etkilenecek taraf Türkiye gözükmektedir. Çünkü özellikle turizm ve ihracat gelirlerimizde Fransa’nın payı her yıl artan bir trend izlemektedir. Buna ilave olarak, Fransa ile yapılan yatırım anlaşmalarının tek taraflı iptal edilmesi, diğer yabancı yatırımcıları da etkilemekte ve onlar üzerinde caydırıcı bir etki yapmaktadır. Nitekim 2 Şubat 2001 tarihli gazetelerde İsviçre Hava Yolu şirketi Swissair’in ÖİB’na THY’nin özelleştirilmesi ile ilgilenmediğine ilişkin mektup yazdığı, Telekom’un tanıtılması ile ilgili olarak Londra’da yapılacak toplantının ise iptal edildiğine ilişkin haberler çıkmıştır. Bu durum, Türkiye’deki özelleştirme çalışmaları ile yabancı sermaye çekme çabalarının karşısına bir handikap olarak çıkmaktadır. Türkiye uluslar arası platformlarda güvensiz bir ülke olarak lanse edilmektedir.
Avrupalı milletlerin milletimize karşı olan bakış açıları zaten bilinmektedir. Bugün bize karşı hasmane tutum takınmış olan milletlerin atalarının, vaktiyle Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem sultan isimli şehzadeyi esir alarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tehdit unsuru olarak kullandığını, bu olayı tezgahlayanların elebaşlarının da Papa VIII. İnnocentius ve VI. Alexander ile Katolik kilisesi olduğunu unutmamak gerekir(5). Bu ülkelerden İtalya, aynı düşmanlığı vaktiyle, 1480 yılında Otranto’yu zapt ederek Doğu Roma’dan sonra Batı Roma’yı da ele geçirmeye azimli Fatih Sultan Mehmet’i, 1481 yılında zehirletmek suretiyle öldürterek de yapmıştır. Hem de kendi milliyetinden olan ve ihtida etmiş gibi gözükerek Fatih’in özel doktorluğuna kadar yükselmeyi başaran Yakup Paşa (İacopo Maestro) isimli Yahudi’ye yüklüce rüşvet vaat ederek(6).
Bir İtalyan marşında şunlar söyleniyor: “Anne duanı et, ağlama, bilakis gül ve düşün. İtalya beni çağırıyor, Trablus’a neşe içinde gidiyorum. Mel’un milleti (Türkleri) ezmek, padişaha genç kızları peşkeş çeken İslam dini ile savaşmak için gidiyorum. Kur’an-ı mahvetmek için bütün gücümle savaşacağım…Biri sana çocuğun için neden yas tutmadığını sorarsa –O İslam dini ile savaşırken öldüğü içindir-de!”
General Nelson, Edvar’a yazdığı mektupta şöyle der: “Ayaklananları yakmakta veya diri diri derilerini yüzmekte bizi serbest bırakacak kanunları çıkartmalıyız. Çünkü içimizde yanan intikam ateşi yalnız idam etmekle sönmüyor.”
İngiliz meşhurlarından Gladstone da şöyle diyor: “Kur’an yeryüzünden kaldırılmalı, Avrupa Müslümanlardan temizlenmeli!”
Lord Salisbury ise; “Hilal haçtan ne aldıysa geri vermeli, aksi olmamalı.” diyor.
Yunanlı Kiçon da; “Kâbenin yıkılmasını, Peygamberimizin mezarının Luvr müzesine taşınmasını” istemiştir(7).
Avrupalının Türkiye ve Türklere bakış tarzı budur. Ancak bakış tarzı budur diye bu ülkelerle düşman mı olacağız? Elbette hayır. Milli menfaatlerimiz hangi ülke ile ilişki kurmayı gerektiriyor ise mutlaka o ülke ile ilişki kuracağız. Dış politikada duygunun yerine aklı, mantığı ve bilimi hakim kılacağız. Aksi takdirde bu gidişle dün İtalya’ya karşı(8), bugün de Fransa’ya karşı izlemeye çalıştığımız hissi politikalarla dünyada hiçbir dostumuz ve müttefikimiz kalmayacak ve Türkiye tamamen içine kapanacak gibi görülüyor. Bu da ancak rejim düşmanlarının işine yarayacaktır.
Orhun Anıtları’ndan öğrendiğimiz kadarıyla Türk Milleti’ni yok olmaktan Bilge Kağan kurtarmıştır. Milli Mücadele ile de Mustafa Kemal Atatürk. O tarihlerde Türk Milleti’nin başında Bilge Kağan ve Atatürk bulunmakta idi ve onlar üstlerine düşen vazifeyi yaparak milleti selamete kavuşturmuşlardır. Şu anda onların tahtında oturan birisi olarak, bu milletin ümitlerinin yok olmasını önlemek de galiba size düşüyor Sayın Cumhurbaşkanım! Bu konuda emarelerini gördüğümüz çalışmalarınızın bir sekteye uğramadan devamı dileğiyle, en derin saygılarımı sunuyorum.*
…
Evet, 09.02.2001 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’e yazmış olduğum mektup böyleydi. Mektupta sözü edilen konular galiba bugün de geçerliliğini korumaktadır. Özellikle ABD’deki bazı etkin Yahudi kuruluşlarının, sözde Ermeni Soykırımı iddiaları konusunda tavır değiştirdikleri ve Ermeni tezlerine destek verir tarzda konuştukları gözlenmektedir.
