SANAT VE SANATÇILAR
Geçtiğimiz aylardan birinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaptığı bir konuşma sırasında, bir sanatçıyı, bir sendika başkanını, bir vatandaşını milyonlarca seçmenine defalarca yuhalatıp, açık bir hedef olarak işaret etmişti. Bir başka gün de Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek katıldığı bir televizyon programında, yine bir sanatçı Mehmet Ali Alabora için, “Allah’ın izniyle devlet bunu yakalayacak ve ben Alabora’yı içeride göreceğim” demişti. Bu günse AKP lider ve yöneticileri inanılmaz bir anlayışla sanki ticari bir yatırım alanıymış gibi, devletin tiyatro ve gösteri sahasından çekileceğini söyleyebiliyorlar. Yani kısacası Devlet tiyatro, opera ve bale kurumlarında çalışan binlerce görevliyi işten çıkarıp, kapının önüne koyacak yasa hazırladıklarını büyük bir gururla söyleyebiliyorlar.
Buna şaşırdığımı söylersem hiç te inandırıcı olmayacaktır. Şaşırmadım, çünkü Arabesk bir dünyanın sanat anlayışı da başka türlü olamazdı. Konfiçyüse atfen bir söz söylenir. “Bir ulusun birlik ve bütünlüğünü yok etmek için önce müziğini bozun” der. Bizde de böyle oldu, Türk sanat Müziği olarak adlandırdığımız analarımızın, babalarımızın müziği büyük saldırıya uğradı. TRT Ankara radyosu bu müziğin okulu ve sığınağı olmuştu. Önce solistler, sonra da Nihavent, Hicaz, Rast, Kürdili Hicazkâr gibi belirli ses aralığına ve kurallara bağlı dev makamlar yerini kuralsız, kaidesiz Unkapanı menşeli garip bir müziğe bıraktı.
Hafif batı Müziği olarak tanımladığımız Batı müziği bile bu dönemde adeta kayboldu ve dümbelek müziği ağırlıklı yerli popüler müzik ön plana çıkmaya başladı. Klasik müzikle, opera ve bale müziği adeta tamamen silindi. Mozart, Şopen, Çaykovski, Bethoven gibi isimler, Pucuniler, Verdiler çok dar bir çerçeve içinde hapsoldular. Resim ve Heykel çalışmaları tamamen durdu ve ucube yakıştırmalarından kendini kurtaramadı. Dünya çapındaki ünlü piyano ve keman virtiözleri dışlandılar, haklarında davalar açıldı.
Atatürk’ün sanat ve sanatçı ile ilgili sözlerini hatırladım. “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kurumuş demektir” diyordu. Ve bir gün çevresindeki siyasilere “Hepimiz, milletvekili, bakan hatta cumhurbaşkanı olabiliriz ama asla bir sanatçı olamayız. Onun için Allah vergisi bir yetenek gerekiyor” demişti. Eminim ki bu sözleri şu veya bu şekilde duymuş olabilirsiniz ama şu anlatacağım öykü pek az duyulmuş olabilir.
Atatürk bir gün ünlü sofrasında sohbet edilirken konu sanat ve sanatçılardan açılınca, kim bize sanatçıyı tanımlayabilir? Sorusunu sormuş. Çevresinde bulunan herkes kendi anlayışına göre sanat ve sanatçıyı tanımlamış, ancak hiç biri arzu edilen sonucu alamayınca kendisinin tanım yapması istenmiş. O sanatçıyı şöyle tanımlamış: “ Sanatçı uzun ve yoğun çalışmalardan sonra ilk defa alnında ışığı hisseden insandır.”
1990’ların sonlarına doğru İzmir’de ANAP ve Doğruyol partililerin yoğun olarak katıldığı bir toplantıya Atatürk’le ilgili bir konferans vermek için davet edildim. Konuşmam bitince çoğu genç dinleyicilerden biri “Hocam; Acaba Atatürk sizin görüşünüze göre eğer asker olmasaydı, hangi mesleği seçerdi? Diye sordu. Hiç tereddüt etmeden tabii ki öğretmen olurdu cevabını verdim. Salonda muazzam bir alkış koptu. Sonra ya da sanatçı olurdu diye devam ettim. Çünkü o bir şeyler yaratmayı severdi. Birkaç nazik izleyici dışında alkışlar kesildi. Zannederim ki bu aynı zamanda toplumumuzun sanat ve sanatçıya bakış açısının da bir ölçeği idi.
