Komünizm teorisinin SSCB ölçeğinde test edilip raflarda yerini almasından, hatta kolilere konup bantlanmasından sonra, İslamcıların çoğu pek bir sevinmişti. Kimi komünistler uygulamanın vebalini teoriye yüklememek gerektiğini söyleyedursun, İslamcılar beşeri ideolojilerin iflasa mahkûm olduğunu, kendi teorilerinin bizzat Allah tarafından yazılması hasebiyle asla mahkûmiyet yaşanmayacağını vurgular, renkli kalemlerle altını çizerlerdi. Peki İslam’ın yönetim şekline ilişkin bir teorisi var mıydı? Söylediklerine göre vardı, ama nedense bir türlü aklım ermemiş, anlayamamıştım bunu…
Nasıl ki Peygamber ölür ölmez Müslümanlar birbirini öldürme yarışına girmişse, nasıl ki Peygamberin eşi Ayşe ile damadı Ali birbirlerini boğazlama peşinde olmuşsa, İslamcılar da, hani dünyaya nizam getirecek İslamcılar, o günlerde de bugünlerde olduğu gibi birbirini pek bir boğazlardı.
Dışarıdakiler? Arabistan başta olmak üzere birbirine dahi dostluğunu görmediğimiz (ama bir yandan da ülkemizdeki İslamcıların ümmet diye yanıp tutuştuğu) 22 Arap ülkesi hep yanlış anlamış ve uygulamıştı İslam’ı. İran dersen pis kızılbaş, sapık şia idi. Diğer Türk toplulukları adında Türk geçtiği için zaten kayda değer değildi. Kur’an’ın Türkçe mealini okumayı doğru bulmayan, caiz görmeyen, 26 yıl önce meal üzerinde fikir beyan ettiğim için bendenize “kâfir” diyen İslamcıların (meal okuma işini zor da olsa aştılar), meal okumadıkları halde nasıl oluyor da o beğenmedikleri Arap ülkelerinden daha iyi İslam bilgisine sahip olduklarına hep şaşardım. Sanırım seyyidler, şeyhler, müfessirler ve abiler aracılığıyla vahiy geliyordu kendilerine. Herbiri kendisinin en öz hakiki İslam yorumu olduğunu söyleyen 72 buçuk taife olduklarını, yine her birinin ifadesinden biliyorduk. Araplar 22 ülkeye ayrılmışken ve ümmetçilik yapmazken, Türkiye’deki İslamcıların hemen hemen hepsi de “ümmetçi” idi ve büyük bir tarih cahilliği ile ümmeti parçalayan olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyetine küfrediyorlardı. Ne var ki bu ümmet diye yanıp tutuşan İslamcılar, kendi aralarında bile paramparça idiler…
Doğrusu bugün The Cemaat diye tabir edilen ve artık ucu bucağı tahmin edilemeyen grup hem organizasyonu hem de söylemleriyle İslamcılardan ayrılan bir gruptu. İslamcılara göre daha yerli bir vurguları vardı. Ümmet vurgusu çok zayıftı. İslamcılar onları hep devletin ajanı, ABD’nin İslam’ı ılımlaştırma projesinin bir parçası olarak gördüler. İslamcıların böyle görmesine neden olan birçok olgu vardı. Doğrusu hem devlet, hem İslamcılar yanılmıştı. Devlet; onların devletçi değil, devlet içine sızmaya çalışan tehlikeli bir grup olduğunu anladığında samanın altındaki su epey yol katetmişti. Takiye hep vardı, ama devletin gündemine çok geç girmişti.
Devlet takiyeyi farkedip soruşturma üstüne soruşturma başlatınca İslamcılar, itimat telkin etmiyor ama, ne de olsa mahallemizin çocuğu, yedirmeyiz havasına girdiler. Zaten değil mi ki ortak bir düşman vardı: Laikliği demokrasinin önceli kabul etmiş Türkiye Cumhuriyeti.
