Meşhur fıkradır; öbür dünyada olup bitenleri merak eden Nasrettin Hoca, komşularının bütün karşı çıkmalarına karşın bir gün mezarlıkta bulunan boş bir mezara girmiş, ne olup biteceğini beklemeye başlamış. Gece yarısına doğru yandaki yoldan bir şangırtı, bir gürültüdür kopmuş. Hoca ne olup bittiğini anlamak için başını mezardan çıkarıp bakmış. Hocanın başını çıkarmasıyla da kıyamet kopmuş! Meğer o sırada, yoldan üzerlerinde kap, kacak, çanak, çömlek ve fincan türünden züccaciye malzemeleri taşıyan bir katır kervanı geçiyormuş. Katırlar karanlığın ortasında hocayı görünce ürküp şaha kalkmışlar ve üzerlerinde bulunan onca yükü kırıp dökmüşler.
Kervancılar, bu katırlar neden ürktü diye aranıp dururken, boş mezar çukurunda duran hocayı fark etmişler ve çekip çıkarmışlar. Sonra da “Sen burada ne arıyorsun be adam” deyip hocayı bir güzel pataklamışlar. Üstü başı kan revan içinde köye dönen hocaya komşuları;
-“Anlat bakalım hocam, öbür dünyada ne var ne yok” diye sorunca, hoca şu cevabı vermiş;
-“Valla komşular, o dünyada tıpkı bu dünya gibi. Eğer fincancı katırlarını ürkütmezseniz bir problem yok. Yok, eğer ürkütürseniz, işte o zaman yediniz babayı…”
…
İnsanoğlu da tıpkı Nasrettin Hoca gibi, öbür dünyayı, ölmüşlerini ve kendi yaşamakta olduğu memleket dışındaki diyarlarda yaşayanları hep merak etmiştir. Başka memleketleri ve o oralarda yaşayanları görme ihtiyacını, keşfe ve seyahate çıkarak bir nebze gidermişse de, öbür dünyayı (Ahreti) öğrenme ihtiyacını bir türlü giderememiştir. Öbür dünyadan şu ya da bu şekilde bahseden dini kitaplar da insanoğlunun bu merakını tam olarak giderememiştir. O ille de daha fazlasını öğrenmeye çalışmıştır. İşte bu noktada devreye, ruh çağırma ve istihareye yatma gibi eylemler girmiştir. Bunun dışında müneccimlerden, kâhinlerden ve falcılardan medet beklenmiştir. Bunların mümkün olmadığı ve bunlara ulaşılamadığı zamanlarda ise devreye rüyalar girmiştir.
Özetle; dini ve inancı ne olursa olsun insanoğlunun, gaibi öğrenme arzusunun önüne hiçbir engel çıkamamıştır. Bu arzu ve istek, en güçlü arzulardan ve isteklerden birisi olarak insan beynindeki varlığını hep muhafaza etmiştir ve etmeye devam etmektedir. Kim bilir insanoğlu, belki de bu arzuyu, diğer insanlardan üstün olma ve onlara hükmetme güdüsüyle duymaktadır.
Mutlaka sizlerin de başına gelmiştir. Rüyada gördüğünüz olayı bizzat yaşadığınız gibi yaşadığınız bir olayı, gördüğünüz rüyaya yorduğunuz da olmuştur. Ancak bazen öyle olur ki; rüyalar birebir çıkar.
Öte yandan eğer Hz. Peygamber’e nispet edilen ve hadis diye bilinen bir kısım rivayetler doğruysa, ölülerle diriler arasında iletişim kurulması da mümkündür ve ancak bu iletişim, daha çok tek taraflı bir iletişimdir. Bu iletişimde ve mesajlaşmada dirinin ölüye faydası var, ölünün diriye hiçbir faydası yoktur.
İslâm Alemi’nde çok itibarlı bir bilgin olarak kabul edilen ve Memlüklülerin son zamanlarında (1445-1505) Mısır’da yaşamış olan ve Şafi Mezhebi’ne mensup olduğu bilinen İmam Celaleddin Es-Suyûti ise “Kabir Âlemi” isimli eserinde, değişik bilginler tarafından Hz. Peygambere nispet edilen şu hadislere yer vermiştir:
-“Kişi, kardeşinin kabrini ziyaret ettiği ve yanında oturduğunda, onunla ünsiyet eder (ilişkiye girer) ve yanından kalkıncaya kadar söylediklerinin aynını ona iade eder.”
-“Kişi, tanıdığı bir kabrin yanından geçtiğinde, ona selam verirse, o da ona selam verir. Ve onu tanır. Eğer tanımadığı bir kabrin yanından geçip selam verirse, ölü selamını iade eder, fakat onu tanımaz. ”
-“Kişi, dünyada tanıdığı, mümin kardeşinin kabrinin yanından geçtiğinde ona selam verirse, o da onu tanır ve selamını iade eder. ”
-Hz. Âişe’den naklen; “Ben eve (Rasulullah’ın defnedildiği eve) girdiğimde örtümü açardım. Burada olan kocam ve babamdır, derdim. Ömer onların yanına defnedildiğinde, artık Ömer’den utancımdan dolayı yanlarına açılarak asla girmedim. ”
-İbn-i Ömer’den naklen; “Rasulullah, Uhud’dan döndüğünde Musa’ab bin Umeyr’in yanından geçti. Onun ve diğer Uhud şehitlerinin yanında durdu. -Ben sizin Allah katında diri olduğunuza şahâdet ediyorum-dedikten sonra -Onları ziyaret edin ve selam verin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ediyorum ki, siz onlara selam verdikçe kıyamete kadar selamınızı iade ederler-diye buyurdu.”