***
Malum çevrelerden yöneltilen bildik eleştirilere ve saldırılara ilave olarak Sayın Ahmet Necdet Sezer hakkında yapılan en bariz tenkit, onun Çankaya’yı halka kapattığı ve halktan kopuk yaşadığı şeklinde yapılan tenkittir. Kendisinin, Çankaya’yı yol geçen hanına çeviren Merhum Özal ve Sayın Demirel’den sonra Cumhurbaşkanı olması, haklı olarak bu yönden de tenkit edilmesine yol açmıştır. Ancak benim gözümde o, gerçekten son yıllarda yetiştirdiğimiz ve devlet ciddiyetini temsil eden en kayda değer devlet adamlarından birisidir ve öyle de kalacaktır. Kendisine “güle güle, kim ne derse desin bu millet sizi sevdi sayın on numara” diyor, sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum… 29.08.2007/ Ömer Sağlam
Cumhurbaşkanlığı’nın Tarafıma Verdiği Cevap:
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından Genel Sekreter Yardımcısı H. Bülent Serim imzasıyla tarafıma gönderilen 19.03.2001 tarih ve B.01.0.YKB.02-66-402-1316 sayılı yazıda şöyle deniliyordu:
“Sayın Ömer Sağlam
Fransa Ulusal Meclisi’nde Ermeni yanlısı yasanın kabul edilmesine tepkinizi ve alınacak önlemlere ilişkin görüşlerinizi içeren 12 Şubat 2001 günlü başvurunuz Başbakanlığa gönderilmiştir. Yurttaşlarımızın toplumsal ve ulusal konulara gösterdikleri duyarlılık takdirle karşılanmaktadır. Bilgilerinizi rica eder, esenlikler dilerim.”
Dipnotlar:
* 1, 2 ve 8 nolu dipnotlar 29.08.2007 tarihinde ilave edilmiştir.
1- AKP ile yıldızı bir türlü barışmayan ve bu yüzden AKP yönetimi ve parti tabanı tarafından sevilmeyen A.Necdet Sezer, aslında B. Ecevit liderliğindeki koalisyon hükümeti ile de sorunlar yaşamıştır. Örneğin bizim bu mektubu yazmamızdan yaklaşık bir hafta sonra 19 Şubat 2001 tarihinde yapılan MGK toplantısı öncesinde söz alan Sezer, hükümetin bazı icraatlarını eleştirmiş, sözlerinin sonuna doğru, bazı düzenlemelerin Anayasa ile çeliştiğini belirttikten sonra elindeki Anayasa kitapçığını Ecevit’in önüne fırlattığı için Ecevit ve hükümet üyelerinin MGK toplantısını terk ettikleri kamuoyuna yansımıştır. Ecevit’in konuya ilişkin açıklamalarından sonra da zaten beklenen ekonomik kriz patlamış ve Türkiye meşhur 21 Şubat kriziyle baş başa kalmıştır. Dolayısıyla A.Necdet Sezer’in özellikle AKP’liler tarafından sevilmemesini onun solculuğu ile ve CHP’li olmasıyla açıklamak doğru değildir. Eğer öyle olsaydı Sayın Sezer, kendisini cumhurbaşkanı yapan Ecevit ile ters düşmezdi. Onun özellikle siyasiler tarafından sevilmemesinin yegâne sebebi, olsa olsa popülizme geçit vermeyerek, yapılan her düzenlemede kanunilik ve anayasaya uygunluk ilkesini araması olsa gerektir.
2- Yanlış hatırlamıyorsam TRT’de Yönetmen Natuk Baytan tarafından çekilen “Duvardaki Kan” isimli televizyon dizisinde bu konu işlenmiş ve dizinin adı Kars Kanlı Tabya’da yer alan bu kan izlerinden hareketle verilmiştir.
3- M.Necati Sepetçioğlu, Sonsuza Uyanan Taşlar, s.152, İrfan Yayınları, İstanbul, 1981.
4- Ord. Prof. Dr. R.Oğuz Türkan, Kızılderililer ve Türkler, s.39-40, e yayınları, İstanbul, 1999.
5- Büyük Larousse, c.5, s. 2253-2254, Milliyet Yayınları,
6- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.3, s. 126, Ötüken Yayınları (Vatikan ve İtalyanlar, vaktiyle Batı Hun İmparatoru Attilla’yı da aynı yöntemle, ancak bu kez onun koynuna sokmayı başardıkları bir fahişe kanalıyla öldürtmüşlerdi).
7- Prof.Dr. S.Hayri Bolay, Yakup Üstün’ün “Türkiye’yi Parçalama planları” isimli tercüme eserine yazmış olduğu takdim yazısından alınmıştır, s.10-11, TDV. Yayınları, Ankara-1993.
8-Terörist başı Apo’nun İtalya’ya sığınması üzerine 1998 yılında da İtalyan mallarına karşı boykot uygulanmıştı. O sırada İtalya’da Başbakan olan Massimo Dalema, geçtiğimiz günlerde bu kez Dış İşleri Bakanı sıfatıyla Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunuyor ve “Devlet politikamız gereği o sırada öyle davranmam gerekiyordu” şeklinde bir açıklama yapıyordu. Roma’da Apo’ya konut tahsis eden dönemin İtalyan Başbakanı Dalema hakkında Türk medyasında “DALLAMA” şeklinde hakaret vâri manşet ve başlıklar kullanılarak haber ve yorumlar yapıldığını hatırlıyorum.