Şimdi çeşitli sıfatlarla yerin dibine sokulan devlet çok önceden, en azından AKP’den önce bunların devlete çalışan değil, devlete sızan insanlar olduğunu farketmişti. Ne zaman ki AKP “ben devletin ta kendisiyim ve kendime şirk istemiyorum” havasına girdi, cemaat “o kadar da değil” cevabını yapıştırıverdi… Demokrat Parti de bir müddet sonra ‘ben devletin ta kendisiyim‘ havasına girmişti. Onun da bir cemaat partneri vardı. Lideri Bediüzzaman Said Nursi’nin toplu eserlerini 1957’de örtülü ödenekten basmış ve toplumun hoşuna gitmeyecek kısımlarını da değiştirmişti. Örneğin Divan-ı Harb-i Örfî kitabında yer alan “Ey Asurîler ve Keyânîlerin cihangirlik zamanından pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beşyüz sene yattınız. Yeter artık! Uyanınız, sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir...” bölümündeki “Kürtler” ibaresini “Müslümanlar” diye değiştirerek basmıştı. Nurcular 1960 ihtilalinden sonra da DP geleneğini sürdüren partilere desteğini sürdürdü. Milli Görüşe hep uzak durdular. Milli Görüş geleneğinden kopup gelmiş AKP ile bir kaç parçaya bölünmüş Nur cemaatinden artık epey farklı Fethullahçılar zihinlerinde bir muhalefet şerhi saklı kalmak üzere anlaştılar.
Zamanında Erbakan, kâfir batının batıl anlayışı olan demokratik yöntemler içinde kaldığı için pek çok grup tarafından küfürle anılırdı. Ne zaman ki AKP diye bir parti kuruldu, işler değişti. Bütün İslamcı gruplar siyasi hayatta ilk defa ortak bir irade beyanında bulunmuş ve AKP’yi “putperest” Türkiye Cumhuriyetinde tek başına iktidar yapmıştı. Üstelik The Cemaat de ilk defa “İslamcı” diye düşünülen bir partiye açık destek veriyordu. Yemin billah artık İslamcı olmadıklarını beyan eden AKP lideri RTE’nin yalan söylediği düşünülmüş olacak ki, İslamcılar bir sonraki seçimde fazlasıyla desteklemeye devam etti. Sonra bir referandumda, bir seçimde daha. Görünürde iki taraftan biri kesin yalancı idi. Ya İslamcılar o mükemmel diye düşündükleri siyasi teorilerden —artık nelerse onlar, bilmiyorum— vazgeçmişlerdi ya da RTE gizli gündemlerini el altından anlatmış ve ikna etmişti. Üçüncü bir ihtimal daha var, o da herkesin paranın tadını almış olması. “Para ve/veya makamla sınanmadan büyük konuşma” demiş ya bir atasözümüz, İslamcılar olmayan teoride zaten geçemedikleri sınavı kendilerinden biri saydıklarının iktidarında, uygulamada iyice batırdılar. Kendilerine İslamcı sıfatını yakıştıranların bu süreçteki tavırları, zihinlerinde kurum ve kurallarıyla oturmuş bir devlet kavramının olmadığını gösterdiği gibi, burada teori dediğimiz şeyin, yani inançlarının bir ahlak felsefesi içermediğini de göstermiştir.
Abdurrahman Dilipak, “Koca bir davayı, bir umudu içeriden ya da dışarıdan bu kadar kolay yıpratamazsınız.” diye yazmış. Niye yazmış? Ortada 87 Milyar Euro’luk bir kara paranın aklandığı, birçok işadamının yanısıra, bakanlar düzeyinde siyasetçilerin rüşvet aldığı, yolsuzluk yaptığı iddialarına binaen yazmış. Hükümete sıkı yakınlığıyla bilinen Dilipak’ın “Koca bir dava” dediği nedir acaba? Referandumda, seçim zamanlarında demokrasiyle teyemmüm yapan bu tiplerin “koca bir dava”dan kasıtlarının demokrasi ve hukuk devleti olmadığı kesin.
Son kriz göstermiştir ki fiili olarak ortada bir devlet yok. Cemaat yaptı, yok valla Hükümet yaptı muhabbeti çağdaş bir hukuk devleti için utanç verici bir muhabbettir. Mangalda kül bırakmayan İslamcıların imparatorluk varisi bir devleti yönetmeyi bırakın, bir çadır devletini bile yönetemeyecekleri, ne fikriyatlarının ne de tıynetlerinin buna müsait olmadığı, teorilerinin de “günah-sevap” örgüsü dışında bir ahlak felsefesi içermediği anlaşılmıştır.
* * *
Sadece Türkiye’ye değil, önce bölgeye, sonra da bütün dünyaya şekil verecek, insanlar arasındaki refah farkını azaltacak ve adalet tesis edeceklerdi. Anlaşılan, “alemin adam olmasını istiyorsan önce kendinden başlamalısın” düsturunca refah getirmeye kendilerinden başlamışlar. Netice itibariyle, bunda anlaşılmayacak birşey yok…
Bir yanıt yazın