İki gün önce medyaya düşen bir haber, beni oldukça düşündürdü. Düşündürmek ne kelime, korkuya bile kapıldım bir ara! Habere göre; Geçici Köy Korucuları arasında yapılan bir araştırmaya göre, korucular “Devlet bizi tasfiye ederse silahlarımızı bırakmayız” diyorlarmış! Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün (DİSA), yapmış olduğu ve “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma: Köy Koruculuğu Sistemi” ismiyle kitaplaştırdığı bir araştırmaya göre; Devlet ile PKK arasında kaldıklarını anlatan ve 1 Şubat 2013 tarihi itibarıyla sayıları toplam 49.195 olarak verilen korucuların açıklamalarının özü şuymuş: “Silahlarımızı bıraktığımızda PKK’nın hedefi oluruz. Devlet eğer güvence vermeden bizi tasfiye ederse, biz de isyan ederiz. Teröre karşı devlet dursa da biz durmayız”!(1).
Doğrusu korucuların bu çıkışı, devlet için bir tehdit mi, yoksa kendilerini emniyet ve sosyal güvenlik açısından garanti altına alma çabası mı pek kestiremedik! Ancak şu konuda haklı korucular: Devlet vatandaşının güvenliğini sağlamak ve onları terör tehdidinden emin kılmak zorundadır. Aksi takdirde, devletin acziyeti gündeme gelir ki; bu da vatandaşın devlete güvenini sarsar ve onu kendisine güvende hissedeceği başka arayışların içine iter.
Mesela terör örgütlerinin himayesine girmek veya yeni terör örgütleri kurmak gibi tehlikeli bir ortama sürükler. Örneğin, PKK’yı bertaraf etmeden ve bu örgütün bölgedeki etkinliğini ortadan kaldırmadan Köy Korucularının silahlarından arındırılması, bir zamanlar PKK’ya karşı mücadele eden korucuları PKK’ya karşı açık hedef haline getirecektir. İntikam duygusuyla hareket edecek örgüt, muhtemeldir ki; bölgede koruculara karşı bir katliam hareketine başlayacaktır. Bu durumda Köy Korucuları, ya PKK’ya boyun eğecek, ya başka terör örgütlerinin himayesine girecek ya da kendileri yasa dışı olarak silahlanacaktır. Bu da yasalarımız ve devlet bütünlüğümüz açısından yeni bir terör örgütü anlamına gelecektir.
Araştırmayı yapan Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) isimli kurum, kimdir ve kimlere hizmet eder emin değilim ama, korucuların bu çıkışı, evvel emirde parasal ve sosyal güvenlik açısından kendi geleceklerini garanti altına alma çabası gibi geldi bize. E belli bir noktaya kadar haklılar da. Adamlar yıllardır alışmışlar şu ya da bu şekilde devletten maaş almaya! Bunlardan bir kısmının, bu küçük gelire aldanıp, çiftini, çubuğunu, tarlasını, tapanını bıraktığı, ekmeyi ve dikmeyi unutarak geçimini sadece korucu maaşına bağlayarak memurlaştığı biliniyor. Bunların durumu, bir yönüyle bir zamanların demir perde ülkelerinde yaşayan insanların durumuna benzemektedir. 1990’ların başından itibaren komünist sistemin çökmesiyle birlikte devletten aldıkları küçük maaşlar da kesilince bu ülke vatandaşları nasıl ki bir bocalamanın ve arayışın içine girdilerse bizim korucular da aynı bocalamayı yaşayacak gibi gözüküyorlar!
Dolayısıyla korucuların, koruculuk sistemi öncesindeki hayata dönmelerinin zorluğu dikkate alındığında; bu insanların maaşlı koruculuk sisteminden hemencecik vazgeçmeleri biraz zor görünüyor. Yukarıda bahsi geçen araştırmaya verdikleri cevaplar en azından bize göre buna işaret etmektedir.
Öte yandan terörle mücadelede kahramanca mücadele edenler, şehit ve gazi olanlar da var bunların aralarında. Tıpkı aralarında şahsi çıkar ve şahsi husumet gibi saiklerle suça bulaşmış olanların da var olduğu gibi. Bu olaylarda şehit olanların yakınları ile sakat kalanlar, yapılacak düzenleme ile sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmak zorundadır. Yani devlet, bu insanlara sahip çıkmak durumundadır. Tıpkı suça bulaşmış olanları yargılamak zorunda olduğu gibi. Bölgede görev yapan birçok subayın yargılanarak hüküm giymelerine ve bölgede işlenen suçlar sebebiyle AİHM kararlarına müsteniden devletin külliyetli miktar da tazminat ödemesine mukabil, bugüne kadar hiçbir korucunun ve korucu başının yargılanmamış olması oldukça ilginç olmalıdır!
