Derya Tulga
Büyük Millet Meclisi Ankara’da açıldığı sırada Osmanlı toprakları üstünde 38000 İngiliz, 59000 Fransız, 17900 İtalyan, 90000 Yunanlıya karşı, gereğince eğitilip donatılmış taş çatlasa 15000 Türk askeri vardı ki, bunların çoğu da Ermenistan’a karşı Doğu Cephesini gözetlemekteydi. Gözleri karartan veya kamaştıran asıl gerçek de işte buydu. “En iyi general zaferlerini askerini savaştırmadan kazanandır” sözü Batı’da çok bilinir ama herhalde yeterince alaturka olmadığından ve verdiğimiz şehit sayısının azlığına bakarak kolaylıkla “İstiklal Harbi de neymiş” denilebildiğinden kimilerine pek hitap etmez. Mustafa Kemal BMM’de 24 Nisan 1920′de şöyle açıklamıştı: „İngiliz Fransız İtalyan ve Yunanlılar düşmanımız”dır ve İstanbul hükümeti ve padişahla temas kurmak faydasızdır. Meclis’in açıldığı gün, 23 Nisan 1920 günü Takvim-i Vekayi’de Kuva-yı İnzibatiye’nin kuruluş kararnamesinin yayımlanması şüphesiz bir tesadüf değilken beyannamenin yayımlanmasından sonra edilen bu sözler, aslında çok yumuşaktır. Aynı gün Düzce ve Bolu isyancıları Ankara’nın ilçesi Nallıhan’ı kuşatacak kadar cüret kazanmışlardı. Fitne ateşi her tarafta yanmaktaydı. Bu arada Kuva-yı İnzibatiye için ayrılan olağanüstü ödenek 1.250.836 liraydı, yani Mustafa Kemal’e direniş hareketini örgütlesin diye Padişah tarafından verildiği rivayet edilen paranın 30 katından biraz fazla! Tarih analizi komplo teorileri arasında boğulmadan da sükûnetle yapılabilir.
Öte yandan devletin sadrazamı, 22 Nisan günü, tutuklanıp Malta’ya sürüleceklerin adını taşıyan listeyi General Milne’e vermiş, bu aptalca siyasi garaz dış düşmanların girişimini gereksiz kılmıştı. Listenin ne denli ahmakça olduğunu anlamak için Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi isimlerin yanında Enver, Talat, Cemal gibi isimlerin de bu listede bulunduğunu görmek yeterlidir.
Panik ve travma
Anadolu’da kan gövdeyi götürür ve İstanbul hükümeti Ankara’yı nasıl bertaraf edeceğinin planlarını yaparken İngiliz ve Fransızların üzerinde dört aydır tartıştığı Sevr barış anlaşmasının koşulları belli olur. Osmanlı heyeti, 11 Mayıs’ta Versay’da anlaşmanın taslak metnini alır. Bundan sonrası, imza törenine kadar yaşanacak olan iki ay panik ve travmanın tarihidir. Üstelik de galipler tarafından umursanmayan bir panik ve travmanın… Kilikya’dan gelen başarı haberleri olmasa, Çerkes Ethem padişahcı ayaklanmacılar arasında dehşet saçmasa, bu duyguların Ankara cephesini de çatlatabileceğine kesin gözüyle bakılabilir.
Refi Cevat’ın Alemdar gazetesinde anlaşma taslağına tepkisi “taslak değişmezse bunu kolay kolay her el imzalayamaz” olur. Refi Cevat, 19 Mayıs’ta da “Damat Ferit’in, Devlet-i Aliyenin bu muhterem devlet adamının lekelenemeyen adını o anlaşmanın altında görmeyeceklerini” iddia eder. Ali Kemal ise silahla olacak iş değil ama pasif direnebiliriz, mealinde laflar eder. 21 Mayıs’ta Sultanahmet’te Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın protesto mitinginde Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi “bu şartları kabul etmeyeceğiz” derken Rıza Tevfik de “Hakkımızı ispat etmeliyiz” der. Bu sözle ne demek istediğini ise bugün dahi anlamış değiliz. Ulema meclislerini ise “ehven-i şer” olarak bu anlaşmanın imzalanacağı fikrindedir. Sadrazamın Saltanat Şûrası’nda Sevr hakkında yaptığı tek yorumsa “Hep birden elbirliğiyle Anadolu’daki isyanı bastıralım” oldu.
Lloyd George’un 21 Temmuz’da Avam Kamarası’ndaki “Türkiye artık yoktur ve hiçbir şey Türkiye’yi bir imparatorluk olarak canlandıramaz” Sevr izahı ise niyet okumaya fazla gerek bırakmıyor.
“Ne yapacaksak kendi kuvvetimizle yapacağız”
İtilaf Devletleri, Sevr’i imzalatabilmek için zaten “bu işi bize bırakın” demiş olan Yunanlıların 22 Haziran 1920′de Anadolu’daki ileri harekâtına izin verir. Osmanlı, iki başkentini, 8 Temmuz’da Bursa’yı ve sonra da Edirne’yi kaybeder. İngiltere’nin Atina Elçisi Lord Granville, Atina Ortodoks kiliselerinin şükür ayinleri yaptıklarını ve Yunan medyasından bazılarının da başkentin Atina’dan İstanbul’a taşınmasını istediğini söyler. Fransızlar, Yunanlıları Çukurova’da nefes alabilmek için içten destekler; İngilizler ise İstanbul’un elinin bu sebeple zayıflayacağı ve Ankara’nın güçleneceği endişesini taşır.
