Örneğin CHP, aslında sosyaldemokrat bir parti olmamasına ve ulusalcı kemalist parti kimliğine rağmen maalesef geçmişte yanlış alınan bir kararla üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal İstanbul’da toplandığında bununla “övünürken” dürüst olsa bu gelişme için AK Parti Hükümeti’ne teşekkür etmesi gerekirdi.
Deniz Baykal’ın CHP Başkanı olduğu ve Sosyalist Enternasyonal’ın bu “milliyetçi” partiyi “aramızdan nasıl atalım” diye kafa yorduğu yıllarda ve aslında 2002 öncesi kemalist oligarşinin egemenliğinde olan Türkiye’de Sosyalist Enternasyonal toplantı yapmamaya çok özen göstermekteydi. Yapılan toplantıları da “çalışma grubu toplantısı” düzeyinde “ufak ve önemsiz” toplantılar olarak gerçekleştirmekteydi.
Sosyalist Enternasyonal’in bile Türkiye’de toplantı yapma isteği ilk olarak 2002 sonrası Türkiye’deki demokratikleşme ve diğer gelişmeler nedeniyle gündeme geldi. Sosyalist Enternasyonal değişen Türkiye’yi o yıllarda “temas bile kurmak istemediği CHP” aracılığıyla değil üyesi olan partilerin temsilcilerinin AK Parti ile kurduğu “iyi ilişkiler” sayesinde tanıdı ve keşfetti.
2002 sonrası Sosyalist Enternasyonal’in üyesi partilerin Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde iktidarda olmaları ve AK Parti iktidarı ile sıkı bir işbirliği gerçekleştirmeleri sayesinde geçmişin “kemalist militarist” Türkiye imajı gitti ve yerine “demokratikleşen ve desteklenmesi gereken” Türkiye imajı geldi.
CHP’li liderlerin hiç biri ile bugüne kadar samimi ilşki içinde olmayan sosyaldemokrat devlet adamları ve parti başkanları ile Recep Tayyip Erdoğan arasında çok samimi dostlukların oluşması da bu açıdan oldukça önemli bir rol oynadı.
Son bir yıldır “27 Mayıs’ları ve askeri kemalist oligarşiyi” geri getirme “rüyası ile yanıp tutuşan” o dönemlerde “zenginliğine zenginlik” katmış olan çevrelerin “taşeronuymuşcasına” Türkiye’yi “kötülemek” dışında yurtdışında başka bir faaliyeti olmayan “CHP’nin”, Almanya’daki ortakları ile kamuoyuna sürekli “Türkiye hakkında” yanlış bilgiler servis eden medya gruplarının ve Türkiye’nin demokratikleşip, güçlenmesinden çok rahatsız olan bazı ülkelerin “özel faaliyet” ve “operasyonlarına” rağmen Türkiye’nin olumlu imajı “ufak, tefek çizikler” haricinde zarar görmedi.
Sosyalist Enternasyonal’in üyesi ve Türkiye ile yakın ilişkiler içinde olan partiler, yöneticileri ve devlet adamları ile ilşkiler hala çok sıkı ve derin. Gerek kendi ülkelerinde gündeme gelen seçimlere yönelik Türkiye kökenli seçmenlere yönelik dayanışmalar olsun gerekse Türkiye’nin özellikle “gezizekalı çevreler tarafından karalanması kampanyaları” olsun “Türkiye’nin haksız yere suçlanması ve kendini anlatabilmesine yönelik” işbirlikleri çok verimli bir şekilde devam etmekte.
Son İstanbul Toplantısı’nda “Gezi” ile ilgili bazı açıklamaları hemen medya üzerinden yaymaya çalışan CHP’liler nedense Sosyalist Enternasyonal liderlerinin Suriye ya da Mısır’a yönelik cümlelerini dinlerken çok yutkundular. Çünkü söylenenler CHP’nin “kanlı diktatör ve cuntacılarla dostlukları” ile çelişen AK Parti ve Türkiye Hükümeti’nin çizgisi ile uyum içinde olan içeriklerdi. Sosyaldemokrat liderler “kibarlıklarından” ve “ev sahibine saygısızlık” etmek istemediklerinden “CHP ile Suriye’nin kanlı diktatörü Esed” ya da “CHP ile Mısır’ın kanlı cuntacısı “Evren’i örnek alan” Sisi’si ile olan dayanışmasından” mümkün olduğunca söz etmemeye çalıştılar.
Türkiye’de olmaktan da çok memnundular. Çünkü 2002 sonrası günümüz Türkiye’siydi geldikleri.
Bazıları bu gerçeği görmek istemese de çok bariz olarak ortada.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Finlandiya, İsveç ve Polonya’da büyük özenler gösterilerek ağarlandıysa bu durup, dururken olmuyor.