Bu vesileyle yeri geldiği için 23 Ocak 2010 tarihinde yayınlanan “Geçici Köy Korucuları ve 50 bin kişilik sivil ordu” başlıklı yazımı(2) tekrar bilgilerinize sunuyorum:
…
Geçen hafta (17.01.2010)Pazar günü Star TV’de yayınlanan “Her Açıdan” isimli programa katılan konuklara yöneltmesi için program yapımcısı ve sunucusu Ruhat Mengi’ye internet vasıtasıyla şöyle bir soru göndermiştim:
“Hükümet sınır güvenliğini korumak maksadıyla İç İşleri Bakanlığı’na bağlı 50.000 kişilik özel ve sivil bir ordu kurmak istiyor. Bunun için Emniyet’e ve MİT’e ağır silah ithal izni vermeyi planlıyor. Şu anda Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Geçici Köy Korucusu adı altında görev yapmakta olan 60-70 bin kişilik silahlı bir güç var. Acaba kurulması düşünülen bu 50 bin kişilik özel ve sivil ordu Geçici Köy Korucuları’ndan mı teşekkül ettirilmek istenmektedir?”
Sayın Ruhat Mengi, konuklarına benim sorumu sormadı ama benim korktuğum tam da başıma gelmiş bulunmaktadır! Daha doğrusu benim aklıma gelen başkalarının da aklına gelmektedir. Can Dündar’ın Şemdin Sakık ile yapmış olduğu röportajın 21 Ocak 2010 günü yayınlanan “Çare yeniden Hamidiye Alayları” başlıklı bölümünde Parmaksız Zeki Kod adlı terörist Şemdin Sakık aynen şunları söylüyor:
“Benim projem şu: Bakın Kürt tarihinde var Mir Alayları var, Hamidiye Alayları var, bugün de 90 bin kişilik Kürtlerden oluşan bir koruyucu ordusu var. Bırakalım bunlar eğer istiyorsa anlaşalım, 1000 kişilik veya 7000 kişilik ordunun bir askeri gücü olsun. Türk ordusuna bağlansın, sınır muhafızlığı yapsın…”
Gördünüz mü bir kere? Hükümet şöyle böyle derken eşeğin aklına karpuz kabuğunu düşürmüş durumda! Açılım politikalarını Apo’nun çizmiş olduğu yol haritasıyla götürmekle itham edilen hükümet, Apo’nun yardımcısı ve PKK’nın ikinci adamı durumundaki Şemdin Sakık’ın teklifine nasıl bakar bilmiyoruz ama şu 50.000 kişilik özel ordu birçoklarının ağzını sulandırmaya başlamış bulunmaktadır. Tabii en çok da terör örgütünün. Çünkü en azından bu yolla sınır boylarında görev yapacak özel ordunun içinde kendi militanları olacaktır. Tıpkı bugün Geçici Köy Korucuları’nın içinde elemanları, işbirlikçileri, muhbirleri ve özel ulakları olduğu gibi (Reşadiye’de tutuklanan köy muhtarını unutmayın).
Dolayısıyla; bize göre böyle bir özel ordunun kurulması hemen her yönden sakıncalıdır. Öte yandan bize göre böyle bir ordunun kurulması, TSK’nin ülkenin sınır güvenliğini sağlayamadığı gibi bir anlama gelir ki; TSK’ye bundan daha büyük hakaret yapılmış olamaz. Sınırını bile koruyamayan bir orduya ben ordu mu derim Allah aşkına?
“Hamidiye Alayları” veya “Aşiret Alayları” denemesi Şemdin Sakık’ın da dediği gibi geçmişte özellikle II. Abdülhamid tarafından yapılmıştır. II. Abdülhamid, ayrılıkçı Kürt Aşiretlerini yola getirmek ve devlete bağlamak düşüncesiyle ve siyasi bir rüşvet olarak bu aşiretlerden müteşekkil alaylar kurdurmuştur. Bu amaçla önüne gelen aşiret reisine paşalık rütbesi ve unvanı vermiş, onları maaşa bağlamıştır. II. Abdülhamit paşalık rütbesini sadece erkek aşiret reislerine değil, kadın aşiret reislerine de vermiştir ki; meşhur Fato Paşa bunlardandır. Aslen Dersimli olduğu da söylenen Fato Paşa, Kâhta yöresinde meskûn Almira Aşireti’nin reisi olduğu için bu unvanı almıştır II. Abdülhamit’ten(3).