Oysa Yunan işgalinin nasıl bir etik felaket olduğunu yaklaşık bir yıl önce Bristol Raporu ortaya koymuştur.
Aynı günlerde BMM’de, Bursa kurtulana kadar kürsünün siyah bir örtüyle örtülmesine karar verilir. Mustafa Kemal’in, seferberlik başlatılması yönünde amansızca sıkıştırılmalara 3 Temmuz 1920′de gizli celsede verdiği cevap, “Fukara millet 5 yıldır durmaksızın özveride bulunmakta. Seferberlik yapamayız” olur. Aynı Mustafa Kemal bir yıl sonra Başkumandanlık Kanunu’yla birlikte Tekâlif-i Milliye kararlarını çıkaracak ve Sakarya Zaferi’nden sonra da yine tüm sıkıştırmalara rağmen Büyük Taarruz için bir yıl daha sabredecekti.
Nereden medet umulacağına dair her kafadan bir sesin çıkan Meclis’te Besim Atalay’ın “ne yapacaksak Allah için kendi kuvvetlerimizle yapalım” sözü tam bir sağduyu vesikasıdır.
Ya hizaya gelirsiniz ya da Avrupa’dan sonsuza kadar kovulursunuz
Osmanlı’nın kaderi hakkındaki görüşmeler 5 Temmuz’da Belçika’da Spa’da sürerken Osmanlı delegeleri en fazla Paris’e kadar gidebilmiş, en az 300 km uzaklıktan Konferansın cevabını beklemektedir. Konferansın Osmanlı heyetinin anlaşmanın değiştirilmesi isteğine verdiği cevap, Türkiye’nin savaş suçlusu olduğu (Dünya Savaşı çıkarmak) ve azınlıklara kötü muamele yaptığı olur. Lloyd George daha sonra anılarında Türklere Amerikalıların Kızılderililere davrandığı gibi davranılması gerektiğini söyleyerek açıkça Türklere soykırım yapılmasını gerektiğini iddia etmiştir. Nitekim Konferans Türklerin çoğunluk oldukları yerlerde bile azınlık olduklarının iddia edilmesi üzerine kurgulanmıştı. Konferans antlaşmanın iyi bir yönetimle Türklerin mutluluğunu engellemeyecek nitelikte olduğu fikrindeydi. Yeniden, 1876′dan beri süregelen “Ya hizaya gelirsiniz ya da Avrupa’dan sonsuza kadar kovulursunuz” tehdidini savuruyordu.
ABD kendini sürecin dışında tutuyor
Sevr anlaşması aynı Lozan gibi Almanlarla yapılan Versay anlaşmasının hükümlerine atıf yapan bir anlaşmaydı. ABD senatosu 19 Kasım 1919 tarihinde Versay’ı onaylamayı reddettiği için ne Sevr ne de Lozan’a taraf olabilmişti. Bu da bilinen başka bir efsanenin kafalarda düzelmesine yararlı olabilir. ABD, sonradan kendisini arka kapıdan da olsa barış anlaşmaları binasına sokmaya çalışan Ermenistan mandasını da reddetti, ancak artık seçime girmeyecek olan Wilson taş atıp da kolunu yormayacağı için 24 Kasım 1920′de Türk-Ermenistan sınırını çizerek bugünkü Türkiye’nin üçte birini Ermenilere bağışladı.
Vahideddin bıraktığı notlarda Sevr anlaşmasını asla onaylamayacağını ve bütün bu merasimin de zaman kazanmak için olduğunu iddia eder. Ancak yüz binlerce düşman askerinin işgali altındaki bir ülkenin ne için zaman kazanacağını anlamak güçtür.
Hanedan içinde başını veliaht Abdülmecit’in çektiği bir feragat furyası başlar. Sevr’den kalan bir avuç toprakta saltanat sürmenin ne kadar anlamı olacağı sorgulanır. Vahideddin bu akımı önce engellemeye çalışmışsa da sonra kendisi de feragatçiler kervanına katılır. Ama bu tür duygusal tepkiler için artık çok geçtir.
Sevr’i onaylayan tek taraf olan Yunanlılar için Sevr’in anlamı, Büyük Yunanistan hayalinin gerçekleşmiş olmasıydı. Yunanlıların savaşı kaybetmesinden sorumlu tutulup mahkeme çekilen beş sivil bir asker altı devlet adamı “Sevr sınırlarını geçerek Ankara’ya yürümek” suçuyla vatan haini ilan edilerek kurşuna dizilir.
Sevr, o çok sevilen tabirle bir paranoya mıdır? Yaşanmış gerçek bir olay olduğuna göre paranoya seçeneğini en başta eleyelim. Sevr’e en çok bir “kompleks” diyebiliriz ancak burada bir hüsnü kuruntudan bahsetmek de mümkündür. Hüsnü kuruntudur çünkü Sevr koşulları, dün olduğu gibi bugün de bu ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket değildir.