Hele Polonya gibi katolik, AB Anayası’na “AB’nin dini hristiyanlıktır” yazdırma kavgası vermiş ve Türkiye AB üyesi olduğu takdirde tarım ve benzeri alanlarda “AB Pastası payı azalacak” olan bir ülkeye gelen Başbakanımıza “hoşgeldin” jesti olarak seçkin bir koro tarafından “Mehter Marşı” okunuyorsa bunu anlamını kavrayamayanlar ya Avrupa’ya “yabancı” ya da art niyetli olabilirler.
Türkiye dünya kamuoyu nezdinde sadece demokratikleştiği için değil aynı zamanda bulunduğu coğrafyada her geçen gün daha da güçlü konuma gelen ekonomik olarak da çok cazip bir ülke konumunda artık.
2002 öncesinin Türkiye’sine AB tarafından çok haksızlık yapıldığı doğrudur. Ancak özeleştiri yapacak olursak 27 Mayıs’ta Başbakanı’ asan, 12 Mart’ta genç insanlarını asan ve katleden, 12 Eylül’de onlarca genci darağacında sallandıran, Sincanlar’da demokratik seçimle gelmiş hükümetine karşı tankları sokağa çıkaran, “Ergenekon” gibi çeteler aracılığıyla sürekli cunta girişimlerinin yapılmaya çalışıldığı, askerlerin sivilleri sürekli ezdiği, fikir ve din özgürlüğünün ayaklar altına alındığı ve daha nice insan hakları ihlallerinin kemalist oligarşinin sürdürülebilinmesi için acımasızca uygulandığı bir ülkeydi Türkiye!
Türkiye’nin 2002 öncesi “itibarı” ve “imajı” yerlerdeydi.
Türkiye’yi iyi maaşlarlarla temsil eden monşerler çok iyi eğitimliydiler. Eşleri sofra adetlerini iyi bilyorlardı. Ancak monşerler Türkiye’yi değil hep kendilerini pazarlamaktaydılar. Kendilerini “fakir ve de cahil kalmış Türkiye halkının içinden çıkmış elitler” olarak pazarlıyor ve batılı muhatablarının onları “pohpohlaması” ile mutlu oluyorlardı.
Türk Pasaportu’nun “beş kuruş” değeri yoktu. Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler “en kötü muamelelere maruz kalmaktaydı”. Tüm bunlar “monşerlerimizin” umrunda bile değildi. Onlar “ADD Baloları’nda” göğüslerine her yıl “daha da boyutunu büyüterek taktıkları” Atatürk rozetleri ile içkilerini yudumlayıp “kemalist oligarşiyi” övmekteydiler.
2002 öncesinin bu monşerleri AB devlet adamları tarafından “ciddiye alınmıyor” ve onlara AB’nin alt düzey memurları muhatab oluyordu.
Kısacası Türkiye’nin imajı “sıfırdı”.
Günümüzde ise Türkiye AB nezdinde AB’nin en güçlü ülkeleri ile “aynı göz” hizasında. Dünya genelinde artık adından olumlu olarak en çok bahsedilenlerden biri.
Türkiye’nin gördüğü itibarı, saygıyı ve “bizi gururlandıran rakibe yönelik kaygıyı” en iyi hisseden biz yurtdışında yaşamakta olan Türkiyelileriz.
Cebimizdeki Türkiye Cumhuriyeti pasaportu artık eskiden gördüğü “paçavra muamelesini” görmüyor. “Güçlü ve sayılan” bir ülke pasaportu konumunda. Özellikle işadamları bizlerle bağlantılar kurarak Türkiye’de “iş yapmak” için olanaklar arıyor. Yaşadığımız ülkelerde çevremizde ülkemiz ve ülkemiz yöneticilerine yönelik “övgü dolu” hatta “hayranlık” olarak tanımlanabilecek sohbetleri gururla yaşamaktayız.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak 2002 öncesi olduğumuz konumdan çok hem de çok farklı.
Tüm halen var olan ve çözüm için çabaladığımız sorunlarımıza rağmen yurtdışındaki Türkiye ve Türkiye’nin devlet adamlarının kendilerine güvenen, onurlu, dik duran ve geçmişin monşerleri gibi “Türkiye’yi muhatabları ile birlikte yeren” değil “Türkiye’ye dışarıda kimseye laf söyletmeyen” tavırları ile artık demokratik, sosyal ve güçlü bir Türkiye olarak “yeni bir Türkiye” olduğunu yaşamak güzel bir duygu.
Siz Türkiye’deki okurlarımla bu “yeni durumu” paylaşmak istedim. Çünkü bazıları sizleri yanıltmak için sürekli “kara propaganda” yapmaktalar.