Mustafa Kemal Paşanın Ankara’ya ilk geldiği günlerde (1920nin ilk ayları), Gazeteci Yunus Nadi Bey Mustafa Kemal Paşa ile ilginç bir röportaj yapar. Bu röportaj sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri her devirde ders alınacak mahiyettedir. Bu konuşma aynı zamanda onun ve onun şahsında Türk ordusunun demokrasiye, Milli devlete olan inancını ve özlemini dile getirmektedir. Röportajı hiçbir katkı yapmadan, olduğu gibi sunmaya çalışıyoruz. Yunus Nadi Bey anlatıyor:
“Şimdi vaziyeti mütalaa ediyorduk. Ben Kuşçalı’dan (İstanbul’dan Ankara’ya gelirken) çektiğim telgrafa aldığım cevabın, Ankara’da gördüklerimle tamamen itilaf edememesi şeklinde gizli bir ızdırabın zebunu idim… (Ankara’daki çevre, Anadolu) insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekteydi.
– Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu ihtilalden bir teşekkül yaratmak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O millettir, o Türk Milletidir. Eksik olan şey teşkilattır, işte şimdi onun üzerindeyiz.
Ben pratik olmayı iltizam ettiğim için doğrudan doğruya Yunan cephesinden (bahsettim). İyi hazırlanmış muntazam bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim gayri muntazam kuvvetlerimiz.(1) Bence cepheyi tutan oradaki Kuvayı Milliye değildi, belki (Milen hattı) denilen siyasi vahime idi.
Paşa’nın gözleri parladı:
– Bunu bana Sivas’ta yazdınızdı, o cephelerden de aynı mealde müracaatlar vaki oldu. İsteniliyordu ki Sivas’ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime -sanki buralarda boş vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir müşahide ve telakki bu noktai nazara hak verebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin hayır ve selameti için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların kıymetlerine halel vermek istemiyorum. Bilakis onlar pekiyi adamlardır ve vatan için işte fedakarane çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin mecmu kıymeti vatanperverine bir tezahür mahiyetini tecavüz edemez. Bu da bir kıymettir. Fakat bu kıymet manevi bir kıymettir. Yunan orduları ise maddi bir teşekkül olduğundan yalnız böyle manevi bir kuvvetle durdurulamaz. Balıkesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı alakasız değiliz. Fakat oradaki mevcutla, o havalinin mevcudu ile, o işi halletmek imkanı olamaz.
– Onun için bunca talep ve müracaatlara rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi Aydın veyahut Manisa livalarının cephesi değildir. Yunan cephesi, bütün memleket ve bütün vatan cephesidir.* Ne zaman bütün memleket bu cephenin hakiki manası bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse, işte bu cephe o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu hakiki lüzum ve zaruretin tesisi peşindeyim. Hatta halledeceğimiz şey yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Memleketin selameti ve milletin istiklali bahis mevzuudur. Önümüzde (Misakı Milli) var ki bütün prensiplerimizi mütevazıyane bir şekil ile ifade ediyor. Düsturu vazetmişizdir. Milletin istiklalini vatanın son kaya parçası üzerinde müdafaa edeceğiz, kurtaracağız veya –eğer mukadderse- öleceğiz. Fakat eminiz ki ölmeyeceğiz ve kurtaracağız.(2)
– Meclis’in ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti meclisten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek için ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten ızdırabım da ondandır.
– Bu ızdırap beyhudedir… Ben bilakis her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Nadi Bey, bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet (yasalara uygun oluş) ancak milli kararlara istinat etmekle, milletin (genel hislerine) tercüman olmakla hâsıl olur. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım, o esaret ve zilleti kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine “Ey Millet, sen esaret ve zilleti kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali soran çocuklarını (ölesiye) seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet bu suali soran çocukların aldıkları tedbir ve (düzenlemeleri) canla başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kaniim.(3)
– Paşam, nazariyat çok güzelse de gerçekler önemlidir. Mesela Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Hakikat odur ki, eğer elimizde istinat edilecek bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel nazariyat suya düşüp gidebilir.
– İşte aramızdaki fark bilhassa burada göze çarpıyor. Bence Meclis nazariye değil, hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür. Evvela Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve ona vekilen meclistir. Çünkü ordu demek, yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyarlarca servet ve sâman demektir. Buna iki-üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve mevcudiyetine zıt olan mezalim ve baskının tümünü bertaraf etmeye muktedir olma salahiyetini yalnız nazariye olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz.”(4) Mustafa Kemal’in sözleri sanki bir demokrasi dersidir.
Sözlerimizi minik bir yorumla noktalamak istiyoruz. Bizce Atatürk’ün benzersizliğinin sırrı bu sözlerde saklıdır. Bütün Dünya tarihi içinde benzer şartlarda ulusunu kurtarmak için çaba gösteren yüz liderden doksan dokuzu büyük bir ihtimalle önce güçlü bir ordu kurmak isteyecektir. Çoğu sivil lider için Ordu en büyük ve en önemli güç kaynağıdır. Ancak bir kişi, asker bir lider Mustafa Kemal; önce Meclis yani Halk Yönetimi- Demokrasi, sonra Ordu- Güç diyor. Bu yazıyı Mustafa Kemal Atatürk’ü bir diktatör olarak gören ve göstermek isteyenlere ithaf ediyoruz. **
DİPNOTLAR :
(1) Aynı konuda İsmet Bey’de Mustafa Kemal Paşa’yı sıkıştırmaktadır. “Atatürk’e bir noktada mutabık olalım diyorum. Nümayişlerle, telgraflarla ve nihayet gerilla ile netice alabilir miyiz?” Bknz. İsmet İnönü Hatıralar-I, s.181
* Sakarya Muharebesinde ünlü “Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” ifadesinin kaynağı bu düşünce sisteminden başka birşey değildir.
(2) Y. Nadi, Ankara’nın İlk Günleri, s.96-98
(3)Aynı eser, s.98-99
(4) Ankara’nın İlk Günleri, s.99-100
** Atatürk- Demokrasi ilişkileri konusunda bakınız: M.Galip Baysan: Türkiye’de Demokrasinin Kurulusunda Ordunun Rolü Birinci Kitap (1700-1918) ve İkinci Kitap (1918-1950) ( İzmir-2004)
Dr. M. Galip Baysan
Yazıları posta kutunda oku