Hamidiye Alayları matah bir şey midir? Asla! Çünkü bu oluşumlar, çaresiz ve çökmekte olan bir devletin başvurduğu bir önlem veya almış olduğu bir tedbirdir. Öyle ki; tarihe geçmiş yü zkarası bir tedbirdir. Tarihimizin utanç sayfalarından birisidir. Eğer Türkiye, Doğu ve Güneydoğu’da meskûn aşiret mensuplarından müteşekkil bir sınır güvenliği ordusu kurma noktasına gelmişse, hiç yaşamasın, varsın yıkılsın! Ancak biz Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Abdülhamit idaresindeki Osmanlı’dan çok daha güçlü olduğuna ve bu sebeple aşiret mensuplarından oluşacak Sultan Erdoğan Ordusu kurulmasına ihtiyaç olmadığını düşünenlerdeniz. Yeter ki TSK rahat bırakılsın ve TSK’ye yönelik asimetrik savaşa bir an önce son verilsin. Yeter ki; darbe paranoyası ile haftada bir yapay darbe planları üretilmesin.
Peki, Aşiret Alayları’nın Türkiye’ye hiçbir katkısı olmuş mudur? Evet olmuştur! Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusu cephelerde savaşırken Ermeni Tehciri’nin güvenliği büyük ölçüde bu Aşiret Alayları’na bırakılmıştır. Peki, Kürt aşiretlerinden müteşekkil bu Hamidiye Alayları tehcire tabi tutulan Ermeni Vatandaşlarımızın yol güvenliğini sağlayabilmişler mi? Ne gezer? Yol güvenliğini sağlamak bir yana; bilakis göç kervanlarına bu alayların mensupları saldırmışlardır. Irza geçmeler, yağmalamalar, yakıp yıkmalar, öldürmeler hep bu Aşiret Alayları mensuplarınca tatbik edilmiştir. Tam 95 yıldır ısıtılıp ısılıtıp önümüze konulan Ermeni Katliamı ya da Sözde Ermeni Soykırımı büyük ölçüde işte bu Aşiret Alayları’nın marifetidir. Onun için eğer sıradan bir vatandaş olarak benim veya bebek katili Şemo’nun aklına gelenler, hükümetin de aklına geliyorsa, hükümet derhal bu düşünceden vazgeçmelidir. Hükümetin yapacağı, sınır güvenliğini sağlamak için yeni bir ordu kurmak değil, sınır güvenliğimizi sağlayan TSK’yi yıpratacak söylem ve eylemlere bir an önce engel olmaktır.
Şu Geçici Köy Korucuları’nın bir gün gelip devletin başına bela olacağını hep söylemiş durmuşumdur ben. Gerçekten de öyledir; eli silahlı bu gücü tasfiye etmek ve onları yıllardır düzenli olarak almış oldukları maaşlardan mahrum bırakmak öyle kolay bir iş olmasa gerekir. Böyle bir durumda bu insanların devlet tarafından ellerine tutuşturulmuş son model silahlarla dağa çıkmayacaklarından hiç kimse emin olmasın! Bana kalırsa; bu adamlar, tıpkı askerlere uygulanan yıpranma payı uygulanmak suretiyle bir an önce emekli edilerek silahtan arındırılmalıdır. Yaşlıları emekli edilerek, gençleri başka iş kollarına kaydırılarak, yerlerine ise yenileri alınmayarak bu silahlı güç bir ön önce tasfiye edilmek zorundadır.
Gerçi bir avuç TEKEL işçisinin problemini halledemeyen hükümet, 60-70 bin (Şemdin Sakık’a barksanız 90 bin) kişilik bir gücü nasıl tasfiye edecek orası da meçhul. Üstelik bu adamların çoğu TEKEL’in ana faaliyet konusu olan tütün tarımının yapıldığı ve tütün işletmelerinin bulunduğu Doğu ve Güneydoğu illerinde görev yapıyorlar…
__________________
1- ,
2-
3- Mehmet Metiner 2010 yılında kaleme aldığı “Dersim’in kayıp kızları ” başlıklı yazısında şunları yazmış: “Doğduğum-büyüdüğüm yerde, Adıyaman’ın Kahta ilçesinde, ‘Fato Paşa’ veya ‘Fatma Abla’ diye bildiğimiz o koca çınar meğer ne çok badirelerden geçmiş de haberimiz yokmuş! Bu satırları yazarken ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ belgeselini bir film tadında hazırlayan Nezahat Gündoğan’ın anlattıkları aklıma geldikçe yüreğim bir kez daha kabarıyor. Gözyaşlarıma hakim olamıyorum. Meğer ‘Fato Paşa’ Dersim’in kayıp kızlarından biriymiş dostlar! Emin olmak için Kahta’yı arıyorum gecenin geç bir vaktinde. Dayım Abdulkadir Aydın’a soruyorum. ‘Sen de tanırsın yeğenim’ diyor. “hani Fatma Abla derdik ya, o işte!”(bkz.