En yakın bir başka örnek; birkaç ay önce Başbakan Erdoğan ünlü fakat ne olduğu bir türlü açıklanmayan “Süreç” konusunu halka anlatmak için “Akil Adamlar” diye tanımlanan bir grup seçti. Bu gruba herhalde halka daha yakın olabileceği düşüncesiyle birkaç sanatçı da dâhil edildi. Dikkatimizi çeken en önemli husus,başta bendeniz olmak üzere hemen hemen herkes bu sanatçılara takıldı ve küçümser tarzda “O ne bilirki?” anlamında ifadeler söylendi. Yani hepimiz şöyle düşünmüş olmalıydık: sanatçılar çoğunlukla fizikleriyle öne çıkan cahil insanlardır, siyasetten ne anlarlar ki akil adam olsunlar.
İşte toplumumuzun sanatçıya bakış açısı böylesine çarpık bir değerlendirmelere dayanıyor. Oysa fikren karşı olsak da o grupta tanıdığımız, sevdiğimiz ve hatta güvendiğimiz kişiler sadece o sanatçılardı.
Atatürk’ün yaptığı sanatçı tanımına dönersek; müziğe düşkün olduğum için gençliğimde beste yapmaya çalıştım. Başını yakaladım, arkasını getiremedim, vazgeçtim. 5-10 sene sonra bir daha denedim, sonunu yakaladım ama başını bir türlü denk getiremedim. Yeterli seviyede nota ve müzik bilgisi eksikliğini daima hissettim
Roman yazmak istedim. Adı da belliydi “Kumandan”. Konu, gidişat ve kahramanlar belliydi. Ama dikkat ettim hep hareketleri düşünüyordum. Edebi süslemeler, tasvirler bir türlü olmuyordu. Bir matematikçi anlayışla edebiyatın derin güzelliklerine yabancı kalmıştım. Okullarda en zayıf dersim resim olduğu için resim ve heykel konularıyla hiç uğraşmadım ama resim ve heykel galerini ailece izlemekten daima zevk aldık. Yani arkadaş! Alnımda o ışığı bir türlü hissedemedim.
Sanatçılar tıpkı çiçekler gibi ancak sanatsever bir ortamda yeşeriyorlar. Bu nedenle, bir ülkede ilk önce sanatsever aydın grupların yetiştirilmesine çalışılır Bu gerçek, dünyada bizim gibi güzel sanatlar dünyasına din emri denilerek yabancı kalmış bir ülke halkı için daha da zordur. Bu nedenle ülkemizin reformcuları, halkın bütün direncine rağmen askerlerin destek ve himayesinde, öğretmenlerimizin büyük gayretleriyle Türkiye’de sanatsever bir topluluk yetiştirmeye çalışmışlar ve ancak büyük şehirlerde ve sınırlı ölçüde başarılı olmuşlardır. 2014 yılı gibi adeta feza çağına girdiğimiz şu günlerde Türkiye’nin birkaç şehri dışında bir tiyatrosu, opera ve balesi, orkestrası hatta bir bandosu bile yoktur. Devletin bu görevi üstlenmesinin nedeni budur. Yani halkın güzel sanatlara sevgisini ve ilgisini arttırmak ve bu sevecen halk içinden sanatçılar yetiştirmek.
Bir İstanbul çocuğu olarak tiyatroyla ilkokulda ve ortaokulda, opera ve baleyle lisede ve Cumhurbaşkanı filarmoni orkestrası ve klasik müzik dâhil müzikle bilinçli olarak ancak üniversite çağında tanışabildik. Bu sayede tıpkı ünlü özdeyişte olduğu gibi, ruhumuzu bolca gıdalandırma imkânına sahip olabildik. Ama ne yazık ki Anadolu ve Rumeli’de yaşayan Türk çocukları bizler kadar şanslı değildiler, çoğunluk bu güzelliklerden mahrum yetiştiler ve öğretmenler din adamların ortaya koyduğu engelleri bir türlü aşamadılar.
Sanat ve sanatçılarla ilgili görüşlerimizi açıklamaya devam edecek ve ülkemizde nadir yetişen sanatçılarımızın neden devletin şemsiyesi altında kalması gerektiğini, hele Fazıl Say, Pekiner Kardeşler, İdil Biret, Suna Kan, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi dünya çapında isim yapmış sanatçılarımızı korumamız gerektiğini açıklamaya çalışacağız.
Dr. M. Galip Baysan