-Erbain et-Taiyye’de Rasulullah’ın (sas) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; “Ölünün en fazla sevdiği hal, dünyada sevdiği kişinin onu ziyaret etmesidir”(1).
Atatürk’ü Rüyada Görmek!
Umum Müslümanların Hz. Peygamber’i rüyalarında görmek için can attığı ve dindar nesiller yetiştirme azim ve kararlılığında olanların bütün kararlılıklarıyla, ayrıca her şekil ve yöntemle Türk Gençliği’nin üzerine çullandığı böyle bir zamanda, böyle bir rüyayı anlatmak akıllıca bir iş midir bilmiyorum. Ne yapalım ki; biz de diğer Müslümanlar gibi rüyamızda Muhammed Mustafa’yı görmeyi umarken, kısmetimize Mustafa Kemal Atatürk çıktı!
Neyse buna da şükür. Her ikisinin adı da Mustafa olduğuna göre bizim için fark etmez. 2011 yılında Türklüğümüzü esas alarak en büyük Türk Atatürk’ü rüyamızda bize gösteren Yüce Tanrı, umarım günün birinde de Müslümanlığımızı esas alarak tam beş kez merkadine yüz sürdüğümüz Müslümanların şefaat kapısı Muhammed Mustafa’yı (s.a.s) gösterir. İnşallah…
…
Efendim uzatmayalım; rüyamız 2011 yılının ramazan Ayı’nda görülmüştür. 09.08.2011 günü ailecek sahurumuzu yaptıktan sonra sabah namazımızı da kılarak uykuya dalmıştık. Rüyamda, köyümüzün mezarlığına yakın bir yerde, ‘Büyüktarla’ denilen mevkide bulunuyorum. Mevsim kış. Toprak arazide ve tarlalar arasında, kara ve çamura dala bata köye doğru güç bela yürümeye çalışıyorum. Gidiş yönümde, yani bulunduğum nokta ile köy arasında bir yerde köyün mezarlığı bulunuyor. Tarlada 10-15 metre henüz yürümüştüm ki; yürüdüğüm tarlanın akrabamız da olan sahiplerinden erkeklerin ellerindeki küreklerle kar küremekle meşgul olurken, kadınların karın üstüne yaktıkları ocaklara yerleştirdikleri büyük tencere ve kazanlarda yemek pişirmekte olduklarını görüyorum. Üzeri pastırma türünden iri parça etlerle kaplı keşkek tenceresi çok nefis gözüküyor! Selam verip bir müddet lafladıktan ve yemekler hakkında yorum yaptıktan sonra yoluma devam ediyorum.
50-60 adım sonra kış görüntülerinin silinip, yaz görüntülerinin hâkim olduğu bir alana geçiyorum. Ortalıkta kıştan kıyametten eser kalmıyor! Yürüdüğüm tarlanın yol tarafında bugün bile hala yerinde olan yüksekçe taş duvarı filan ayan beyan görüyorum. Duvardan yola ineceğim noktada her nedense, ağaçtan yapılmış bir kafes duruyor. Yola inmem için kafesin içinden geçmem gerekiyor. Kafesin üst kapağını kaldırıp, yola bakan duvar tarafındaki yan kapaktan yola geçmek için kafesin içine giriyorum. Ancak yan taraf olduğu gibi parmaklıklarla kapalı, yani kapı bulunmuyor. Bir müddet kafese sıkışıp kalıyorum. Neden sonra üst kapağı güç bela açıp dışarı çıkıyorum, o da nesi? Dışarıda, biraz önce ellerinde küreklerle kar küreyen erkeklerin ve karın üstüne yaktıkları ocaklarda yemek pişiren kadınların da aralarında bulunduğu köy halkından oluşan kadınlı erkekli 15-20 kişilik bir grup insan duruyor!
O sırada alt tarafımızdaki yoldan, kalabalık bir asker grubu peyda oluyor ve bize doğru geliyorlar. Askerlerin tamamı, koyu yeşil renkte ve kamuflajlı eğitim elbisesi giymiş vaziyetteler. Bunlar, bildiğimiz Mehmetçik türü asker değiller. Hepsi olgun yaşta kişiler! Sanki tamamı subaylardan oluşan büyük bir grubu andırıyorlar. Rahat adımlarla, ancak sessiz ve vakur biçimde bize doğru ilerliyorlar. Grubun ortasında ve askerlerin omuzlarında taşınan bir tabut göze çarpıyor. Tabutun kapağı bulunmuyor. Kapak yerine gelişigüzel yeşil bir örtü örtülmüş. Örtü, tabutun kenarından sarkmıyor, içeridekinin üstüne öylesine ve buruşuk vaziyette örtülmüş gibi duruyor.
