Türkiye’nin Kore Harbine karşı gösterdiği ilgiyi iyi anlayabilmek için, II Dünya Harbi sonrasına kısaca göz atmak yararlı olacaktır. Savaşın devamı sırasında Türkiye; önce Trakya Hududuna kadar gelen tarihsel dostu Almanya’nın istila tehdidi ile karşılaşmış ve tarafsızlık durumunu bozması istenmişti. Savaşın daha sonraki yıllarında bu sefer Almanya’ya karşı savaşa girmesi için Müttefik Ülkelerce zorlanmıştı. Her iki tarafın baskısına politik gerçekler ışığında azami direnci gösteren zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve arkadaşları ülkelerini harp felaketinin dışında tutmayı başarabildiler.
İkinci Dünya Savaşı süresi ve sonrasında, aralarında 1925 yılında imzalanmış bir “Tarafsızlık ve saldırmazlık Anlaşması” olmasına rağmen, Türk Yöneticiler Sovyetler Birliğinin faaliyetlerini yakından ve dikkatle izliyorlardı. Sovyetlerin toprak işgali konusundaki arzuları, bu konuda yasak tanımayışı ve işgal ettikleri topraklarda kendilerine bağlı Komünist rejimler kurma konusundaki gayretleri gözden kaçmıyordu. Sovyetlerin Boğazlar konusundaki Tarihi istekleri de henüz değişmemiş görünüyordu. Nitekim Sovyetler ilk adımlarını bu konuda atarak Türk Yöneticileri yanıltmadılar.
Sovyetler Yalta Konferansının hemen ardından 19 Mart 1945’de , 1925 yılında imzalanan Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshettiklerini bildirdiler. Türkiye’ye verilen Notada “Özellikle Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan esaslı değişmeler nedeni ile, bu antlaşma artık yeni şartlara uymamakta ve ciddi değişikliklere ihtiyaç göstermektedir” deniliyordu. Unutmamak gerekir ki tek taraflı feshedilen antlaşma bir “ittifak” veya “işbirliği” antlaşması değil, “karşılıklı saldırmazlık” antlaşması idi ve Sovyetler gelecek amaçları için kendilerini uluslar arası yasal bir sorumluluktan sıyırmak istiyorlardı.
1945 yılı 7 Haziran günü Sovyetler Türkiye’ye bir Nota vererek korkulan hamleyi başlattılar. Sovyetler: Türkiye ile yapılacak yeni antlaşmanın ön şartı olarak Doğu Anadolu’da Kars-Ardahan bölgesinin Rusya’ya terki ile Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesini istediler. Türkiye birden kendisini savaş sonunda Dünyanın en güçlü ülkelerinden biri haline gelmiş tarihi düşmanı ile yapayalnız ve karşı karşıya buldu. Yine de bir savaşı göze alarak, Sovyetlerin bu talebini reddetti.
Muzaffer Batılı ülkelere gelince: onlar da gerçekte Türkiye’nin olup da Balkan ve I Dünya Savaşı sırasında İtalyan işgaline terk edilen Rodos ve 12 Adayı bütün olarak Yunanistan’a vermek istiyorlar ve bu konuda sesini çıkartmaması için Türkiye’yi baskı altında tutuyorlardı. (Bu konuda pek çok şey yazılıp söylenmiştir ama biz genel bir görüş beyan etmeden geçmek istemiyoruz. Kanaatimizce Sovyetlerin Notası ve baskısı Türkiye’nin 12 ada konusundaki olası teşebbüslerini durdurmuştur. Eğer Kuzey ve Doğudan Rus baskısı olmasaydı Türkiye kıyılarının hemen dibindeki adaları bu kadar sessiz kaptırmazdı.) Avrupalı ülkeler günümüz Kıbrıs meselesinde olduğu gibi, tamamen tek taraflı olarak Yunanistan’a destek verdiler, Türkiye’ye karşı haksız ve insafsız davrandılar, hatta Anadolu’ya 5–6 Mil mesafedeki Meis Adası bile, yüzlerce mil uzaktaki Yunanistan’a teslim edildi.