Grubun ön tarafı tam önümüzden geçerken, içlerinden zıpkın gibi ve hafif esmer tenli bir subay, bize doğru yöneliyor ve önümüzdeki duvarın yıkık tarafından zıplayıp yukarı çıkıyor ve tam önümüzde duruyor. Tanıdık sloganlara benzer bazı laflar ederek bize “Bu cümleleri her tarafa yazacaksınız. Size emrediyorum!” şeklinde bir emir veriyor. Emri verdikten sonra, duvardan sıçrayarak yola hopluyor ve köyün mezarlığına doğru ilerlemekte olan asker grubunun arkasından koşmaya başlıyor.
Ancak bu sırada beklenmedik bir şey daha oluyor: Bize emir veren subay, tam duvardan hoplayıp yola inerken birden sivil giyimli birisine dönüşüyor. Üzerinde dikine lacivert çizgili beyaz bir gömlek, altında koyu renkli kumaş bir pantolon var. Oldukça sarışın saçları ve kanlı canlı beyaz bir teni bulunuyor. Hatta burnu, kulakları, yanakları ve boğaz kısmı hafif kırmızıya çalar tarzda pembe pembe!. Burnu biraz sivrice. Saçları, alın kısmı açık olacak şekilde dökülmüş. Hafif kır düşmüş saçları özenle geriye doğru taranmış. Gömleğinin yaka kısmındaki iki düğmesi çözük olduğu için bağrı hafifçe açılmış.
Diyeceksiniz ki; “Sen düpedüz Atatürk’ü tarif ediyorsun”. Hayır, ben Atatürk’ü filan tarif etmiyorum. Sadece gördüğüm kişiyi tarif ediyorum. Üstelik benim müşerref olduğum kişiyle Atatürk arasında hiçbir benzerlik bulunmuyor. Çünkü fotoğraflarda ve filmlerde gördüğüm Atatürk ile rüyada gördüğüm kişi arasında sarışınlık ve boy dışında hiçbir ortak yan yok. İtiraf edeyim ki; Atatürk, benim gördüğüm adamdan çok daha yakışıklı birisi. Hele de Mustafa Kemal olduğu yıllarda! Yani gençken demek istiyorum…
Bununla birlikte beklenmedik bir şey daha oluyor. Bize emir veren subay sivilleşip yola atlarken ben, köylülerimden oluşan grubun önünde dağı taşı inletircesine slogan atmaya başlıyorum; “EN BÜYÜK TÜRK ATATÜRK”. Yanımda bulunan grup hep bir ağızdan tekrarlıyor: “EN BÜYÜK TÜRK ATATÜRK” Bu sloganı üç kere tekrar ettikten sonra ikincisine geçiyorum ve askerlerin uygun adımda yürüyüş kararı sayarken söyledikleri gibi “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diye slogan atıyorum. Bizim köylüler aynı şeyi tekrarlıyorlar: “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”. Bu sloganı da üç kere tekrarladıktan sonra bir üçüncüsüne geçiyorum…
Yukarıda bize “Bunları dağa taşa, her yere yazacaksınız” şeklinde emir veren subayın ne söylediğini tam olarak hatırlamadığımı söylemiştim. Galiba bu sloganlara benzer şeyler söylemişti. Türklük ve Türk Milliyetçiliği üzerine olduğunu hayal meyal hatırlar gibiyim. Ancak sözlerini unutmuşum…
Biz köylülerimizle bir olup “EN BÜYÜK TÜRK ATATÜRK” ve “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” sloganlarını atarken, bize emir veren ve askerken sivile dönüşüp köyün mezarlığına doğru giden asker grubunun arkasından koşan subay bize doğru geri dönüyor. Yumruk yaptığı iki elinin başparmaklarını açtıktan sonra iki kolunu havaya kaldırıp “HAH İŞTE BÖYLE” dercesine bize doğru sallıyor ve bir işi başarmanın vermiş olduğu sevince benzer bir gülümseme ile o da bize iştirak ediyor: “EN BÜYÜK TÜRK ATATÜRK”, “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”.
Derken uyanıyorum!
Şimdi bazı şom ağızlılar çıkacak ve beni ırkçılık, milliyetçilik ve elbette Atatürkçülük adına hayal kurmakla ve senaryo yazmakla suçlayacaklardır. Hayır, asla. Allah adına yemin ederek söylüyorum ki; bunların hiçbirisi hayal ve kurgulanmış bir senaryo değildir. Tamamı rüyada gördüklerimden ibarettir. Ben sadece gördüklerimi anlattım. Kim nasıl yorumlarsa yorumlasın artık.
…
Bu vesileyle vefatının 75’inci yıldönümünde büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına bir kez daha Allah’tan rahmetler diliyorum. Cümlesinin mekânları cennet olsun…
________
* İmam Celaleddin Es- Suyûti, Kabir Alemi. Terc., Bahaeddin Sağlam, Kahraman Yayınları, İstanbul, 2001, s. 333-5.