Yeni Süper Güç Sovyetler Birliği karşısında Varlığını koruyabilmek için Türkiye’nin Batıda güçlü dostlar bulması, bir hayati ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştı. Tüm Dünya politikasına hâkim olan yeni Süper Güç ABD: Komünistlerin yayılmacı politikasının durdurulması gerektiğine inanmış görünüyordu ve Türkiye’ye yardıma hazır gibi idi. Bu büyük ülke ile dostane ilişkiler de başlamıştı.
1949 yılında Batılı ülkelerce “Kuzey Atlantik İttifakı ( NATO) kurulmuş ve Türkiye bu ittifakın dışarısında bırakılmıştı. Bu yeni ittifak; Sovyet Rusya ve Komünizmin yayılma siyasetine karşı siyasi, askeri, ekonomik, kültürel en büyük dayanışmayı temin edecekti. Milli menfaatleri gereği Türkiye bu ittifaka girmek mecburiyetindeydi. Ancak bu şekilde yalnızlıktan kurtulabilir ve çağdaş Batı Dünyasında arzu ettiği yeri alabilirdi.
Türkiye çok partili demokratik rejime geçmişti ve 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat Parti liderleri; batılı müttefiklerle daha sıkı işbirliği yapmak, politik, askeri, ekonomik yeni büyük atılımlar yapmak heves, arzu ve niyetinde bulunuyorlardı.
Jeopolitik konumu itibariyle Türkiye: Komünizmin Orta Doğu ve Afrika istikametindeki akım yolunun üzerinde bulunuyordu. Yayılma konusunda sınır tanımayan Komünist atılımın, Avrupa ve Asya’dan sonra güneye doğru yayılmak istemesi ve Türkiye ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı.
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki: Türkiye bu gün Kore’ye yapılan tecavüzün bir gün kendisine de yapılabileceğini müdrikti. Kore’deki düşman müşterek bir düşmandı ve bu ilk teşebbüsünde durdurulmalı, Türkiye veya herhangi başka bir ülkede, yeni bir tecavüzü başlatmasına izin verilmemeliydi. Ayrıca Türkiye Birleşmiş Milletler ideallerine sıkı sıkıya bağlılık hissediyor ve gerektiği hallerde bunu göstermek istiyordu.
Bütün bu nedenlerle Türkiye; 25 Haziranda Kuzey Kore’nin tecavüzü sonrasında B.M.in, 27 Haziran günü gönderdiği Kore’ye yardım talep eden telgrafına ABD’den sonra olumlu yanıt veren ilk ülkelerden biri oldu ve “ Türkiye’nin B.M.e karşı olan sorumluluklarını yerine getirmeğe hazır olduğu” cevabını verdi. T.C. Hükümeti, 25 Temmuz 1950’de Kore’de saldırgana karşı B:M: emrinde dövüşmek üzere, Ankara’da 3 Piyade,1 Topçu taburu ile yardımcı birliklerden oluşan 4500 mevcutlu bir Tugayın hazırlanmasına karar verdi ve kısa bir süre sonra bu kuvvet 5090 kişi olarak tespit edildi.
Tugay ABD’ye ait askeri gemilerle, 25–27 Eylül arası kafileler halinde Türkiye’den ayrıldılar ve 18–20 Ekim günlerinde Pusan rıhtımına çıktılar. Tugay burada 9ncu ABD Kolordusuna bağlandı. Bu Kolordu yakında B.M. Kuvvetlerinin yapacağı Genel Taarruza katılmak için hazırlanıyordu. Bu arada Türk Tugayı, 2nci ABD Tümeni emrinde, ihtiyat birliğini teşkil etmek üzere aldığı Harekât Emri gereği, 23–26 Kasım günleri kademeli olarak Kunuri bölgesine vardı.
Dr. M. Galip Baysan
Yazıları posta kutunda oku